Doğan Özgüden
65 yıllık gazetecilik yaşamımızda aynı sorunla üçüncü kez karşılaşmak da varmış… Evet, «vatansızlaştırılma» sorunu… İlk karşılaşmamız 35 yıl önce… O dönemde İnci de, ben de askeri faşist cunta tarafından yüzlerce rejim karşıtıyla birlikte vatandaşlıktan atılmışız…
O yetmemiş, 29 yıl önce «demokratikleşen Türkiye» adına Brüksel’de AB’nin kapısını çalan Turgut Özal tarafından «vatansızlığımız» ikinci kez tebliğ edilmiş…»
Bugün ise islamcı faşist yönetim kendinden yana olmayan yurt dışındaki herkese karşı «vatansızlaştırma»yı yeni bir baskı silahı olarak kullanmaya başlıyor…
Aslında «vatansız» kelimesiyle tanışmam çok eski yıllara rastlıyor. İkinci Dünya Savaşı döndeminde Anadolu steplerinde demiryolcu bir ailenin ilk öğrenimini köy okullarında tamamlamaya çalışan çocuğu olarak 7-8 yaşlarındayken tanımıştım. Büyük bir açlıkla okuduğum Sertel’lerin Çocuk Ansiklopedisi’nde beni en fazla etkileyen kişiliklerden biriydi Vatansız Adam Nolan… 19. Yüzyıl başlarında Amerikan Ordusu’nun kör disiplinine isyan ettiği için vatandaşlıktan atılan bu genç subayın acılı öyküsünü hiç unutamamıştım.
O yıllarda babamın mütevazı kitaplığında Nazım Hikmet’in kitaplarının özel bir yeri vardı. En çok okuduğum kitaplardandı… Ta ki 1951 yazına kadar… Yıllarca süren mahpus yaşamından sonra uğradığı baskılar ve aldığı tehditler nedeniyle Türkiye’den kaçmak zorunda kalınca büyük şair de «vatan haini» ilan edilmiş ve Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkartılmıştı. Artık o da Nolan gibi vatansızdı. Ve de yeniden başlayan anti-komünist baskı ortamında Nazım’ın kitapları da kitaplıktan çekilip zulaya konmuştu…
Gençlik yıllarında hiç unutamadığım bir başka «vatansız» da 1962 yılında da Türkiye İşçi Partisi’nin İzmir örgütlenmesinde birlikte mücadele verdiğimiz Haymatlos Rıza… İkinci Dünya Savaşı’nda Tito’nun partizanları safında döğüştükten sonra Türkiye’ye göçmüş bir Yugoslav Türk’ü… Türk Devleti kendisine kalıcı oturum vermeyi reddettiği için hep haymatlos, yani vatansız, ama mücadeleden yılmıyor… Sonunda canına tak edip tekrar Yugoslavya’ya dönüyor.
On yıl sonra 12 Mart Darbesi bizleri sürgüne zorluyor… 1972 Paris… Bu kez cuntaya karşı ortak mücadelede yine bir «vatansız»la birlikteyiz: Seçkin bilimadamı Prof. Fahrettin Petek… Türkiye’de eczacılık yaparken komünist örgütlenmede aktif yer alan Petek, komünist avının başladığı yıllarda Türkiye’yi terketmiş… Paris’te kendisini bilimsel çalışmalara verirken, bir yandan da İlerici Jön Türkler örgütünün kurucuları, Nazım Hikmet’in hapisten kurtarılması için yurt dışı kampanyaların örgütleyicileri arasında yer almış… Nazım Hikmet’in vatansızlaştırılmasından tam on yıl sonra, 1961’de, hem de Türkiye’yi demokratikleştirme iddiasındaki Milli Birlik Komitesi’nin kararıyla Petek de Türk vatandaşlığından çıkartılmış.
Sürgün İnci’ye de, bana da Türkiye’deyken hiç sözü edilmemiş, sol örgütlerde dahi hiç tartışılmamış bir başka trajediyi tanıtıyor: 1915 – 1923 arası soykırımlar ve sürgünlerinin kurbanı olan milyonlarca Ermeni’nin, Asuri’nin, Rum’un «vatansızlaştırılma»sını…
Ve de 1980 Darbesi’nin ardından başlıyor bizi de hedef alan büyük «vatansızlaştırma»…
Ama sanılmasın ki yurt dışındaki muhalifleri toplu olarak vatandaşlıktan atma fikri Evren’in başını çektiği askeri faşist cuntaya aittir. Hayır… Bu konudaki ilk girişim darbeden çok önce Ecevit’in başında bulunduğu CHP’nindir. Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar, Nisan 1979’da verdiği bir demeçte, “Yurt dışında faaliyet gösteren, kanı ve kafasıyla milletimizin ferdi olmaya layık bulunmayanlar”a karşı gereken önlemlerin alınacağını açıklar, ardından da İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, Avrupa ülkelerinin Türkiyeli teröristleri desteklediğini ileri sürerek bunlara karşı ivedi önlem alınmasını ister. Ardından CHP Kastamonu Milletvekili Sabri Tığlı‘nın “devlet güvenliği aleyhinde faaliyette bulunanların vatandaşlıktan atılması” önerisi TBMM Dışişleri Komisyonu’nda kabul edilir, ama 1980 Darbesi önerinin Meclis genel kurulunda yasalaştırılmasına olanak vermez.
Bu utanç verici fikri uygulamaya koymak 1981 yılında Evren Cuntası’na nasip olur… «Vatansızlaştırma»da hedef alınan ilk iki kişi darbeden sonra yurt dışına çıkmış olan Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Behice Boran ile TÖB-DER Genel Başkanı ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi yöneticilerinden Gültekin Gazioğlu’dur.
Boran’ın ilk hedef seçilmesinin nedeni Brüksel’de dünya kamuoyuna cunta aleyhinde yaptığı açıklamalardır.
Boran 12 Eylül Darbesi’nden bir süre sonra legal bir pasaportla Türkiye’den Bulgaristan’a gitmiş, Sofya civarında komünist partiler yöneticilerinin tedavi gördüğü özel bir hastanede eşi Nevzat Hatko’yla birlikte kalıyordu. Bir yıl önce kurmuş olduğumuz Demokrasi İçin Birlik örgütü Brüksel’de Şubat 1981’de 12 Eylül Cuntası’na karşı bir protesto gecesi düzenlemeyi kararlaştırdı. Geceye konuşmacı olarak katılmasını önermek üzere Sofya’ya ben gitmiştim.
Boran’ın Sofya’dan Brüksel’e gitmesine Bulgaristan Komünist Partisi yöneticileri pek sıcak bakmıyordu. Gerekçe olarak Boran’ın sağlık durumunun buna müsait olmadığını söylüyorlardı. Bu konuda her türlü ön tedbiri almaya hazır olduğumuzu, Bulgar doktorların tavsiyelerine göre hareket edeceğimize belirtince tedirginliklerinin gerçek nedenini açıkladılar.
Evren Cuntası, Boran’ın Türkiye’den sorunsuz çıkıp Bulgaristan’a gitmesine izin verirken, kendisinin Türkiye’deki rejim aleyhinde yurt dışında herhangi bir girişime karışmasına izin verilmemesi konusunda güvence istemişti. « Boran Brüksel’e gider, hele sizin önerdiğiniz geceye katılırsa, bizim Türk Devleti’yle ilişkilerimizde büyük sorun doğar, » diyorlardı. Gece geç saate kadar süren tartışmalarımızın sonunda Boran’ın Brüksel’e gitmesine izin verdiler.
Boran 10 Ocak 1981’de Balkan Hava Yolları‘nın bir uçağıyla Brüksel’e gelerek bizim misafirimiz oldu. 14 Şubat gecesi hazırlıklarını sürdürürken kendisinin Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye’deki durum üzerine bir konuşma yapmasını, Belçika ve Hollanda televizyon ve gazetelerinde demeçlerinin, röportajlarının yayınlanmasını sağladık.
Türkiye’de milletvekilliği de yapmış olan bir siyasal liderin Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun başkentinde cunta rejimine karşı açıkça eleştirilerde bulunması üzerine önce Türk medyasında Boran’a karşı saldırı kampanyası başlatıldı…
Ardından da yurda dönmezse vatandaşlıktan çıkartılacağı açıklandı. Mücadelesini artık sürgünde sürdürecekti. Kendisinin « vatansızlaştırma » operasyonunda Gazioğlu ile birlikte ilk hedef seçilmiş olması buradan kaynaklanıyordu. Cunta intikam alıyordu…
Hürriyet Gazetesi yurda dönmeyen Boran ve Gazioğlu’nun vatandaşlıktan çıkartıldıkları haberini 5 Mart 1981 tarihli sayısında şu manşetle veriyordu. “Acı Akıbet: Boran ve Gazioğlu artık ‘Türk’ değil!”
Tüm ömrünce Türkiye halkının daha özgür ve daha insanca bir yaşama kavuşması için mücadele vermiş olan Boran’ın bu haberi okuduktan sonra gözlerindeki buruk ifadeyi çok iyi anımsıyorum. 71 yaşındaki kalb hastası bir siyasal şahsiyet hakkında alınan bu karar, insanlık adına utanç vericiydi.
Bu arada vatandaşlıktan atılmanın getirdiği bir takım pratik sorunların da halledilmesi gerekiyordu. Cunta’nın kararına göre vatandaşlıktan atılanların Türkiye’deki tüm mal varlığına devlet tarafından el konulacaktı.
Boran’ın İstanbul’da bir evi ve kendince kıymet verdiği bazı özel eşyası vardı. Bunları devlet el koymadan oğlu Dursun’un üzerine geçirmek istiyordu. Ancak resen vekaletname çıkartmak için artık TC Başkonsolosluğu’na başvurması mümkün değildi.
Hukukçulara sorarak uluslararası noterlik anlaşması uyarınca bir Belçika noterinden çıkartılan vekaletnamenin de geçerli olabileceğini öğrendik. Türkiye’den getirttiğimiz bir vekaletname örneğinin Fransızcasını Belçika noterine onaylattırıp Türkiye’ye gönderdik.
« Vatansızlaştırma » uygulaması Boran ve Gazioğlu ile de sınırlı kalmadı.
Hemen ardından o sırada sürgünde bulunan Şanar Yurdatapan ve Melike Demirağ’a, DİSK yöneticilerine de yurda dönme çağrısı yapıldı.
Şanar ve Melike’nin ilk hedeflerden biri olmasının nedeni de kısa bir süre önce Belçika Sinema Eleştirmenleri Derneği tarafından Türkiye’de hapiste bulunan Yılmaz Güney’in « Sürü » filmine verilen ödülü almak üzere Brüksel’e geldikleri sırada kamuoyuna cuntayı eleştiren açıklamalarda bulunmalarıydı.
Bir süre sonra Türkiye’den kaçarak Fransa’ya gelen ve Cannes Festivali’nde « Yol » filmiyle Altın Palmiye ödülü alan Yılmaz Güney başta olmak üzere Cem Karaca, Ali Baran, Mehmet Emin Bozarslan, Nihat Behram, Mahmut Baksı, Şah Turna, Fuat Saka, Demir Özlü, Yücel Top, İnci ve ben de dahil yüzlercemiz Cunta şefi Evren tarafından “kansızlar” diye suçlanarak vatandaşlıktan atıldık.
Sadece bizler mi? Aynı dönemde siyasal olmasa da çeşitli nedenlerle Türk vatandaşlığından atılanların sayısı 14 bini, pasaport talepleri reddedilenlerin sayısı 388 bini geçiyordu.
Cunta’nın siyasal nedenlerle vatansızlaştırdığı kişilerden bir bölümü, örneğin Behice Boran ve Yılmaz Güney sürgünde yaşama veda ettiler. Cem Karaca, Başbakan Turgut Özal’ın özel çağrısıyla Türkiye’ye döndü.
TİP ve TKP’nin Türkiye Birleşik Komünist Partisi adı altında birleşmesinden sonra bu yeni kuruluşun yönetici ve militanlarından bazıları Özal yönetiminin hoşgörülü davranacağı umuduyla Kasım 1987’de Türkiye’ye toplu dönüş yaptılar, bir kısmı tutuklandı, yıllarca yargılandı.
İnci ile bana ise vatandaşlıktan atılmamızdan beş yıl sonra, yine Özal’ın başbakanlığı döneminde, «vatansızlaştırıldığımız» ikinci kez tebliğ edildi. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik talebine yeni bir ivme kazandırmak için geldiği Brüksel’deki basın toplantısında kendisine insan hakları ihlalleriyle ilgili sorduğumuz sorulardan rahatsız olan Özal, 1 Haziran 1988’de Türk Başkonsolosluğu aracılığıyla vatandaşlıktan atıldığımızı bize iadeli taahhütlü mektupla ikinci kez tebliğ ettirdi.
Bunun üzerine bir avukat aracılığıyla «vatandaşlıktan çıkartılma» kararına karşı Danıştay’da iptal davası açtık, ancak bu yüksek mahkeme 12 Haziran 1990 tarihli murafaada yeni anayasaya göre MGK ve onun hükümetinin kararları aleyhine dava açılamayacağı gerekçesiyle talebimizi reddetti.
Türkiye’deki tüm itiraz yolları kullanılıp da bir sonuç alınamadığından, son çare olarak 7 Aralık 1990 tarihinde vatandaşlık kaybettirme kararına karşı Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nda dava açtık. Türk Hükümeti ilk savunmasında «komünist, bölücü ve anarşist» faaliyetlerimizden ötürü Türk Ceza Kanunu’nun 140, 142 ve 159. maddelerine göre hakkımızda açılmış birçok dava bulunduğunu belirterek Türk vatandaşlığından atılmayı sonuna kadar hakettiğimizi ileri sürüyordu.
Bizim bu demagojik suçlamalara verdiğimiz cevap üzerine AİHK hükümetten daha ayrıntılı bir savunma daha istedi. Verebilecekleri inandırıcı bir yanıt yoktu. Bunun içindir ki, kendisine tanınan yanıt verme süresinin dolmasına bir gün kala hükümet, Vatandaşlık Yasası’nın 25. Maddesi’ne Cunta’nın eklediği G fıkrasını yürürlükten kaldıran bir kanunu alelacele Meclis’ten geçirdi.
Avrupa kurumları genelde Türkiye’yle ilişkileri iyileştirme sürecine girmiş olduğundan AİHK da bu iptal kararını gerekçe göstererek 28 Haziran 1993’te dâvanın görülmesine gerek kalmadığına oy çokluğuyla karar verdi.
Bu karar üzerine Türk vatandaşı olarak ülkemize dönmemiz halinde hakkımızda açılmış onlarca davadan dolayı tutuklanmayacağımıza dair Dısişleri Bakanı Hikmet Çetin’den yazılı güvence istedik. Avukatımız Halit Çelenk’in tüm uğraşına rağmen Çetin’den de, ondan sonra dışişleri bakanlığını üstlenen eski dostlarımız Mümtaz Soysal ve İsmail Cem’den de hiçbir yanıt gelmedi.
Aksine, 12 Mart Darbesi’nin 30. Yıldönümü nedeniyle Yazın Dergisi’ne yazdığım makalede Türk Ordusu’na hakaret ettiğim gerekçesiyle bir İstanbul Mahkemesi 27 Eylül 2002’de Türkiye’ye döndüğüm takdirde derhal tutuklanmam için tüm sınır kapılarına tevkif müzekkeresi gönderdi.
Üç ay sonra da Türkiye’de islamcı faşizmin temellerini atacak olan AKP’nin iktidarlaşmasıyla vatansızlığımızın son bulması olasılığı tamamen ortadan kalktı…
İşte o iktidar ki bugün, tıpkı 36 yıl önceki askeri faşist yönetim gibi, yurt dışında kendine biat etmeyen herkesi vatandaşlıktan atma çılgınlığını yeniden başlatmakta…
Tecrübeyle biliyoruz ki bu yeni uygulama islamcı faşist yönetime boyun eğmeyen, direnen, sesini yükselten her Türkiyeli’nin başında damoklesin kılıcı gibi sallanacak…
Tayyip’in ücretli ya da gönüllü fedaileri «tehlike» saydıkları herkese soracaklardır:
«Hâlâ vatansızlaştıramadıklarımızdan mısınız?»
Ve de gerisini, hiç kuşku olmasın, her devrin ve her iktidarın bendesi hariciyeciler büyük bir sadakatle yerine getireceklerdir.
105 kez okundu.