İbrahim Sediyani. 21 Mart 2016. Taraf Gazetesi.
Allah düşmanlarımızın başına bile vermesin; öyle cahil bir medyamız var ki, haber ve köşe yazılarında “Suriyeli mülteciler” ifadesini her gün defalarca ve rahatlıkla kullanılabiliyor. Oysa Türklük devleti onları “mülteci” olarak kabul etmemektedir; onların Türkiye’deki statüleri “sığınmacı”dır. İç savaştan kaçıp ülkemize hicret etmiş Suriyeli kardeşlerimiz “mülteci” bile değildirler! Onlar, sadece “sığınmacı”dırlar. Bu ise tamamen ırkçı – şoven Türk devletinin ayıbıdır!
Konunun daha iyi anlaşılması için, “mülteci” ile “sığınmacı” arasındaki farkın bilinmesi gerek.
“Mültecilerin Statülerine İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi” (1951 Cenevre Sözleşmesi)’nin 1. maddesine göre “Mülteci”, “Irkı, dîni, millîyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasî düşünceleri nedeniyle zûlüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişi”dir.
“Mülteci” ile “Sığınmacı” arasındaki esas fark ise şudur: “Mülteci”, sığınma talebi gittiği ülke tarafından kabul edilmiş kişiye denir. “Sığınmacı” ise sığınma talebi, sığındığı ülkenin yetkilileri tarafından henüz “soruşturma” safhasında olan kişidir.
Kısaca “1951 Cenevre Sözleşmesi” olarak bilinen ve ilk olarak BM’nin 10 Aralık 1948 tarihindeki genel kurulunda kabul olunan “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ile birlikte gündeme gelip ancak üç yıl sonra, 28 Temmuz 1951 tarihinde imzalanan, ondan da ancak üç yıl sonra, 22 Nisan 1954’te yürürlüğe giren “Mültecilerin Statülerine İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi” (United Nations Convention Relating to the Status of Refugees), toplam 144 ülkenin altına imza attığı uluslararası bir sözleşmedir.
Çalışmaları kısa adı UNHCR olan ve 14 Aralık 1950’de kurulan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (United Nations High Commissioner for Refugees) çatısı altında yürütülen sözleşmenin 144 imzacı ülkesinden 141’i, hem 1951 yılındaki kuruluş kongresinde, hem de 1967 yılındaki protokol anlaşmasında hazır bulunmuşlardır.
Türkiye sözleşmeyi 24 Ağustos 1951 tarihinde imzalamış ve 29 Ağustos 1961 tarihinde ihtirazî kaydıyla onaylamıştır. 359 Sayılı Onay Kanunu, 5 Eylül 1961 gün ve 10898 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır.
Velâkin…
Türkiye devleti 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni “Coğrafî Kısıtlama” şartı ile imzalamıştır. Bu kısıtlamaya göre, AVRUPA ÜLKELERİ DIŞINDAN GELEN sığınmacılara Türkiye’de “Mülteci” statüsü tanınmamaktadır. Bunun yerine, sözleşme hükümlerine göre “Mülteci” statüsü taşıyan kişileri “Sığınmacı” olarak tanımlamakta ve ÜÇÜNCÜ BİR ÜLKEYE YERLEŞTİRİLENE DEK “geçici koruma” sağlamaktadır.
İşte bu sebepten dolayıdır ki, 1988 yılındaki Halepçe Katliâmı’ndan sonra Irak Kürdistanı’ndan gelip Türkiye’ye sığınan Kürtler ve son dört yıldır da Suriye’deki iç savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınmış olan, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) verilerine göre sayıları 600 bini bulmuş Suriyeliler “Mülteci” statüsü kazanamamakta, Türkiye’de ancak “Sığınmacı” olarak kabul edilmekte ve bu isimle anılmaktadırlar. Bu ise, tamamen Türk devletinin ayıbıdır.
144 ülkenin taraf olduğu 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne bu “Coğrafî Kısıtlama” şartını getiren sadece 4 ülke olmuştur: Bunlar; Kongo, Madagaskar, Monako ve Türkiye’dir.
Gördüğünüz gibi, dünyadaki tam 144 ülkenin taraf olduğu Cenevre Sözleşmesi’ne “Coğrafî Kısıtlama” şartını sadece 4 ülke, Kongo, Madagaskar, Monako ve Türkiye getiriyor.
Kongo, Madagaskar ve Monako’nun “karın ağrısı” nedir bilmiyoruz. Zaten konumuz da değil. Ama sadece Avrupa tarafındaki komşu ülkelerden kaçıp gelen sığınmacıları “Mülteci” kabul edip onlara kucak açan, kimlik ve ikamet veren, ama Asya tarafındaki komşu ülkelerden kaçıp gelen sığınmacıları “Mülteci” olarak kabul etmeyen, onları ilk geldikleri gibi “Sığınmacı” halleriyle bırakan Türklük devletinin “karın ağrısı”nı anlamak o kadar zor değil, sanırım.
Nedeni gayet basit: Çünkü Bulgaristan ve Yunanistan’dan kaçıp gelecek olan sığınmacılar etnik olarak TÜRK, ancak Irak ve Suriye gibi ülkelerden kaçıp gelecek olan sığınmacılar etnik olarak KÜRT ve ARAP.
Şimdi söyleyin bakalım:
Irkçı olan kim? Avrupa ülkeleri mi, yoksa Türklük devleti mi?
Bir ülke düşünün ki, iki kıta üzerinde toprağı var. Batı (Avrupa) tarafında iki komşusu, Doğu (Asya) tarafında da beş komşusu var.
Ve bir devlet düşünün ki, sadece Batı tarafından (Bulgaristan ve Yunanistan) hicret edip ülkeye sığınacak olan mazlumlara “Mülteci” statüsü tanıyor, resmî olarak hak ve hukuk sahibi ediyor. Doğu tarafından (İran, Irak ve Suriye) hicret edip ülkeye sığınacak olan mazlumlara bu statüyü layık görmüyor, onları “Sığınmacı” halleriyle bırakıyor, resmî olarak hak ve hukuk sahibi etmiyor.
Ve düşünün ki, bu devletin bu şekilde davranmasının ise sadece tek sebebi var: Batı tarafından (Bulgaristan ve Yunanistan) gelecek olan sığınmacılar etnik olarak TÜRK ırkına mensup, fakat Doğu tarafından (İran, Irak ve Suriye) gelecek olan sığınmacılar etnik olarak KÜRT ve ARAP ırkına mensup.
BM Sözleşmesi’ne imza atan dünyadaki tam 144 ülke arasında böylesine şovenist ve ayrımcı şartı şerh düşerek ancak imzalayan sadece 4 ülke var ve bunlardan biri Türkiye.
Ve bir toplum düşünün ki, o toplumun içindeki Solcu ve İslamcı kesimleri düşünün ki, ortada böylesi bir realite varken, başlarındaki devletin böyle bir ırkçı – şovenist gerçeği varken, gene de kalkıp Avrupa ülkelerini “ırkçı” olarak nitelemekte, Suriyeli Arap ve Kürt sığınmacılara karşı kendilerinin çok “insanî, medenice, kardeşçe” kucak açtıklarını iddiâ edip bu konuda Avrupa devletlerini ise yerden yere vurmakta, onları Suriyeli sığınmacılara karşı ırkçı bir politika gütmekle suçlamaktadırlar.
Ne diyelim? Allah akıl fikir ve biraz da insaf nasip etsin! Güç’e ve Devlet Putu’na tapınılan Cahiliye toplumlarında Solculuk ve İslamcılık bu şekilde oluyormuş demek ki.
108 kez okundu.