Bana göre sürgünlük aslında insanlığın geleceğinin bir prototipini oluşturuyor. Gelecekte bütün ulusal çitlerle birlikte kapitalizm de ortadan kalkıp, kapitalizm ve onun üretmiş olduğu ideolojileri : rasizim (ırkçılık) faşizm, şovenizm anlayışları da ortadan kalkar, dünya bir bütün olarak insanlığın evi haline gelir ve herkes mecburen doğduğu yerde değil, mutlu olduğu yerde özgürce yaşama hak ve olanaklarına kavuşunca sürgünlük, isteyenin istediği yerde özgürce yaşamasına dönüşerek, bir dünya sistemine büyümüş olur. Aslında bu gün bile rasizim, şovenizm, faşizm gibi ideolojiler olmasa, bu ideolojiler uğruna insanları yakmasalar, aşağılamasalar, horlamasalar bir çok ekonomik neden ve diğer bazı politik sürgünler mutlu bir yaşam konumu yaratmış durumdalar. Her iki yani sürgün kaldığı ülkenin de anavatanının da bütün güzelliklerinden yararlanarak gayet mutlu bir yaşam ortamı yaratmışlar kendilerine. Hayatlarının ne kadarını nereden, nasıl geçireceklerini önceden planlayarak, gayet mutlu yaşayabiliyorlar.
Sürgünlük ilk başta, zor ve zorbalığın bir ürünü olarak doğuyor. İşçiler işsiz bırakıldıkları, entelektüel emek sahipleri emek üretimi yapmaktan men edildikleri, solcular, sosyalistler, devrimci demokratları özgürce politika yapmaktan yoksun kılındıkları “ya hapishane ya sürgün” seçenekleri ile karşı karşıya bırakıldıkları için sürgün hayatı diye bir hayat tarzı doğmuştur. Başka ülkelerin sürgünleri nasıl tam bilmiyorum, incelemedim. Ama Türkiye ve Kürdistanlı “Sürgünlerin” planlı bir şekilde yapmamakla birlikte, arının bal peteğini plansız ve önceden tasarlanmamış şekilde yaptığı gibi geleceğin dünyasının bir prototipini örmeye başladıklarını gözlemlemek mümkündür. Marks ın : “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama bilerek dediği” dediği gibi Sürgünler de kendi tarihlerini kendileri yapıyorlar ama bilerek, planlayarak, yani bir tarih yapacağız diyerek değil.
Ya da Goethe nin : “ hayat ağacı yem yeşil teori gridir dostlarım” dediği gibi zorbalığın bir ürünü olarak oluşsa da sürgünler yaşadıkları “yem yeşil hayat” içerisinde geleceğin dünyasının bir prototipini yaratmaya başladılar. Ülkesine gidemeyen ve gitme şansı da hiç olmayanları bunun dışında bırakarak söylüyorum. Ülkeye dönebilen sürgünlerin önemli bir kısmı, doğduğu yerde yaşamak zorunda kalmış olanlardan daha mutlu bir hayat yaşayabiliyorlar. Bu söylenenler: bazı siyasiler ve (bazılarının kendi deyimi ile) “ekmek peşinde koşanların” yani ekonomik sürgünler için de geçerlidir. Demem o ki, sürgünlük bu günkü sistem içinde ve sistem tarafından çekilmez hale getirildiği için sıkıcı… Değilse bu günün sürgünlüğü geleceğin dünyasının bir prototipi olma özelliği taşıyor. İnsanlar hem terk ettiği hem de yaşamakta olduğu ülkede yararlı oluyor, yeteneğine denk üretimler yapabiliyorlar.
Politik sürgün olup da hem terk ettiği ülkede ve hem de yaşamakta olduğu ülkede kalabilen, yaşayabilenler her iki ülkenin teorik, ideolojik, politik değerlerini birbirine aktarma, her iki ülkede de aktif politika yapma olanakları bulabiliyor. Ekonomik sürgünler için de böyle : her iki ülkede de ekonomik yatırımlar yapabiliyor, ekonomik faaliyetler sürdürebiliyor.
Kuşkusuz geleceğin dünyası yani sürgünlüğün insanların dünyanın neresinde isterlerse orada özgürce yaşama boyutuna çıktığı dünya, sermayenin dünyası değil : devlet sermayesi mülkiyetinin de dünyası olmayacaktır. Geleceğin dünyası ortak mülkiyetin, ortaklar mülkiyetinin dünyası olacaktır. Başka bir tanımla: üretim araçlarının sahipliği ne devlete, ne de özel sermaye ve mülkiyet sahiplerine ait olacaktır. Üretim araçlarının mülkiyet sahipliği üretim güçlerine, üretici güçlere ait olacaktır. Mülkiyet sahipliliği toplumsal mülkiyet, üretim ise toplumsal üretim olacaktır. Daha doğru bir deyimle, bu gün var olan toplumsal üretimin mülkiyet sahipliliği de toplumsal olacaktır. Geleceğin sisteminin ismi sosyalizm olsa bile “devlet sosyalizmi” olmayacaktır
Yani toplumsal üretim eşittir toplumsal mülkiyet sahipliliği….Sözü edilen sistemde, bu günün üretim ve tüketimin denge bozukluğundan dolayı oluşmuş olan kriz ya da krizler olmayacaktır. Çünkü, üretimin toplumsallığı gibi tüketimin ve üretim araçlarının mülkiyet sahipliliği de toplumsal olacaktır.
Geleceğin sistemi olarak gördüğüm üretim araçlarının toplumsallaştırılması üzerine çeşitli makale ve kitaplar yazdığım için bur da detaya girmeyeceğim. Kısaca değinmemin nedeni genel olarak sürgünleri ve özel olarak da entelektüel emek sahibi sürgünlerin özgünlükleri yanında ya da özgünlükleri paralelinde yapabilecekleri çok ama çok şeylerinin olduğunu vurgulamaktı. Sürgünlüğe karşı mücadelemizi bir “özgürler dünyası” yaratma mücadelesine büyütme üzerinde bir tartışma başlatmaya yöneliktir.
Bilindiği gibi, geçmişte sürgünler iki kıta yarattılar. ABD ve Avusturalya…Bu dünyanın iki önemli kıtasını sürgünler oluşturdular. Tabi ki birer kıta ve birer tarih oluşturmak bilinci ve planı ile değil. Yaşamaktan zorlandıkları yerlerden kopup, kendilerine yeni yaşama alanları arayarak ve buldukları yerlerde kendilerine bir yaşama ortamı yaratarak… Bir çok arkeolog tarihçi Avrupalıların da Afrika dan kopup, Avrupa ya geldiklerini iddia ederler. Bir çok tarihçi için iddiadan da öte tarihsel bir gerçeklik olarak görülür. Asya Afrika gibi kıtalaşmış olan insanlığın çok eski yerleşim alanlarından geriye kalan kıtaların Avrupası antik çağdan kalsa da ABD ve Avusturalya iki üç yüz yıllık bir maziye sahiptir. Bundan hareketle : dünyamızın önemli bir bölümünü sürgünlerin oluşturmuş olduğunu söylemek mümkündür.
