Sürgün. Kadim bir mitos, insan hikayesinin başlangıcı, insanlık durumunun metaforu… ‘Mitos”, bir zamanlar ‘hakikat’ ile eşanlamlıydı, bize neden ‘burada’ olduğumuzu anlatıyor, ‘hakikaten varolduğumuzu’ gösteriyor, doğmayı, büyümeyi ve ölmeyi öğretiyordu. Bizim tanıdık, trajik hikayemiz bir hatayla başladı, biçim bulduğumuz yerden, ebediyetten kovulduk. Sonsuz bir hayatı, hayatın sonsuzluğunu kaybettik, hakikati, masumiyeti… Geri gelmeyecek ‘altın çağların’ insanları, bitimsiz varoluşun, sürekli bir oluşun, herşeyin onda başlayıp onda bittiği bir bütünün içinde, yani dünyanın tam merkezindeydiler. Topraktan kopmadıkları için onu sahiplenmemişlerdi, her sonu bir başlangıç izlediği için sonsuzluk her anda, her yerdeydi. Kiminin günah, kiminin bilinç olarak yorumladığı bir başlangıçta sanki devasa bir avuç ters yüz oldu, tehditlerle dolu, insafsız bir dünyaya savrulduk, sonlardan ve yitirişlerden ibaret bir hayata yazgılı olduk. Kendi yaratımız trajedinin hem kurbanı , hem anlatıcısına, toza ve küle, kana ve tarihe dönüştük.
Sürgün, bir kez daha… Ağır, acılı bir batış, unutuşun derinliklerinde uzadıkça uzayan bir boğulma… İnce ince, gölgemsi bir varoluşsuzluk hali… Puslu bir arafta, ikisi de eşit ulaşılmazlıkta geçmiş ve gelecek arasında asılı kalmak… Yitirilmiş, kemirilmiş, yaralıları geride bırakmak pahasına içinden çıkıp gelinmiş bir geçmiş ve vaat dahi edilmemiş bir gelecek arasındaki bir arafta, belki de yabancıların iyi niyetiyle kurulmuş bir limboda askıda kalmak… Sürgünde olmak… İki sözcük yazdım, üç nokta koydum, derin bir soluk aldım. Art arda konan üç nokta bir boşluğa işaret eder. Sanki bu iki sözcük, boşluktan ve söylenenemeyenden oluşuyor. Sürgün metaforuyla sürgünde olmanın gerçeği arasında aşılmaz bir mesafe var ve tam da bu mesafeden biçimleniyor bizim en gerçek, kişisel hikayemiz…
Gerçeğin gerçek olduğu anlar vardır. Bir tabut kapağı gibi kapanan anlar… Bir iğne deliğinden geçercesine içinden geçip gitmek zorunda olduğun anlar, koskoca bir geçmişin, bütün ‘ben’lerin, gölgelerinle birlikte… Çıplak, derisi yüzülmüş, kemik kadar sert belirir gerçek, imgeler, sıfatlar, kavramlar lime lime dökülür üzerinden… Sapları kopan bavullar, plastik torbalarda taşınan kimlikler, alınması gereken belgeler, izinler, vizeler; verilmesi gereken belgeler, imzalar, sözleşmeler, parmak izleri…Kabuller, retler, aşağılanmalar… Farklı dillerde buyruklar, kurallar, astığı astık yasalar…Verilemeyen yanıtlar, ertelenen kararlar, yarıda kesilen cümleler.. Fazla uzun, fazla acılı bir boğulmaya benzeyen bir duygu… Çok geçtir artık pişmanlıklar için, yazılmamış kitaplar, söylenmemiş sözler için… Bir arkadaşın evlenmiş, biri tutuklanmış, biri intihar etmiştir. Almancasını öğrendiğin bir ağacın adını boş yere hatırlamaya çalışırsın anadilinde, üniversite yıllarndan beri başucundan ayırmadığın kitabı bir otel odasında unutmuşsundur, uğur bilekliğin kimbilir hangi kentte kopmuştur, bir cenazeyi daha kaçırmışsındır. Bir o, bir öteki dip akıntısına kapılarak kendi hikayenin dışına sürüklenmişsindir. Kendi yalnızlığın bile sırtını dönüp gitmiş, başka başka yüzlerde yoluna devam etmiştir. ‘Sıkı dur!’ dersin yüreğine, bu yabancı, yol yol, yuvarlak dünyasında insanların… Sıkı dur! Yürür gidersin, bomboş odalara açılan koridorlar boyunca, döküp saçarak her adımda bir zamanlar ‘sen’ olan şeyleri, eski resimleri, anıları, kabuk bağlamış yaraları… Bir çağrının, bir sesin, silinip gitmiş bir izin peşi sıra yürür, yürürsün… Gidecek hiçbir yerin olmasa da…
Sürgün, bir kez daha. Yeniden başlamak, bir başlangıçtan ötekine gerisin geriye gitmek. Sonuna dek gerili bir tel gibi uzanmak, bir ucundan diğerine, büyük, beyaz, boş bir kağıdın… Varolabileceğin bir yer, bir imge, bir ses arayarak… Bir sözcük dilenmek bu uçsuz bucaksız sessizlikten, karşılığında kendi kanını sunarak… Dolanmak harflerle gölgeleri arasında, sonsuz ama ölümlü imgeler arasında, uzak hayaletlerin adımlarını dinleyerek, sendeleyerek, eşeleyerek devasa göçüklerini belleğin… Sabırla bir araya getirmek parçaları…Saatler, geceler, yıllar boyu… Yitirilmiş o ‘son ülke’nin, kendi dilinin sınırlarında beklemek… O son sözcüğü beklemek, uzun sürmüş bir vedayı bitirecek…
İşte, bu da benim hikayem. Onca hikaye arasında bir hikaye daha, sessizliğe çarpıp duran… Onca sayfa içinde bir sayfa daha, çevrilir çevrilmez unutulan. Belki bir virgül yalnızca, iki uzun cümlenin, dünle bugünün arasında… Ama suyun mucizesidir, avcıların vurduğu kuşları yüzeye çıkarmak, salmak bulutların yansımaları arasına, yeni bir gökyüzü vaat etmek çoktan kapanmış kanatlara… Ve sözün mucizesidir yeni bir beden vaat etmek parçalanmışlığıma… Hayat bu bedene doluyor, bir sesi olsun istiyor, bu ses sayısız dünyayı çağırıyor.
(Sürgünde bir yazar olan ben… Sürgündeki ne ilk, ne de son yazar olan ben, üç nokta. Bu konuşmayı yazdığım gün, dördüncü kez annemi Almanya’dan uğurlarken -üç ameliyat geçirdim, bir de beyin kanaması- Berlin Brandenburg Havalimanı’nda ağladım. En yakın arkadaşımın intiharını Cenevre’de bir imza gününde öğrendim. Cezaevi arkadaşlarımın ördüğü bilekliğimi Charite Hastanesinde kaybettim, Türkçe’sini unuttuğum ağacın adını utana sıkıla Google’ladım. Babamın cenazesıne katılamadım.)
Yitirdiğimiz herşey bize yanımızda kalanı öğretir. Ama bugün bizimle olan her ne varsa, gün gelip de neyi yitireceğimizi gösterir. Biz, ölümlüler, bize verilmiş ve verilmemiş herşeyin toplamıyız, yitirdiklerimizle yitireceklerimizin, sözcüklerle suskunlukların… Bir veda cümlesiyle, hayatımın en büyük kaybından sonra yazdığım bir veda cümlesiyle bitireyim. Herşeyi yitirdiğimde elimde HAYAT kalır. Ama bu kadar büyük hayatın içinde, ben seni yeniden nasıl bulacağım?
Yitip giden bütün seslere ‘sen’ demiş olduğumu yıllar sonra sürgünde anlayabildim. Beni dinlediğiniz için içtenlikle teşekkür ederim.
* Yazar Aslı Erdoğan’ın 23.08 2023 günü Berlin’de Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda yaptığı Sürgün konulu konuşma.
102 kez okundu.