Sürgünlüğün önemli özelliklerinden bir tanesi terk edilmek zorunda kalınan ülkedeki geçmişte yaşamak, yaşanılan ülkeyi ise değişik yönlerden reddetmektir. İlk beş yıl için normal karşılanabilecek bu durum sonraki yıllarda da sürdüğünde ve hatta 20-30 yıl sonrasında bile değişmediğinde önemli sonuçlara yol açar. Kişi yıllardır yaşadığı ülkeye yabancılaşır. Güncel gelişmeleri yıllar öncesindeki örnekler çerçevesinde değerlendirir.
Almanya’da göçmenlerle ilgili gelişmelere yönelik değerlendirmelerde bunun son örneğini görebiliriz.
Sürgün dergisi okurları bu gelişmeleri bildikleri için tekrarlamayacağım.
Avrupa sürgünleri yıllardan beri 1970-1990 döneminde yaşamaktadır. Bazıları için zaman aralığı daha kısadır. Geçmişte yaşamak bulaşıcıdır, belirli bir ülkeyle sınırlı kalmaz. Almanya’da göçmenlerle ilgili sorunlar da neredeyse 40 yıl öncesindeki gibi değerlendirilir.
40 yıl önce, 1980’li yıllarda göçmen değil yabancı denirdi.
40 yıl içinde Almanya göçmenlerle doldu. Hem yeni insanlar geldi ve hem de ülkede yaşamakta olan göçmenler çoğaldılar. Bugün gündemde olan, üzerinde değişik tartışmalar yapılan konu, 40 yıl öncesindeki gibi göçmensiz Almanya değil, düzensiz göçün sınırlandırılmasıdır.
Göçmensiz Almanya olmayacağını bugün herkes biliyor. Üstelik 40 yıl öncesinde bulunmayan önemli bir gerçek var: göçmen kökenli Almanlar (Deutsch mit Migrationshintergrund). Göçün iyice kısıtlanması konusunda sert önlemleri savunan CDU/CSU’nun bile içi göçmen kökenli Almanlarla doludur. Bu Almanlar toplumun her alanında bulunmaktadır ve bunların dışlanması mümkün değildir.
Geçmişe bağlılık bulaşıcıdır, her alanda kendini gösterir ve kişi yıllardır yaşadığı ülkeye yabancılaşır. İnsanlar yıllar öncesindeki geçmişleriyle değerlendirilirler. Sanki yıllardır sürgünde yaşadıkları ülkelerde önemli bir şey yapmamışlardır; yapmış olanlar için bile konu suskunlukla geçiştirilir. Sürgündekiler arkadaşlarının sürgün yaşamıyla değil, sadece öncesiyle ilgilenirler.
Gökhan Harmandalıoğlu yaklaşık 30 yıllık sürgünlük hayatında üretici sürgünlüğün önemli örneklerinden birisiydi. Ölümünün beşinci yılında sadece Türkiye’de anılacak olmasını hayretle karşıladım. Burada televizyon programları, belgeseller yaptı, gazetede yazılar yazdı, şiir kitabı çıktı. Örnekleri fazlasıyla varolan tipik bürgünler gibi Türkiye’de yaptıklarıyla idare etmek yerine, üretmeyi seçti. Bu nedenle kişinin sadece Türkiye’de değil Almanya’da da anılması gerekirdi. Kişinin burada da anlatılması gereken bir tarihi bulunuyor.
Sürgünler kendi sürgün tarihlerini ciddiye almazlarsa, başkalarından bunu beklemesinler. Sürgün araştırmaları Türkiye’deki akademik dünyada yavaş da olsa gelişiyor. Bu konuda çalışma yapan ve Almanya’ya gelip sürgünlerle söyleşi yapanlarda ortak özellik şudur: sorular tümüyle Türkiye’deki hayata yöneliktir. 20-30 yıldır sürgünde yaşanılan ülkede ne yapılmıştır, bununla ilgili soru yoktur. O yıllar yok sayılmaktadır. Anlayış şöyledir: kişinin tarihi Türkiye’deki tarihinden ibarettir; sürgünde ne yapılabilir ki? Özlem çekilir, bunalıma girilir vb. Hepsi bu kadar!
Şüphesiz öğreneceklerdir ama sürgünler bile kendi yaptıklarını yeterince önemsemediğinde öğrenmeleri uzun sürecektir.
Yaratıcı sürgünlüğün uygun döneminde yaşıyoruz. Eskiden Almanya’da üretilenin başka Avrupa ülkelerinde bile duyulması kolay değildi. Şimdi ise gelişmiş iletişim olanakları sayesinde dünyadaki her ülkeye ulaşmak mümkündür.
