ÇÎYA BİLİNDİN TE NABİNİM (Dağlar yüksek, seni göremiyorum)

                                                                                                       Fevzi  KARADENİZ

Öyle söylüyor bir kürtçe türkü        fevzi kara deniz

Dağlar yüksek, seni göremiyorum.

Cudi’den, Süphan’dan mı, “gönül dağı” ndan mı sözediyor, bilemiyorum. Sevgiliden  ayrı düşmüş Kürdün çaresizliğini, hasretini, gönül kırıklığını anlatır.

Son günlerde bu stran yıllar önce Şıvan’ın ağıt yaktığı “Behra Wan ê” çevresinden, Bitlis’ten, Mutki’den yükseliyor.

Oğulları, kızları vahşice katledilen analar, dağların o kuytuluk boğazında toplu mezarlar arıyorlar. Elleriyle, tırnaklarıyla toprağı eşiyorlar, çocuklarının kemiklerini buluyorlar. Yıllarca yüreklerinde sakladıkları Şıvan’ı arıyorlar, bulamıyorlar.

Çîya bilindin te nabinim.

 

****

1974 yılıydı. İstanbul’da Diyarbakır Öğrenci Yurdunda kalıyordum. Yüksek Öğrenim Kültür Derneği Başkanıydım. Yurda öğrenci almada söz sahibiydim.

Sıkıyönetimden henüz çıkılmış, bir güvensizlik ortamı var. Tanımadıklarımızı, referansı olmayanları içimize almıyoruz.

O günlerde yirmili yaşlarda, esmer, kıvırcık saçlı, ince bıyıklı bir genç –Ankara’dan geldiğini söyleyerek- bir süre Yurtta kalma isteminde bulunduydu. Yukardaki nedenlerle reddettim.

Olaya müdahale eden bizden önceki kuşaktan DDKO İstanbul Başkanı Hikmet Bozçalı (ki sevip saydığım biriydi) beni kenara çekerek bu genci tanıdığını, yurtsever olduğunu söylediğinde sorun çözülmüştü. Böylece arkadaşım beni yıllarca sürecek olan bir mahcubiyetten de kurtarmıştı. Çünkü gelen Şıvan’dı.

Şıvan’la yıllar sonra sürgünlükte, Almanya’da karşılaştık. Stutgart’ta biz TKP’lilerin bir “gecesi” vardı. Sunuculuk yapıyordum. O ise artık milyonların sevgilisiydi, beni unutmuştu.

Olayı hatırlattım, gözlerim dolarak kucaklaştık. Mikrofonu Ona bıraktığımda takıldı:

“Tu yê icarê kuda bırevî!…”*

 

Gecede dinleyicilerin türkçe bir türkü istemine “senelerce biz sizi dinledik, şimdi siz beni dinleyeceksiniz!..” derken alkışlar ve ıslık sesleri arasında sahneyi terketti. Onu sahnenin arkasında Coğrafyamizdaki binbir dereden su getirerek türkçe söylemeye ikna ettim. Geri dönerek 50 yıl öncesinin “kara tren” ini kürtçe makamında söylerken salon alkıştan yıkılır gibi oldu.

Sonraki yıllarda Avrupa’nın pek çok ülkesinde, şehrinde sahnelere davet ettim.

Şıvan ê deşt u çîya**

Heval ê ti û birçiya!…

En son geçtiğimiz yıl Strasbourg’da, kültürel bir gecenin sahne arkasında eski anıları tazeledik. Necmettin Büyükkaya’yı, Hikmet Bozçalı’yı, Mehmet Vural’ı, Seydo Aslandağ’ı andık.

Bezi saz ekibine tanıtırken “… Siz bunu tanımazsınız. Bizi bu yollara bunlar düşürdü.” diyerek en küçük bir dahlim olmayan kendisinin onurlu sanat yaşamına ortak etme inceliğini gösterdi.

Bunları niçin söylüyorum?

Şıvan’la yaklaşık 40 yıla varan bir hukukumuz var. Devrimci-demokrat düşüncelerle, sanatçı-dinleyici ilişkisiyle, ama en çok yasaklanmış duygularla ve onlara saygıyla örülmüş bir hukuk.

Tabi gelinen noktada bu özel hukukun bir kıymet-i harbiyesi kalmış mıdır, bilemiyorum. Çünkü Şıvan’ın –benden çok daha yakın- yüzlerce dostu var. Dahası milyonlarca insanımızın gönlüne girmiş, orada yuva kurmuştur. O yuvaya toprak damlarımızın serçe kuşları, yabanımızın kırlangıçları senelerce su taşıdı. Yüreğimizin bir yanı alev alev yanarken, bir yanı bu emeğin yüzüsuyu hürmetine her daim serin kaldı.

Şimdi Şıvan’a kızan, küsen, sitemeden Kürtlerin kaygısı şudur:

Şıvan yuvadan uçacak, altın kafese girecek. Altın kafeste gün 24 saat “Ax welat!…” diyecek. Welat hasreti bitmeyecek.

Gönül bahçemizin bir yanı viran olacak Menekşe kuruyacak, gül solacak. Senelerce yuvaya su taşıyan sahipsiz kuşlar “vefasızlık”tan utanacak.

