Hep dikkatimi çekmiştir: Türkiye, ekonomik ve demografik göstergeler bakımından dünya sıralamasında çoğunlukla bir yüzde 1’ler ülkesidir. Bakmayın siz ekonomik büyüklük (MG) bakımından ilk 20 ülke arasında 18. sırada yer almasına, Türkiye MG’i dünya toplam gelirinin yüzde 1’i civarında kalmıştır hep. Bilmem kaç küsurat yukarıda veya aşağıda. Ama hiç yüzde 2 olmaz, yüzde yarıma da düşmez.
Alın ihracat veya ithalat hacimlerini veya bunların toplamı olan dış ticaret hacmini ve bunları dünya toplamlarına oranlayın aynı sonucu bulursunuz. (2015’te Türkiye’nin dış ticaret hacmi dünya ticaret hacminin yüzde 0,85’idir. 2013 ve 2014’te bu pay yüzde 1’in biraz üzerindeydi. Ticaret hacmi, önce 2009’da, ardından da 2013 sonrasında önemli ölçüde gerilediği (ve yavaşlamış MG artışını bile izleyemediği için), 2008’e kıyasla 2015’te ihracat sadece 12 milyar dolar, ithalat ise 5 milyar dolar daha fazladır, yani yerinde saymaktadır).
Türkiye, nüfusu bakımından da bir yüzde 1 toplumudur, resmi işsiz sayısı bakımından da… (2015’te Türkiye’deki resmi işsiz sayısı 204 milyonluk dünya resmi işsiz sayısına kıyaslandığında yüzde 1,57 oranı çıkar). Buna benzer çok sayıda örnek bulabilirsiniz.
***
Bazı bakımlardan artık yüzde 1 toplumu değiliz.
Sevinmeli miyiz?
Ama bazı bakımlardan Türkiye bu sıralamaların çok dışına çıkar. Örneğin ölümlü iş kazaları bakımından Avrupa birinciliğini, dünya üçüncülüğünü epeydir kimseye kaptırmaz. Oranlar bakımından da yüzde 1 sınırının ötesine taşar.
Tıpkı cari işlemler açığı gibi. Mutlak cari açık bakımından Türkiye 2014’te dünya dördüncüsü, oran olarak da ikinci sıradaydı. 2015’te azalmaya devam eden cari açık hala 32,3 milyar dolarla dünyadaki toplam 726 milyar dolarlık cari işlemler açığının yüzde 4,4’ü düzeyindedir. Yani olağan performanslarının dört katı üzerinde.
Pek oranlara vurulmasa da, insan hakları, kadın hakları, medya üzerindeki baskılar, yargılanan veya hapisteki gazeteci sayısı (pek yakında milletvekili sayısı), yolsuzluk indeksi, vs. bakımlarından durum daha vahimdir. Ama hepsi yüzdelerle ifade edilemeyebilir.
Ama orana vurulabilecek bir konu daha var. Komşu ülkelerin istikrarını bozucu askeri-siyasi faaliyetleri sonucunda Türkiye, göç tarihinde ender görülen yoğunlukta bir mülteci dalgasının muhatabı oldu. Suriyeli (2 milyon 750 bin kayıtlı ve 100 bin kayıtsız) ve Iraklı artı diğer mülteciler toplamı için verilen 3,1 milyonluk sayıyı esas alırsak, bu bize dünya toplam mülteci sayısı olan 60 milyon içinde yüzde 5,2 oranını verir. Bu yüzde küçümsenmemeli, Türkiye’nin dünya geliri içindeki payının beş katına yakındır bu oran!
Kaldı ki başedilmesi gereken sorun, Türkiye’nin şimdiye kadar karşılaştığı göç dalgalarından nitelik olarak çok farklıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 2011’e kadar Anadolu’ya 1,8 milyonluk bir göçmen kitlesi gelmiştir. Ama bunların hemen hepsi Türk soylu olduğu için uyumları kolay olmuş, üstelik önceden hazırlanmış iskan politikalarıyla da bu göçler etkili bir biçimde yönetilebilmiştir. (Murat Erdoğan, “Türkiye’de Mülteci Sorunu ve Geri Kabul Anlaşması”, SDD konferansı, 14.05.2016).
***
BM Dünya İnsani Zirvesi:
Dün başlayan BM Dünya İnsani Zirvesi denilen “ikiyüzlülük zirvesi”nin ana konusunun güncel mültecilik sorunu olacağı anlaşılıyor. Türkiye’nin de bilhassa öne çıkaracağı bu “mültecilik” sorunu etrafında gene havanda su dövüleceği ise kesindir.
Gerçi, Suriyeli (ve diğer Akdenizli) mülteciler konusunda zengin Batının maddi ve insani yardımlarını asgarinin asgarisi düzeylerde tutması, mülteci kabulünde ayak sürtmesi, Avrupa ve Amerika’yı korunaklı duvarlar arkasına çekmesi, Türkiye gibi ülkeleri tampon/hendek ülke statüsüne indirgemesi, bunu geri kabul-vize pazarlığına oturtması vb., ikiyüzlülüğü de aşan bir hayasızlıktır (“cynisme”dir).
Ama ondan öncesinde sorulacak sorular vardır. Bir kere 71 yıldır hiç yapılmamış bir zirve neden şimdi akla gelmiştir? Bu 71 yılda az mı savaş/işgal cinayetleri işlenmiş, dev mülteci dalgaları yaratılmış, insan hakları ayaklar altına alınmıştır? Şimdi bu zirveyi acaba Suriyeli milyonlarca mülteciye ve IŞİD barbarlığına mı borçluyuz? Peki Suriye’den önce “kitlesel imha silahları” yalanıyla işgal edilen Irak’taki yüzbinlerce ölüm, tecavüz ve sürgün neden sessizce geçiştirildi?
Kaldı ki mülteci denilince halen dünya mülteci sayısının yarısına yakınını Filistinli göçmenler oluşturduğuna göre onların hallerini bir “İnsani Zirve” toplayarak dert edinmek bugüne kadar BM’nin gündemini belirleyen büyük güçlerin derdi niye olmamıştır?
Bu tür zirvelerden bir sonuç çıkmaz ama dünyada emperyalizmin yol açtığı insanlık tahribatlarını gene emperyalist ülkelerden gelecek sadaka düzeyini aşmayan yardımlarla görünmez kılmaya hizmet eder. Bu zirveler ancak ve ancak talan edilen mazlum ülkeler için bir hesap sorma zemini oluşturabildiği ölçüde bir anlam ifade edebilirdi. Ama çevre ülkelerinde bu hesabı soracak liderlerin çıkmasına gene emperyalizm tarafından izin verilmediği ve esasen bağımlılık ilişkileri nesnel olarak bunu engellediği için (veya Latin Amerika örneklerinde görüldüğü gibi emperyalizme kafa tutabilenlerin darbelerle altı oyulduğu için) bu hesaplar da sorulamamaktadır.
***
Türkiye ve insan hakları soruları:
Bu tür bir zirvenin birincisinin, yoğun insan hakları ihlalleriyle dünya gündemine oturmuş, yargı erki dahil tüm güçlerin tek bir adamın elinde toplanmasına doğru meyletmiş, dolayısıyla artık hibrit bir demokrasi statüsünden açık bir otokrasiye doğru koşar adım yol alan bir ülkede gerçekleşmesi yalnızca büyük bir ikiyüzlülüğün dışa vurumu değildir; aynı zamanda demokrasi dışına yönelişlere dolaylı destek anlamına geldiği için, insan hakları ihlalleri suçuna doğrudan iştirak etmek anlamındadır. (Buna, Suriye’deki iç savaşı körükleme suçuna iştiraki da ekleyebilirdiniz ama burada asıl tetikleyici güç esasen emperyalizmin -yani BM’nin Batılı hakim güçlerinin- ta kendisidir).
Kendi anayasasını tanımayan, tanımadığını uygulamalarıyla kanıtlayan, daha yeni ülkenin başbakanını bir fiskeyle devirip yeni bir başbakan seçtirten bir anlayışa böyle bir zirveyle verilen meşruiyet desteği de demokrasi bezirganı Batı dünyası açısından yüz kızartıcıdır.
Peki, Türkiye’de mülteci sayılmayan ancak Güneydoğu’daki kent boşaltmaları nedeniyle 20 yıllık bir aradan sonra yeniden iç göç yollarına düşen Kürt kökenli vatandaşların oluşturduğu insan hakları sorunları bu Zirve’nin konusu olabilecek midir acaba?
Ayrıca, AFAD yanında İHH ve Ensar Vakfı’nın ön saflarda olduğu, iç destekler yanında dış yardım trafiğini de yönettikleri mülteci ve mülteci kampları yönetimi politikaları ayrıntılarıyla görüşülebilecek midir? Bu kuruluşların merkezinde oldukları fon transferlerinin tamamen gayri-şeffaf ve hesap verilemez nitelikte oluşu masaya yatırılabilecek midir?
Mülteci sorunu geçici bir sorun olarak görüldüğü için eğitim, iskan, vb alanlarda uzun vadeli tutarlı politika hedeflerine sahip olamayan, çok büyük oranda kalıcı olacak olan ama ülkeye gelişigüzel ve kontrol/kayıt dışında dağılmış olan Suriyelileri bölgelerin demografik yapısına göre denetimli bir biçimde yerleştirilmesi perspektiflerden yoksun olan Türkiye’nin göçmen politikası tartışılabilecek midir?
Giden başbakanın “10 milyar dolarlık harcamanın sadece mülteci kamplarına sarfedildiği” açıklaması sorgulanabilecek midir? (Bugün için kamplara günlük 5 milyon dolar harcandığı açıklamasını doğru kabul etsek bile, bunu geçmişe dönük olarak 365 günx5 yıl hesabıyla sonuçlandıramayız. Çünkü kamplarda bugünkü sayılara 2013 sonundan itibaren ulaşılmıştır; 2011 ve 2012 sayıları ise çok daha küçüktür). Dolayısıyla, harcandığı söylenen 10 milyar doların ayrıntılı dökümü toplumun, TBMM’nin ve Zirve’nin bilgisine sunulacak mıdır?
Gerçekten ne kadar para harcandığı, bunun ne kadarının insani yardımlar için ne kadarının savaşçı grupların tedavisi, donanımı, eğitimi ve silahlandırılması için yapıldığı öğrenilebilecek midir?
Zirvede bunlar tartışılabilir mi? Hatta sorusu sorulabilir mi? Kocaman bir HAYIR.
90 kez okundu.