Kendinizi geçmişe hapsetmişseniz, yeniye de kapalı olursunuz. Yıllar öncesinin sürdüğünü sanırsınız. Benzer durum tekniğin kullanılması için de geçerlidir.
Sürgünler yıllardan beri yaşadıkları ülkeye ait olmayı öğrenmek durumundadır. Yıllardan beri sürgünlüğün önemli motiflerinden birisi olan dönüş isteği içerik olarak değişmiştir. Dönüşten kastedilen terk edilmek zorunda kalınan ülkede yerleşmek değil, özgürce gidip gelebilmektir. Aksi durumda orada yeniden bir hayat kurulması gerekecektir ki, bu da oldukça zordur.
Türkiye kökenli göçmenler özellikle 3. ve 4. kuşaktan başlayarak kendilerini uzun yıllardır yaşadıkları ülkenin insanı olarak görüyorlar. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Türkiye’de yapamazlar. Bunu deneyenler büyük oranda başarısız oldular.
Sürgünlerin aynı anlayışa ulaşması daha zordur, geçmişle bağları daha güçlüdür ama ulaşmaları gerekmektedir. 30-40 yıl öncesinde yaşamıyoruz. Türkiye değişti, Almanya değişti ama sürgünler bu değişimin gerisinde kaldılar. Almanya’da AfD’nin yükselmesini 40 yıl önceki yabancı düşmanlığı kapsamında değerlendirmek bu geri kalmışlığın örneklerinden birisidir.
Evet, AfD’nin yükselmesi sürgünler ve genel olarak göçmenler için tehlike işaretidir ama büyük endişeye kapılmak gerekmiyor. İster Türk, ister Kürt isterse Alman olarak kendinizi görebilirsiniz; asıl önemli olan bu toplumun insanı olduğunuzu kavramanızdır. Ülkede Alman kökenlilerden, göçmen kökenli Almanlardan ve göçmenlerden oluşan güçlü bir anti faşist potansiyel bulunuyor. Bu düzeyde potansiyel Türkiye’de yoktur.
Konuşmak bir şeydir, yapabilmek başka bir şeydir.
Bu genel belirleme ırkçılar için de geçerlidir.
TC hükümetleri değişen durumu sosyalistlerden daha iyi değerlendiriyor, yıllar öncesine takılıp kalmıyorlar. Hatırlayacaksınız, bir dönem vatandaşlıktan çıkarma tehdit olarak kullanılırdı, artık duyulmaz oldu. Çok sayıda sürgün ve göçmen yaşadığı ülkenin vatandaşı oldu ve TC vatandaşlığından çıkarılmak da eski etkisini kaybetti.
12 Eylül sonrasındaki yıllarda Batı Almanya’daki kitlesel muhalefet büyük oranda sürgünlerden değil, TC pasaportlulardan oluşuyordu. Konsolosluklarda pasaportlara el konulması bu insanları yıldırmak, zor duruma düşürmek için kullanılıyordu.
Yıllardan beri bu yöntem kullanılmıyor çünkü etkisi iyice azaldı. Bunun yerini farklı baskı yöntemi, Türkiye’ye giden muhaliflerin tutuklanması aldı.
TC yıllar öncesinde yaşamıyor, dönemin ihtiyaçlarına göre yöntem değiştiriyor. Interpol’ü de daha yoğun kullanıyor.
Adımızı da doğru belirlememiz gerekiyor. Sürgünlük göçmenliğin özel bir çeşididir ve kendimizi sol göçmen olarak görmemiz gerekir. Sadece Türkiye kökenli göçmenler bile dikkate alınacak olsa, aralarında sosyalistinden faşistine kadar her çeşit politik görüş bulunuyor. Ülkü Ocakları’nın ve dini cemaatlerin Almanya’daki tabanı güçlüdür. Benzer durum sürgünler için de geçerlidir. Fettullahçılar da sürgündür ama başka kategoriye girerler. Bizler sol sürgünleriz.
Sürgünlerin ilk yapması gereken kendilerini ciddiye almayı öğrenmek, yaptıklarına sahip çıkmaktır. Kimsenin geride bıraktığı ülkedeki tarihini reddetmesi ya da unutması gerekmiyor ama sürgünün de tarihi vardır ve bu tarih özlemekten, anıları sürekli tazelemekten ibaret değildir.
Anna Seghers’in romanlarında geçmişten güç alarak dönemin sorunlarına karşı mücadele etmek, direniş sergilemek anlayışı bulunur.
12 Eylül’den 45 yıl, daha öncesinden 50 yıl sonra bu anlayışın aşılması gerekmektedir.
Sürgün değişebilir, üretebilir ve kendi tarihini şekillendirebilir.
SÜRGÜN Dergisi 8. Sayida yayımlanan yazı
11 kez okundu.