Gerçi Şıvan “altın kafes” görmemiş değil. İngiltere’de, İsveç’te, Fransa’da, Avusturya’da, Kürdistan’da köşklerde, saraylarda çok ağırlandı. Öyle de olsa, Almanya’da Bülent Arıç’la girdiği ilişki biçimi ve sonraki açıklamaları özgürlük mücadelesinde bedel ödemiş kürtleri hayli incitti.

Bu ilişki bana da yıllar önceki bir fotoğraf kalesini hatırlattı. İsveç’te sürgünde yaşayan değerli sanatçı Tuncel Kurtiz ile İsveç Başbakanı Olaf Palme vardı karede. Tuncel Kurtiz dimdik heykel gibi duruyordu. Palme, hafif eğilmiş, elleri önde bağlıydı. Resim yanılmıyorsam Milliyet Gazetesinde çıkmıştı, altında şu ibareyle:

“Ayakta dimdik duran bizim ülkeden kovduğumuz Tuncel Kurtiz, karşısında eli bağlı olan İsveç Başbakanıdır.”

 

Şıvan’ı –çoktan hakettiğini düşündüğüm- buna benzer bir fotoğraf kalesinde görmek isterdim. Amacım kimseyi ezmek değil. Zaten ortada ezilen-küçülen yok!. Tam tersine o fotoğraf kalesinde asıl büyüyen Olaf Palme’dir. Polonya’da Nazi vahşetini hatırlayıp “meçhul asker” anıtı önünde dizçökerek büyüyen Willy Brand gibi.

Yani 35 yıl Ona sürgünü reva gören, bölücülükle, hainlikle ithameden, dilini, kültürünü, türkülerini yasaklayarak zulmeden devlet –özür babından- pekala bir temsilcisini Şivan’ın evine gönderebilirdi.

Şıvan’da misafirine hizmette kusur etmezdi. Karşılıklı öneriler getirilir, kabul edilir veya edilmezdi. Uygar ilişki, samimiyet ve hakkanıyet bunu gerektirirdi. Ne ki, herşey tersinden oldu.

Belki Avrupa Sosyal Demokrat hareketinin mümtaz şahsiyetleriyle siyaset bezirganlarını kıyaslamam doğru olmadı ama, Şıvan sanatıyla bir halkın onurunu temsil ettiğini biliyordur sanırım.

Öte yandan Şıvan’ın görüşmeden sonraki açıklamaları zehir zemberek. Bir sanatçıdan beklenen incelik, yumuşaklık yok! Kendisini “hain” likle suçlayan hoyratlığa cevapları aynı mealde. Kullandığı kimi argümanlar kısır itham ve tartışmalarla kendisini tüketen bazı Kürtlerinkine benziyor.

Kürt hareketine, legal siyaset içindeki şahsiyetlere yönelttiği eleştiriler ağır ve haksız. Onların Kürtçe bilmemesi polemik konusu yapılamaz. Ortada bir ayıp varsa Kürtlerin kendi anadilinde eğitim yapmasını, öğrenim görmesini yasaklayan, zorasimilasyon uygulayan devletindir.

Bugün hala  -Ahmed ê Hani’ye, Kamuran Bedirxan’a, M. Emin Bozarslan’a, Mehmed Uzun’a rağmen- Kürtlerin dili, Alfabesi, Grameri, romanı, şiiri yok sayılıyor. Milli Birlik-Seferberlik açılımına, açılan televizyon kanalına rağmen kürtçe inkar ediliyor, “bilinmeyen dil” deniyor.

Velhasıl pespaye bir teranedir sürüyor.

 

****

 

Şu son sözler de doğrudan Şıvan’a:

Sevgili Şıvan!.

Asya’da, Afrika’da, Ortadoğu’da, Balkan’larda, Avrupa’da yıllar boyunca yüzmilyonlarca insan barış ve özgürlük adına “zafer işareti” yaparak koştu. Yorulanlar, düşenler oldu. Çocukları, torunları hala koşuyor. Ülkemizde ırkçılıkla, Kürtlerin inkarıyla özdeşleşmiş “kurtbaşı” nı mazlumların  özlemiyle yanyana getirmek özensiz oldu. Türkiye’li devrimcilerin, Newroz’a katılan yüzbinlerin duyguları, özgürlük şarkıları yaralandı.

Oysa senin her sözün 40 yıldır süren, insanı alıp götüren uzun bir stranı andıran sanat yaşamına yakışmalı:

Neyseki bunun telafisi senin hayatında, lugatında, repertuarında var: Sahte açılımcılara “Kine Em!…” demen yeter!…

 

Emin ol ara duraklarda durmaz da kendini halkının kollarına atmak istersen, yüzbinler kollarını açar, seni ayakta karşılar. O insan deryasının en önünde Diyarbakırlı küçük çocuklar sana kırlardan topladıkları çiçekler sunacaklar. Belki de sitem dolu bakışlar fırlatarak, zafer işareti yaparak.

Öyle ya… Şıvan’ın böylesine bir dönüşü ençok anadilleri yasak o çocukların zaferi olmayacak mı?

 

* Bu sefer nereye kaçacaksın

** Ovaların, dağların Şıvanı

Açların, susuzların Yoldaşı

1490 kez okundu.

Check Also

„Exil und Frauen“ – Engin Erkiner

Die Broschüre „Exil und Frauen“ wurde von Engin Erkiner  veröffentlicht. Wir danken Engin Erkiner für …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir