Enver Toksoy
Yılmaz Güney’i anmak, onun değerlerini parçalamadan bir bütün olarak ele almak demektir. Onun bir sanatçı, bir yazar, bir sinemacı olmasının yanı sıra kararlı bir devrimci ve bedel ödeyen bir sürgün olması en önemli yanıdır. Ve elbette onun sürgün yaşamı da devrimcilere katacağı bir çok değerle öne çıkarılmalıdır.
Yılmaz Güney’in acı ve özlem dolu kısa yaşamında sürgünlük yılları önemli bir yere sahiptir. İlk defa liseli yıllarda yazdığı “Herkes Eşit Olursa, Bu Dünya Cennet Olur” başlıklı bir yazıdan dolayı ceza alarak sürgün edildi. Daha sonra 12 Mart faşist darbesinde, “Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına yardım yataklık etmek” gerekçesiyle ceza aldı ve sürgüne gönderildi.
Ve nihayet 12 Eylül faşist darbesi, Yılmaz Güney’i zindanlara attı. Onun filmleri yasaklandı, dergilerde yazdığı yazılardan hakkında istenen cezalar yüz yılı aştı.
Yılmaz Güney faşizme karşı mücadele etmek, halka yaşamın ve toplumun gerçeklerini anlatmak için sinema filmleri yaptı. Bu çaba, her zaman benzeri sistem muhaliflerine olduğu gibi onun da sistemin yıldırımlarını üzerine çekmesi için yeterliydi. Özlem ve acı ile yoğrulan sürgünlük yılları bu muhalifliğin bedeli idi.
Yılmaz Güney, sinemasıyla, aktörlüğüyle, yazarlığıyla Kürtlerin, Alevilerin, tüm ezilenlerin kalbinde taht kurmuştur. Sinemada toplumsal gerçekçilik boyutunda yükselen bir çığır açmıştır. Hayatın gerçeklerini, acı çelişkilerini sinema diliyle sosyalist (toplumcu) fikirleriyle yalın bir şekilde ortaya koymuştur. Doğu ile Batı, yani Kürdistan ile farklılıkları, eşitsizlikleri, kadın sorununu, törelerin acımasızlığını, ezilmişlikleri, adaletsizlikleri öne çıkararak Türkiye sinemasında bir mucizeyi gerçekleştirmiştir.
Yılmaz Güney anmalarında haklı olarak onun sanatçı yönü bolca sergilenirken, zaman zaman kasıtsız bir eksiklik yapılarak, ama çoğu zaman ve kasıtlı olarak sistem yanlılarınca unutturulmak istenen devrimci-militan yanı gerçekte onun kimliğinin özüdür. Yaşama dair olan her şeyde bu kimliğin damgası vardır. Bu nedenle Yılmaz Güney anmaları bir sanatçının yanı sıra, ama bundan daha çok, devrim yolunda sürgünlerde kaybettiğimiz bir devrimcinin anması olmalıdır.
Yılmaz Güney insanlığın büyük davasının, yani baskı, zulüm ve eşitsizliğe karşı verilen emek merkezli insanlık mücadelesinin önder nitelikli bir sıra neferi idi. O devrimi savunuyordu ve yaşamın örgütlenmesini bu doğrultuda ele aldı. Onun faşizme karşı bu dik duruşu; Kürt halkının yanında cephe yoldaşı olarak yürüyüşü görmezlikten gelinerek Yılmaz Günay anılamaz. Onun yaşamında karşılaştığı bütün kötülükler bu düşüncelere bağlılığından, bu düşünceleri savunma ve gerçekleştirme doğrultusundaki kararlılığından dolayı idi. Sesinin kısılmaya, filmlerinin yok edilmeye, eserlerinin yasaklanmaya çalışılmasının nedeni sadece ve sadece enternasyonalizme bağlı sosyalist bir devrimci olmasından dolayı idi. Dünya halklarının onun filmlerini “içimizden biri” diyerek ve yüreklerinde hissederek seyretmelerinin, onu böylesine sahiplenmelerinin nedeni bu idi. Onun düşüncelerine karşı olanların bile “işte adam gibi bir adam” diyerek sahiplenmek zorunda kaldıkları o tip filmleriyle ünlenmiş sıradan bir erkek tipi değil, evrenselleşmiş bir insan tipi idi.
Yılmaz Güney sürgün yaşamında da her zaman faşizmin zulmüne, işkencelerine, idamlarına karşı bu devrimci duruş ile karşı koymuş, direnmiştir. Bu mücadeleye kattığı sanat eserleriyle yetinmemiş, birey olarak kendi de doğrudan emeğiyle yer almıştır. Devrimci duruşu gerçek anlamda militanca idi. Önderliği devrimci mütevaziliğin tipik bir örneği idi.
Bir anekdotu paylaşarak sunmak istiyorum onu: 1984 başında Fransa’ya iltica etmiştim. O yıllarda Fransa’da sosyalistler iktidarda idi. 5 Avrupa ülkesi ( Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda, İsviçre) Türkiye’yi İnsan Hakları Mahkemesi’ne vermişlerdi. Yargılandığım davaya ilişkin oldukça fazla belge; işkence raporları ve dosyalar mevcuttu. Beni de “işkence gören tanıklardan” olarak davaya kaydetmişlerdi. Ne var ki, daha sonra Türkiye ile yaptıkları anlaşmalar yeterli geldi ve bu ülkeler davayı geri çektiler.
Bu olay karşısında Yılmaz Güney: “Mademki onlar geri çekildiler, o halde bir uluslar arası mahkeme oluşturarak, faşistleri yargılayalım” diyerek bir öneri ile geldi. Öneri coşkuyla birçok devrimci örgüt tarafından benimsendi. Söz konusu 5 ülkeden Strasburg’a uzun yürüyüşler düzenlendi. Burada oluşturulan halkların mahkemesi faşist cuntayı yargıladı ve bütün insanlık adına bir kez daha mahkum etti. Yargılama sürecinde mahkeme heyetinde Yılmaz Güney başta olmak üzere birçok bilim insanı, hukukçu ve devrimci vardı.
Yılmaz Güney’in bu çabaları elbette sonuçsuz kalmıyordu. Sistem içi devletler örneğin Almanya’nın yaptığı “Almanya’ya giriş yasağı koymak” gibi yöntemlerle ve faşist cunta ile elbirliği yaparak onu susturmaya çalışırken, halklar yüreklerinin sıcaklığını daha çok kattılar ona.
Yılmaz Güney yayınladığı Güney isimli dergide de devrimci mücadelenin sürdürülmesine ilişkin düşünce ve önerilerini kaleme alıyordu. Devrimci hareketin mücadele birliği onun temel yönelişi idi. “En kısa zamanda devrimci hareketin birliğini oluşturmalıyız. Önümüzdeki görev ve zorunluluklar bunu emrediyor… Anti emperyalist birlik oluşturursak ancak bunları yenebiliriz” diyordu. Zindanların çığlığını ise yazdığı mektuplarla dünyaya duyuruyordu. Yol ve Duvar filmlerinde “gerçeğin abartıldığını” iddia eden birçok ünlü yazar, Diyarbakır Zindanları gerçeği bütün çıplaklığıyla gözler önüne sergilendiğinde ancak onun haklılığını anlayabildiler. Onların karşısına çıkan Yılmaz Güney ise “eğer gerçekleri daha fazla anlatsaydım kimse bu kadar zulmün varlığına inanmazdı” diyerek gerçeğin derinliklerini anlatıyordu.
Yılmaz Güney bütün bu zulüm tablosu karşısında yine de umudun sözcüsü olmuştur: “Siz hiç ölümün gölgesinde özgürlüğü yaşadınız mı?” diye anlatılan öykü işte bu umut serüvencisinin yaşamının anlamının da özetidir.
Türkiye’de “sinema” denince hep Yılmaz Güney ve filmleri akla geldi. Hakkıydı. Örneğin sinema tarihinde “Hapisten yönetilen filmler” ‘Endişe, İzin, Bir Gün Mutlaka) kavramını onun yaşamının ve mücadele kararlılığının ürünüdür.
Günümüzde Yılmaz Güney’i anmak, hala “devrimci hareketin yenilgileri” üzerine söylemlerle geçen yaşamı lanetlemek ve reddetmek gerektiğini hatırlamadan mümkün değildir. O “bizler, sürgünde hasret türküleri söyleyerek ölmeyeceğiz” derken umudu dile getirmişti ama hasret türküleri söyleyerek sürgünde öldü. Belki de Siverekli bir Kürt olan Yılmaz Güney’i gerçekten yaşatanlar, Kürdistan dağlarında savaşan gerillalardır. Onun, Komünarlar ile koyun koyuna hasret giderirken, umutlarının da adım adım gerçeğe dönüştüğünün mutluluğunu yaşadığından eminiz. Bir Gün Mutlaka’nın kuru bir söz olmadığının yaşamda da karşılığını bulmaya başladığına tanıklık ederek, belki de coşkusunu Komünarların direnişine katacaktır.
Ve Avrupa Sürgünler Platformu, bu duygularla Yılmaz Güney’i anarken, ortak ideallerimizi gerçekleştirmek için verdiğimiz kavganın gerçekte Yılmaz Güney’ce olduğunu düşünüp, onunla bir kez daha bütünleşiyoruz.
Eskiden bilmezdim yalnızlığı
bir ağaç nasıl yalnız değilse ormanında
bir çiçek kendi dalında.
Eskiden yalnızlığı bilmezdim.
Yalnızlığın içinde
şimdi yalnız, yalnız mıyım?
kopuk muyum dalımdan?
uzağında mı kaldım ormanın?
(Yılmaz Güney)
Bu şiire bizim yanıtımız nettir: Hayır! Yalnız değilsin Yılmaz yoldaş. Sen bütün insanlığın özgür bir dünya için verdiği mücadelede yoldaşlarınla birlikte capcanlı yaşamaktasın. Ve hep böyle yaşayacaksın!
2329 kez okundu.