Çin dünyanın en eski kolonici ülkesi idi. Konfüçyüs ideolojisine ters olduğuna karar verilerek o dönemin Çin yönetimi tarafından kolonicilik terk edilmişti. Kolonilerle irtibatlı olarak binlerce gemi limanlarda çürümeye bırakılmıştı. Söz konusu kolonilerin tümünü, Avrupalılar yeniden inşa ettiler. Kapitalist modernite bu kolonilerin bir ürünü olarak doğdu gelişti. Kapitalizmin meta ihracı bu koloniler aracılığı ile başladı, komprador burjuvazi bu vesile ile oluştu. Dünyanın bundan sonraki doku ve dengesi emperyalistler ve işbirlikçileri üzerine monte edildi. Meta ihracının sermaye ihracına, sermaye ihracının taşıma harekatına dönüşmesine rağmen : emperyalizm ve işbirlikçilik ilişkisi hala devam ediyor. Kolonyalizim den beri devam eden dünya çelişkileri yumağı toplanarak : 20. Y. yıla taşındı. 20. Y. yıl, feodalite ve burjuva modernitesinin, işçi sınıfı ve kapitalizmin, sömürgelerle sömürgecilerin arasındaki çelişkilerin aynı süreçte çatışmasına sahne oldu.
Modernite ile feodalizmin arasındaki çelişki, işçi sınıfı ile burjuvazinin arasındaki sınıf ayrımı, sömürgelerle sömürgecilerin arsındaki çatışma gibi devasa çelişkilerin 20. Y. yılda çatışması 20. Y. yılı büyük felaketler y. yılı haline getirdi. 20. y. yılda iki dünya savaşı, Ermeniler ve Yahudilere yönelik iki büyük soy kırım felaketi gerçekleşti. Savaşlar, soy kırımlar sonucu milyonlarca insan acımasızca katledildi. Dünya insanlığın büyük bir çoğunluğu, kapitalist modernitenin yaratmış olduğu savaş ve soykırımlardan nefret ederek, savaşsız sömürüsüz bir dünya öneren Marksizme yöneldi. İnsanlığın büyük bir bölümünün ivedilikle Marksizme yönelimi toplumsal devrimleri tetikledi. Söz konusu tetikleme sonucu, halkların bu yönelimi Birinci ve İkinci Dünya savaşlarından sonra Sosyalist ve Demokratik devrimler gerçekleşti. Dünyanın üçte birinde reel sosyalizm hayata geçti.
Gelinen noktada insanlığın toplumsal ilerleme sürecinin, bir bütün olarak global kapitalizm ile arasındaki çelişki ile karşı karşıya geldiğini gösteren onlarca veri var. Artık 20. Y. yılda olduğu gibi dünyamız bir çelişkiler yumağı ile malul değil. Tek bir dünya sistemi ve ona karşı da insanlığın topyekun bir mücadelesi var. Tek ekonomi politika, çok kutuplu konjonktür ve genel emek gücünün öncü konumuna gelmekte olduğu bir toplumsal ilerleme süreci… Ve bütün bu alt ve üst yapı kurumlarının ürünü olarak oluşmuş olan sürgünler. Yukarıda sözünü etmiş olduğum geçmişte ki sürgünler; diyalektik ve tarihsel yasa gereği bu günlerin habercileri oldular. Bu günün sürgünleri de : doğanın aynı yasası gereği geleceğin sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız, insanların özgürce dilediği yerde yaşadığı bir dünyanın habercisi olacaktır.
Bunlar doğa yasalarıdır, onları kimse üretmez, onlar doğa ile birlikte var olmuşlardır. Doğa var oldukça onlar da var olmaya devam edeceklerdir. Marksist materyalistlere düşen görev söz konusu yasaları, sezmek, algılamak ve bilince çıkarmaktır. Bu doğa yasalarına dayanarak belirtmem gerekirse: Sürgünler platformunun özgünlüğü yanında bir de böylesi bir evrensel boyutu vardır. Sürgünler platformu, özgül ve evrensel boyutlu bu iki fenomenin de üstesinden gelebilecek şekilde entelektüel emek ve genel emek gücü ile mücehhez hale getirilebilir. Bence bu genel ve entelektüel emek gücü var. Sorun bunun organize hale getirilmesi ve doğal görev taksiminin birikim ve yeteneklere denk bir şekilde yapılması sorunudur.
Teslim TÖRE
570 kez okundu.