Direnç Gülü Enver Karagöz

 

3ŞAİR

11-12-13 Eylül tarihlerinde Dünya’nın ve Türkiye’nin Köy Adresli Tek Edebiyat Dergisi Akköy, Didim’de Sanat ve Edebiyat Günleri düzenlemişti. Ülkenin pek çok yerinden çok sayıda şair ve yazar katılacaktı bu etkinliğe. Ben de içinde olacaktım. Didim Belediyesi bu etkinliği ülkede terör olaylarını gerekçe göstererek iptal etti. Bu kararı protesto ederek başlamak istiyorum

Ayak sesleri

kısa adımlı

kendinden emin

sirensiz

     düdüksüz

           postalsız

 

bir ses

  bir güneş penceremde

        ya gülüşüm olsun

               kapının aralığında

ya duruşun dolsun odama

     sıcaklığınla

eylülsüz gel ne olur

 

Şiir Enver Karagöz’ün…

 

Eğer kitaba, edebiyata ve sanata yönelebilirse, silahların arkasına sığınmış cesaretinden ve sürmekte olan ilkel iletişimlerinden kurtulup, barış ve aşk yüzlü bir dünya kurabilir insanlık. Yeryüzü her düşünceden, her kültürden ve her renkten bir çiçek tarlasına dönüşebilir.  Sizleri bu duyarlıkla selamlıyorum.

Bodrum 2.  Sanat Bienali’nin  barış içerikli olmasından ötürü de selamımın ucuna barış içerikli bir de şiircik iliştiriyorum:

Bir kuşa kaptırdım kalbimin bir ucunu

Kuş uçtu gitti, ta uzaklara

Üstüne bomba yağan şehirlere

Tuhaf şey, kalbimin ben de kalan ucuyla

Bir gökkuşağı kuruldu aramızda

Ordaki çocuklarla

 

Çok fazla duyguluyum aslında. Bu yüzden ne olur ne olmaz diye bu etkinliği düzenleyenlere, Enver Karagöz’le ilgili bir birkaç şeyi sizlerle paylaşmak üzere beni buraya davet eden şiir ağabeyim Özkan Mert’e ve Enver Karagöz’ü yaşayan ve yaşatan kadim dostu ağabeyimiz Yavuz Kürkçü’ye teşekkürlerimi sonraya bırakmak istemiyorum.

Bu etkinliğin Enver Karagöz anısına düzenlenmesinin yüklendiği anlam bence çok büyük… Şiirimizin yer altı suyu, devrimci coşkusu, sevgi seli ve isyan ateşlerinden biri, böylelikle biraz daha gün yüzüne çıkıyor. Bilinir ve görünür hale geliyor. Bu onur her şeyden önce şiirimizin…

Enver Karagöz bu toprakların soyundandı. Geleceğin beklenen değil, yapılan ve yaratılan bir şey olduğunu bilen yeryüzülü en iyi hemşerilerimizden biriydi o. Tutarlı bir düşçüydü. Binip Kafdağı’ndan atına / yarın daha güzel olacaklar satardı  /düş fiyatına… Dil, din, inanç farkı gözetmezdi… Mümkün bir hayata ve mümkün insan ilişkilerine âşık olarak yaşadı hep. Öyle bir mücadelenin içinde ve önünde oldu her daim. Kavgasını; sanatın, edebiyatın ve belli bir estetiğin içinden yürüttü.

Şilili öğretmen Victor Jara’nın; gitar çalıyor, söylediği parçalarla kitleleri devrimci saflara kazandırıyor diye kırılan parmaklarını, kesilen bileğini,  stadyuma doldurup gözdağı vermek istedikleri insanlara sergileyen, bu yolla onlarda korku, panik ve yılgınlık yaratmak isteyen, onları başka türlü bir dünya inancından ve özleminden koparmayı amaçlayan mantık, ülkemizde de okuduğu şiirlerle yürek hoplatan, yaptığı konuşmalarla kitleleri havalandıran Öğretmen Şair Enver Karagöz’ü aynı amaçla ve benzer bir şekilde cezalandırdı. Onu bizden ve hayattan erken koparmak istediler. Artvin Öğretmen Okulu 12 Eylül’le birlikte yaman bir işkencehaneye dönüştürülmüştü.  Enver Karagöz’ün sesini, baygın olduğu bir sırada boğazına kaynar su dökerek orada aldılar.

Benim büyüğümdü o… Kendimi bildim bileli, ana ayrı baba ayrı ağabeyim olarak hissettim onu hep. Öğretmenim olmadı ama hiçbir öğretmenim onun kadar da etkileyemedi beni. Aynı köylüydük. Artvin’in Şavşat ilçesinin Çoraklı köyü… Arada bir de olsa köyüme gitmek istediğimde, beni öğretmen, Enver ağabeyi ise sesinden eden o binanın önünden geçmek zorunda kalıyorum. Ama dönüp bakamıyorum bir türlü. Yüzüm avuçlarıma gömülüyor kendiliğinden.

Ondan bir şiir daha okumak istiyorum:

Bizi sesimizden vurdular

    dilsiz kuşlar evreninde

       adressiz bir mektuptuk

postacı kendisi yazdı adresimizi

bu  yüzden

     ne biz bir yerlere ulaştık

         ne bir yerler bize (b)ulaştı

 

gel demek kolay

bir bağırtı nefes

bir çırpı kanat

kaç okyanus tükettim içimde

bu kaçıncı Kafdağı

 

Bizi düşlerimizden vurdular

masallarımız kanadı

üç elma düşmedi gökten

                  ağzımız küçüldü

bundandır çıkamadığımız kerevetine

dön demek kolay

 

Kimse var mı orda

sessizliğimizi duyacak biri

yorgun değiliz

     uzun kalmayacağız

hatta

     girmesek de olur içeriye

bir merhaba yeter

         masal sürsün diye

 

 

Türkiye’nin neresinde olursa olsun,  faşizme, ırkçılığa, gericiliğe karşı bir ses yükselmiş, bir yürek çarpmışsa ve bir isyan ateşi yanmışsa Enver ağabeyin en az bir iki öğrencisi ve onun etkilediği birkaç kişi orada olmuştur. Bu özelliği onun insanlığın oğlu olmasından geliyordu. Geleceğe sağlam halkalar atmaktı bütün derdi çünkü. O yüreğini ileri bir insanlığın laboratuarına dönüştürmüştü.  Yaşadığı kadar da vicdandan bir kale olarak yaşadı.

 

Madem buradayım ve Enver ağabeyden söz ediyorum, onunla ilgili bir iki anıya yer vermeden edemem. Yaz tatiliydi. 13-14 yaşlarındaydım.  Daha öğretmenliğinin ilk yıllarında düşünsel faaliyetlerinden ötürü açığa alınmıştı. Sonradan onun gibi düşünmeye başlayan bir öğretmen ağabeyin,  “gitme beynini yıkar, seni allahsız kitapsız yapar, o azılı komünisttir, zehirler seni ” uyarısına aldırmadan kararlaştırdığımız bir gün onun köydeki evine konuk oldum. Beni evin dışında, büyük bir ciddiyetle karşılayarak odalardan birine aldı. Hal hatır sorma işi henüz bitmemişti ki birden kapı açıldı, annesi elinde yeni pişirdiği sıcak ekmek ve yöresel peynir bulunan bir tepsi ile içeri girdi. O sırada Enver ağabeyin yüzünde bir heyecan, bir tedirginlik hissettim. Annesi bizi baş başa bırakıp çıktıktan sonra ekmeği peynire bandırıp yemeye başladık.  Söz sırası doğal olarak ondaydı:“Biliyor musun Hayrettin ben fakültede öğrenciyken babam ölmüş. Erzurum’dan köye yol parası hesabı yapıldığından babamın cenazesine çağrılmamışım. Bu yüzden olmalı ne zaman bu eve gelsem ve odanın kapısı aniden açılsa babamın içeri gireceğini sanırım” dedi. Biraz önceki heyecanını ve tedirginliğini böylelikle anlamış oldum.  O bunları söylerken bu denli yumuşak, bu denli sıcak, sevgi dolu ve duyarlı birisinin kimseye kötülük edemeyeceğini, acımasız biri olamayacağını geçiriyordum kafamdan.

 

Konuşmamız devam ederken divanın üzerinde rastgele duran birkaç kitap ilişti gözüme. Kapital, Türkiye’nin Düzeni, Kurtuluş Savaşı Destanı ve kalın olmayan birkaç kitap daha… Onlardan birini ödünç olarak bana verip veremeyeceğini sordum. Roman, öykü veya şiir türünde kitaplar okuyup okumadığımı sordu. Pek değil dedim.   “O zaman anlayamasın, senin için bu kitapları okumak şimdilik erken olur” dedi. Okur ezberlerim dediğimde ise “o, öğrenme olmaz, kitap okuyan kişi yazar kadar olmasa da okurken bir çabaya girecek, eleştirel yaklaşmayı bilecek, gerekirse okuma sırasında yazarın düşüncelerinden ayrılmayı göze alabilecek, bu da ister istemez bir anlama eşiği gerektirir” dedi. Zehirlendiğim an o an olmalı. Demek ki “beyninin yıkanması” için önce okur düzeyine geleceksin. Zor iş!

 

Kitap vermese de okumam gerektiği üstüne birkaç şey daha söylemeyi esirgemedi benden.  Düş ve düşünce gücü olmayan insanlar verili olanlara kolayca teslim olur. Soru bile soramaz, basit olan şeyler onlara doğru gelir şeklinde birkaç şey daha… Demek ki bir alt yapı gerekiyormuş her şeyden önce.  Anlayacağınız bu halimle beynimi yıkamaya tenezzül etmemişti. Şaka bir yana bugün bir kova okuyup bir damla yazan biriysem, bu özelliğim biraz da onun eseri.

 

Böylece

yolcu etti beni bir kitap

başka bir kitaba

öyle öyle ulaştım

kendime, sana, dünyaya

yazardan aldım sözü

biraz da ben yürüdüm

yaklaştım güzelliğine

kendimin, senin, dünyanın…

 

Lise yıllarımda bir hayli etkisinde kaldığım Enver ağabeyin, şiir yolculuğuma katkısını da asla yadsıyamam. 16-17 yaşlarımdayken köydeki bir voleybol maçından sonra üç beş ağabeyle birlikte soğuk bir pınarın başına gidilmişti.  Ben de yanlarına ilişmiştim. Jean Jaures’ten, Henrich Böll’den ve Asım Bezirci’den öylelikle haberdar olmuştum. Orada Enver ağabey, o gür, coşkulu ve sıcak sesiyle Nazım’dan, Pablo Neruda’dan ve daha birkaç şairden şiirler okumuştu.  Daha doğrusu okumamış, adeta o şiirleri yaşamıştı.

 

Diren!Ey kalbim

Diren!Hayasızlığa

         Namussuzluğa

Diren! Kötüye

         Çirkine, yanlışa

Diren! Yenilme”

 

Dizeleriyle başlayan ve

 

“Ne güzeldir yaşamak

Bir ırmak gibi coşkunca

Dağların üzerinde yürümek

Bulutlara değdirmek başımızı

Sıcak ak bir somun

Koltuğumuzun altında

Kırlara çıkmak

Karışmak insanların arasına

Milyonların arasına…”

 

Dizeleriyle devam eden o muhteşem kavga şiirinin sahibi, Dünyalı Şair Özkan Mert ‘i ilk kez bu şiirle orada duymuş, heyecanımı hiçbir yerime sığdıramaz olmuştum.  Yüreğimi “kuracağız her şeyi yeniden” şiarının içine daldırmamın tam da o günlere rastladığını rahatlıkla söyleyebilirim sizlere…

 

Onunla yaşanan anılar kuşkusuz her birimizde ayrı ayrı bir değerdir. Ama hepimizin anıları biraraya geldiğinde çok daha büyük bir toplam oluşmakta ve daha büyük bir değer ortaya çıkmaktadır. O, içine düşürülmek istendiğimiz karanlık, umutsuzluk ve geleceksizleştirme politikaları karşısında bizlerin önünde duran bir çoban ateşi ve bir gemici feneridir. İçimizde hiç sönmeyecek olan adil, eşitlikçi, özgürlükçü bir dünya arzusudur.  Böyle bir dünyanın mümkün olduğuna dair inançtır. Böyle bir dünyayı yaratmak için baş başa, düş düşe verdiğimizde şiirin bize katacağı güçtür.

 

Hayatın amacı sanırım yalnızca mutlu olmaya indirgenemez.  Yararlı ve şefkatli olmak; en önemlisi fark yaratmak; katkıda bulunmak, bir şeyi temsil etmek ve yaşamış olmakla bir değişim meydana getirmek olmalı hayatın amacı İzin verirseniz,  tam da bu tanıma uygun yaşamış Enver ağabey için yazdığım ve ona ithaf ettiğim bir şiirimi paylaşmak istiyorum şimdi de:

 

 

bir sözcük olsa

bir sözcük ki

ateşten ve sudan yorgun

düşmüş yollara bir başına

 

üşümüş belki

aç susuz yaralı

yüzü dağların rengi

teni toprak kokusunda

 

gelip bir delik bulsa kalbimde

dünyanın bütün acılarının dolduğu

ordan içeri girse

bir çiçek hızıyla yürüse

yürüse

 

yurdum ol diye bağırdığını duymamış olabilirim

benim suçum

 avazı yırtılmışsa

 

 gördüğüm düş

kutsal kitapların hiçbirinde yok

sözcük dilencisiyim aslında

 

bu yüzden diyorum

bir sözcük olsa

bir sözcük ki

ateşten ve sudan yorgun

 

tomurcuğa mı dönüşür

tohuma mı

hiç bilmem

 

aşk ve devrim olarak patlasa içimde

dağılsa yeryüzüne

 

Kocaeli’nde yaşadığım sırada uzunca bir dönem özel eğitim kurumlarının birinde yöneticilik yapmıştım.  Kurumun kütüphanesinin duvarında şu iki söz öğrencilerimin hep dikkatini çekerdi. Bu sözler üzerinden hayatı da konuşurduk onlarla. Birincisi, Che Guvera’nın “ gençler mantıklı olun imkânsızı isteyin” sözüydü. İkincisi ise; “Rüyamda bir kitap dile geldi. Bana şöyle diyordu. Ben okundukça kitap, sen okudukça insan olursun.”  İkinci söz, bir aşk gerillası ve bir barış militanı olarak yaşamış, anılarımızda ise daima bir Direnç Gülü olarak yaşayacak olan Enver ağabeyin… Bu söz onun sizlere selamı olsun.

 

 

13.09.2015

Hayrettin Geçkin hayrettin

 

1520 kez okundu.

Check Also

Köln’de insan hakları haftası etkinlikleri: 7 Aralık`ta Panel ile başlayacak!

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü kapsamında, Dayanışma’nın Sesi Derneği, Kulturforum, Bürgerhaus Mülheim, TÜDAY, Avrupa …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir