Oya Açan: Öğretmen bir anne, subay bir babanın kızı. Sonrası! Sonrasındaki işini hep “devrimcilik” olarak tanımlar. Önceki mahpusluk deneyimlerine ek (1984-1987, 1994-1996, 1998-2001), 19 Aralık 2000 Katliamı’nda da Ümraniye’dedir . 56 kilo ile başladığı Ölüm Orucu Direnişi sırasında; ölüm sınırında, 24 kilo olarak şartlı tahliye edilir. Yaklaşık 14 yıldır zorunlu olarak yurtdışında-Fransa’da yaşamaktadır.
Selim Açan: 12 Mart, 12 Eylül ve 1994 sonrası olmak üzere değişik dönemlerde toplam 15 yılı aşkın bir süre cezaevlerinde kalır. 12 Eylül faşizmi tarafından toplam 333,5 yıl (üçyüz otuzüçbuçuk) sene hapis cezasına çarptırılır. 19 Aralık 2000 Katliamı sırasında Bayrampaşa Hapishanesi’ndedir. Operasyon sonrası önce Edirne, arkasından Tekirdağ F Tipi’ne sürülür. 1992’den günümüze kadar Devrimci Proleterya ve Alınteri gazetelerinde yazarlık ve yöneticilik yapar. Yaklaşık 14 yıldır zorunlu olarak yurtdışında-Fransa’da yaşamaktadır.
Ganime Gülmez
* Kaç yıldır yurt dışındasınız? ‘Sürgünde yaşıyoruz’ diye bir kavram kullanıyor musunuz? ‘Sürgündeyiz’ dediğiniz oluyor mu?
2002 sonunda Türkiye’den çıkmak zorunda kaldık. Yani yaklaşık 14 yıldır yurt dışındayız. Fakat kendimizi hiçbir zaman “sürgün” ya da “mülteci” olarak görmedik. Günlük mesaimiz, önceliklerimiz ve yapmaya çalıştıklarımız bakımından böyle hissetmemizi gerektirecek bir durumda da değildik. Çıktığımız günden beri mesaimizin, dikkatimizin ve enerjimizin ağırlıklı kısmını Türkiye’deki mücadele, onun ihtiyaçları ve sorunlarının çözümü için çaba harcamak oluşturdu. Yurt dışında yapmaya çalıştıklarımızı da buna tabi, bunun bir parçası olarak gördük. Teknolojinin sunduğu imkanlardan da yararlanarak sürekli Türkiyeyi ve Türkiye’deki mücadeleyi soluduk. Öyle ki, 2004 sonrası bizimle görüşmek üzere yurt dışına gelip giden ve yollarımızın sonradan ayrıldığı tasfiyeciler dahi “Bu evde Türkiye, Türkiye’dekilerden çok daha fazla solunuyor” gözlemini dile getirmişlerdi.
Zaten “sürgünlük” ya da “mültecilik” bulunulan mekana bağlı, ondan hareketle tanımlanabilecek bir konum değildir. O her şeyden önce devrim ve sosyalizm mücadelesiyle nasıl bir ilişkilenme içinde bulunulduğuna bağlı olarak tanımlanması gereken bir duruş sorunudur. Kafaca ve ruhça olduğu kadar, somut olarak nasıl bir pratiğin sahibi olunduğuna, örgütlü devrimci mücadelenin ihtiyaç ve sorunlarıyla nasıl bir ilişkilenme içinde bulunulduğuna bakılarak tayin edilmesi gereken bir konumdur. Bu bağlamda, gerçekte kimin mülteci konumunda olduğunu anlamak için ‘nerede’ olduğundan önce ‘nasıl’ durduğuna bakmak gerekir.
Bir zamanlar yoldaşımız olan ya da yakından tanıdığımız nice insan var ki, Türkiye’de yaşadıkları halde pasaportsuz mülteci konumundadırlar. Sadece örgütlü devrimcilikten değil, devrimci mücadelenin kendisinden uzak durmaktadırlar çünkü. İçlerinde hala “solcu” görünenler bile burjuvaziyi ve onun devletini rahatsız etmeyecek oyalanma pratikleriyle zevahiri kurtarıp ruhlarını rahatlatmaktadır.
Buna karşın biz, yurtdışında yaşıyor olduğumuz halde sadece bulunduğumuz ve gidip geldiğimiz ülkelerin polisi ve istihbarat servislerinin değil Türk polisi ve istihbaratının da takibi ve tacizi altındayız. Yıllardır yurtdışında olduğumuz bilindiği halde hala yakınlarımızın evleri basılmakta, bizimle ilişkisi olduğu düşünülen yoldaşlarımız daha özel bir takip altında tutulmaktalar. Öyle ki, özel olarak ağırlaştırılmış ve kesinleşmiş hapis cezalarının dışında devlet hakkımızda hala “terör örgütü yöneticiliği”nden yeni davalar açmakta. Yani bu yönüyle de “sürgünde” sayılmayız.
* Nice tarihler devirdikten sonra ve sağlık sorunlarıyla birlikte; yabancı bir ülkede ve o ülkenin dilini dahi bilmeden hayata başlamak nasıl bir şeydi?
Kuşkusuz zor ve sıkıntılıydı. Elbette bize yardımcı olan yoldaşlarımız ve devrimci dostlarımız oldu. Onların yardım ve destekleri, yabancı bir ülkeye gelmiş olmaktan kaynaklanan sıkıntıları çözmemizi büyük ölçüde kolaylaştırdı.
Fakat biz asıl sıkıntıyı ülkedeki durumdan ve yurtdışında karşılaştığımız politik-örgütsel manzaradan kaynaklı yaşadık. 2000 sonrası tasfiyeciliğinin hem ülkede hem yurtdışında şaha kalktığı bir dönemdi geldiğimiz dönem. Cezaevinden birimiz (Selim) 2001 Nisan’ında, diğerimiz (Oya) 2001
Çanakkale 1988
Temmuz’unda çıkmıştık. Çıktığımızda,beylik bir tanımla resmen “bir enkazla” karşılaştık. Ortada ne yeraltı kalmıştı ne işleyen bir mekanizma vardı. Daha da kötüsü, var gibi görünen kadro ve ilişkiler, düşünsel ve ruhsal olarak korkunç bir yorgunluk ve mecalsizlik içindeydiler. Üstelik bu sadece TİKB’ye özgü bir durum da değildi. TDH’nin geneli bu durumdaydı.
Bütünüyle eşin dostun ve ailelerimizin yardımına dayalı olarak ülkede kalabildiğimiz son güne kadar bu tasfiyeci dağınıklığı ortadan kaldırmak için elimizden geleni yapmaya çalıştık. İyi kötü bir sistem kurduğumuz ve devrimci bir yol haritasının ortaya çıktığı güvenini duyarak ayrıldık. Ne var ki, tasfiyeci yorgunluğun derinliğini yeterince görememiştik. Ne kurulan sistem ve mekanizmalar işledi ne kolektif bir tarzda belirlenen devrimci perspektifler bir işe yaradı…
Yurtdışında karşılaştığımız manzara da bundan farksızdı. İçerik ve ruh olarak militan devrimci sosyalist bir nitelikten vazgeçtik, ortada iyi kötü devrimci bir yapı ve işleyiş kalmamıştı. Herkesin kendine göre bir “devrimcilik” anlayışıyla hareket ettiği irili ufaklı derebeyliklerden oluşan bir aşiret düzeni hüküm sürüyordu. Bırakalım militan bir sosyalizm anlayışına sahip olmayı, örgütün geleneksel simgelerinden bile rahatsızlık duyulan, dergi adı olarak “Devrimci Proletarya” isminin bile “kitlelere itici geldiği” için kullanılmamasını, yerine daha ‘yumuşak’ ve ‘kapsayıcı’ isim ve sloganların seçilmesini savunan kafa yapısı egemendi.
Dolayısıyla, bizim için asıl sıkıntıyı ülkede ve yurtdışında karşılaştığımız bu tablo oluşturdu. Bundan kaynaklanan sorun ve engellemeleri aşamamanın sıkışmasını ve acılarını daha fazla yaşadık. “İleri demokrasi örnekleri” olarak tanımlanan Avrupa devletlerinin insanı bezdiren o korkunç bürokrasisinin, “yabancılara” karşı ırkçı-ayrımcı tutumların yarattığı gerilimler dahi bunların yanında ‘hafif’ kaldı.
* Yakalandığımda Oya’yla aynı hapishanede olmama Ali çok sevinmişti. “Tanıyorum onları, Selim nasıl?”ın peşindeydi heyecanla. Ne tarihler-ne ayrılıklar!
Öz geçmişinizden biraz bahsetseniz! Kaç yılında tanıştınız? Ayrılıklarınız ve buluşmalarınızın öyküsünü dinlemek isterim…
12 Mart’ın ertesinde Selim’in cezaevinden çıkışından hemen sonra tanıştık. O zamanlar ben Ankara Kız Lisesi’nde öğrenciydim. Ankara Zafer Çarşısındaki kitapçılar çevresinde birbirlerini tanıyan çeşitli devrimci çevrelerle ilişki halindeydim. Selim ise politik tercihini benden önce yapmış; zaten bu yüzden 12 Mart faşizmi sırasında cezaevine girmişti. Ortak bir arkadaşımız vasıtasıyla tanıştık.
Bu arkadaşlık, 1974’ten sonra aşka ve yoldaşlığa dönüştü. ’78 Mayısından itibaren İstanbul’da birlikte yaşamaya başladık. Selim o sırada aranıyordu. Hem politik tercih ve yönetimlerimiz nedeniyle hem de bu yüzden yeraltı yaşamı sürdürmeye başladık. Aileler ve yakın çevremizle ilişkilerimizi kestik.
12 faşist darbesi gerçekleştiğinde ikimiz de İstanbul’da faaliyet yürütüyorduk. Örgütsel ihtiyaçlar nedeniyle ’82 Kasım’ında Adana’ya gittik. Yenilen darbeler yüzünden çok sınırlı ilişkilere dayalı olarak bir yılı biraz aşkın bir süre politik faaliyetlerimizi orada sürdürdük. ’83 sonunda Selim, ondan 15 gün sonra da ben yakalandım. İlk uzun ayrılığımız böyle başladı. Ben ’87 sonunda tahliye oldum, Selim ise ancak ’91 Nisanında çıkabildi. Örgütlü mücadeleyi ve devrimci yeraltı yaşamına yeniden geri döndük.
’94 Haziranında bir kez daha tutsak düştük. O seferde de Selim kesintisiz 7 yıl yattı. Bense ’96 başında tahliye oldum, Fakat ’98 Haziranında üçüncü kez tutsak düştüm. Dolayısıyla bu kesitte de 7 yıldan fazla ayrı kaldık.
Ama bunlar elbette fiziki ayrılıklardı; yoksa düşünce ve ruh olarak hiçbir zaman kopmadık birbirimizden. Tersine, hem aramızdaki düşünce ve eylem birliği hem de bu temelde yükselen aşk derinleşip pekişti.
* Oya seni rap rap askerler gibi spora katılışınla hatırlıyorum. Hareketlerin kovboylar gibiydi. Açlık nice şey götürse de; karakterin o kadar belirgindi ki, karakterini aşındıracağını hayal bile edemiyorum. Kendini o halinde zannedip, öyle davrandığın oldu mu ÖO’dan sonra…
Oya: Olmaz mı, biçim olarak belki senin tanımladığın şekilde “askerler” ya da “kovboylar” gibi katılığım kısmen törpülendi ama içerik değişmedi.
Gençliğimde atletizm yapmıştım. Sporla olan dostluğum sonra da sürdü. O beni ‘eğitti’, ben onu kendi durumuma uyarladım. Ama cezaevine girince bunu sürekli kıldım. ’80’ler cezaevleri baskı ve yasakların tutsakları teslim almada tepe tepe kullanıldığı mekanlardı. Kitap yoktu, kalem yoktu, havalandırma ve görüş yasaktı. Zaman boldu yani… Koğuşun içinde bir saat spor yapardım. Daha sonraki cezaevi yıllarında da bu alışkanlığımı hiç bırakmadım. Güne iyi başlamada, önüme koyduğum bir işi ne olursa olsun her gün yapmada, yani kendimi bir nevi disipline etmede yol aldım. Kemiklerim ve kaslarım, bilincim ve iradem bana lazım olacaktı, spordan bu açıdan çok yararlandım.
Gerçekten de öyle oldu; 2000 Ölüm Orucu sürecinde 205 gün sürdürdüğüm bu maratonda yatağa düşmemek için azami gayret sarfettim, süreler giderek azalsa da her gün mutlaka yürüdüm. Kalem kitap düşmedi elimden, sayısını hatırlayamadığım kadar çok mektup yazdım bu 7,5 ay boyunca, hayatla ve mücadeleyle bağımı koparmadım hiç, aksine daha fazla ilişkilenmeye çalıştım.
Her şey bir yana, bu çabanın kendisi bana ruhen çok iyi geldi. Yatağa düşenlerin bir daha yataktan çıkamadıklarını gördüm. Yataktan çıkamadıkça umutsuzluk ve bezginliğin insanı nasıl kuşattığına tanık oldum. Uyuyor olma halinin bile zorla müdahale konusunda idareyi nasıl heveslendirdiğini yaşadım.
Ölebilirdim ama bu ben ayaktayken olmalıydı, yatağa düşmemeliydim! Bunu da başardım galiba..
Selim: Oya’nın sözünü ettiğin disiplinli ve programlı hareket etme özelliği bence hiç değişmedi. Tersine, yıllar geçtikçe daha da olgunlaşıp sindirilmiş bir hal kazandı. Ölüm Orucu sürecinde Oya’yı ayakta tutan en önemli etkenlerden birinin de bu özelliği olduğunu düşünüyorum.
Sizler Kartal Devlet Hastanesi’nde yatarken ziyaretinize gelip gidiyordum. Hem Bayrampaşa Devlet Hastanesi’nde hem Kartal’da gördüğüm manzaralar belleğimde hala capcanlı. Yatağa düşenler dışındakiler tuvalete gidip gelirken yürümeye yeni başlayan çocuklar gibi ancak duvarlara tutuna tutuna adım atabiliyordunuz. O ortamda, her gidişimde Oya’yı hep oturur ve bir şeylerle uğraşır buluyordum. Zorla müdahaleye bahane oluşturur gerekçesiyle yatağa düşmemeye adeta and içmişti.
Bayrampaşa’dayken sırf ikimize de eziyet olsun diye görüşlerde beni yukarı çıkarmayıp onu aşağıya inmeye zorlamaya başladılar. O da sırf beni görmek için değil, düşmana inat dişini sıkıp acılarına rağmen yüzünde gülümsemeyle bulunduğum kata geliyordu. Adli Tıp raporlarına dayalı olarak hepiniz hakkında tahliye kararı verildiğinde Oya 24 kiloya düşmüştü. Onun tahliyesinde de sorun çıkardılar ve en sona bıraktılar. Sabaha karşı problemi çözüp Çapa’ya kaldırmak üzere yanına gittiğimde, boşalmış olan koca hastane katında annesiyle birlikte onu yine çalışma masasının başında oturur buldum. Ambulansa götürmek için tekerlekli sandalye aradım, kalmamıştı. Ben o haliyle aşağıya kadar nasıl taşıyacağımı düşünürken nöbetçi jandarma erlerinden birinin saygı ve hayranlık dolu bir sesle “O kadın yürür abi” deyişini hiç unutmuyorum.
* Yıl 2016!! Ve o ülkeye ait nice tarih devirdikten, tanık olduktan sonra; nasıl bir şey buradan olanları izlemek? Çok daha genç-sağlıklıyken Türkiye’de olanları yaşamak-okumak; ardından sürgünde bunları takip etmek?
İlk soruya verdiğimiz yanıtta da belirttiğimiz gibi, Türkiye’de olup bitenlerle ilişkimiz “dışarıdan izleyici” ilişkisi şeklinde değil. Hiçbir zaman da böyle olmadı. Bu anlamda, olup biten her şeyin, Kürdistan’da yakılıp yıkılan illerin, Kobane’de, Sur’da ya da Cizre’de sergilenen direnişin, Greif işgalinin, tersane, Paşabahçe ya da Avcılar direnişlerinin, İnşaat-İş eylemlerinin… olabildiğince ‘içindeyiz’.
Bulunduğumuz mekanın bunlara olan uzaklığının sınırlandırıcı etkileri elbette var, ama ülkede cezaevlerinde ya da yeraltında olsaydık da buna benzer, hatta bazı yönlerden bundan daha fazla sınırlılıklar yaşardık; yaşadık da zaten.
Türkiye’deki süreç ve gelişmelerle bu tarz bir ilişki içinde olmak, her şeyin içimize tam sindiğini, yapmak istediklerimizi tam olarak hayata geçirebildiğimiz anlamına gelmiyor elbette. “Şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım…” diye hayıflandığımız çok zaman ve olay yaşadık. Özellikle çürümüş tasfiyeci birtakım tükenmişlerin örgütü yıkıma sürükledikleri kesitte ya da Haziran İsyanı gibi bir süreçte Türkiye’de olabilmek için adeta yanıp tutuştuk. Hani deselerdi ki, ‘bir ay karşılığında ömrünüzden on sene gidecek’, öyle anlarda tereddütsüz kabul ederdik böyle bir teklifi. Gerçi bu tür ‘çaresizlik’ duygusunu örneğin cezaevlerindeyken de çok yaşadık. Devrimci bir komünist, nerede olursa olsun, zaman ve mekandan kaynaklı engeller nedeniyle içinde dolaysızca yer alamadığı her süreç ve olay sırasında bu yazıklanmayı duyar. Bu ayrı ama hayatın ve süreçlerin tamamen ‘dışında’ kalmak, bilinçli bir tercihle onlarla arana ‘mesafe’ koymak tamamen farklı şeyler. Biz ikincisini hiç yaşamadık, son nefesimize dek yaşamamakta da kararlıyız!..
* Yaşadığınız yerdeki Türkiyeliler nasıl göründü size başlangıçta? Yaşadığınız yeri tanıdıkça, orada olanları takip edebildikçe, nasıl somutlaştı bu görüntü? Ve bizler gibi, 19 Aralık tarihsel döngüsünü yaşayıp da sürgünde yaşayanlar; ne gibi güçlükler yaşıyor sizce? Onlara bir şeyler söylemek ister misiniz?
Çıkışımızı izleyen ilk yıllarda, yurtdışında bulunduğumuzun anlaşılmaması için yoldaşlarımız içinde de çok sınırlı bir kesimle ilişki kurduk. Ancak daha ilk andan itibaren gerek o zamanlar yoldaşımız konumundaki insanların gerekse çevre ilişkilerimizin korkunç bir darlık ve içe kapalılık yaşadıklarını gördük. Tam bir getto hayatı, daha da kötüsü, bunun içselleştirilip benimsenmiş olma hali vardı. Yurtdışına gelir gelmez işletmeye yöneldiğimiz mekanizmalar kapsamında Avrupa’nın değişik ülkelerinde o zamanlar yönetici konumlardaki belli başlı kadrolarla yaptığımız toplantılar sırasında da dile getirdiğimiz gibi, bu gettolaşmayı “Avrupa’da hücre leşmiş yaşam” olarak tanımladık.
İlerleyen yıllarda hem kendi ilişkilerimizi hem dışımızdaki devrimci yapıların çoğu yönetici konumdaki kadrolarını tanıdıkça sık sık hayretten küçük dilimizi yutacak hale geldik. Politik olarak yıllar öncesinde donup kalmış olmanın ötesinde korkunç bir a-sosyallik tokat gibi yüzümüze çarptı. İnsanların dünyaları, dert edindikleri sorunlar, yaşamlarına yön veren ölçü ve alışkanlıklar öylesine darlaşmış ve sığlaşmıştı ki ne yapacağımızı, ne diyeceğimizi şaşırır olduk. İkiyüzlülük, birbirinin arkasından dedikodu yapmak ama “ne olur ne olmaz, yarın bir işim düşer” oportünizminden hareketle en ilkesel durumlarda bile kimseyi karşısına almamak olağanlaşmıştır. Tartışma, hatta kavga konusu yapılan konular ise incir çekirdeğini doldurmayacak basitlikte, genellikle de kişisel çıkarlara dokunan türdendi.
O noktadan sonra Lenin’in 1910’lu yıllarda İsviçre’de karşılaştığı Rus politik göçmenlerine dair gözlemleri sık sık aklımıza gelir oldu. Hem Lenin’in kimi mektuplarında hem de Krupskaya’nın anılarında anlatılır bu gözlemler… Lenin mesela, temel politik sorunlarla artık hemen hiç ilgilenmezken çoğu geçmişte kalmış kişisel sürtüşmelere dayalı kavga ve çekişmeler batağında yüzen ‘yaşayan ölüler topluluğu’ olarak tanımlar o göçmen topluluğunu. Avrupa’da bizim tanık olduklarımız da bundan farksızdı.
İlerleyen yıllarda bu tükenişin, devrimci geçmişe ve devrimci olana karşı birçoğunda kin derecesinde bir düşmanlıkta birleştiğini gördük. Bırakalım geçmişte yıllarca birbirine demediğini bırakmayan çevrelere mensup olmayı, aynı örgüt çatısı altında iken bile birbirlerinin gırtlağını sıkacak ölçüde düşmanlaşmış tiplerin, özellikle de örgütsüzleştikten sonra devrimci olana düşmanlık temelinde nasıl kanka kesildiklerinin sayısız örneğine tanık olduk.
Kürt özgürlük hareketinin kadroları başta olmak üzere, sosyalizme ve devrime olan bağlılığını yitirmemiş az sayıdaki devrimci bu söylediklerimizin dışında kuşkusuz. Bunların arasında da geçmişte yer aldıkları örgütlerle bağlarını koparmış olanlar var ama onlar devrime ve devrimci olana saygılarını ve bağlılıklarını yitirmemişlerdi. Dolayısıyla da karakter olarak hala diri ve gençtiler. Değişik vesilelerle bu dostlarla karşılaşıp zaman zaman bir araya gelmek bir teselli ve soluk oluyor bizim için.
19 Aralık ve Ölüm Orucu direnişinden sonra buraya gelenleri de tıpkı öncesinde gelenler gibi homojen bir topluluk olarak düşünemeyiz. Onlar arasında da farklı kategoriler var. Bizim en fazla saygı duyduğumuz ve hangi örgütten olursa olsun “yoldaşımız” olarak görmeye devam ettiklerimiz maalesef azınlıkta.
Bu yoldaşlar, o kadar ağır bir süreçte yiğitçe göğüs gerdikleri onca acıdan sonra buralarda hiç beklemedikleri bir çürüme ve tükenmişlikle karşılaşmanın şokunu yaşadılar ve yaşıyorlar. Üstelik eylemin vücutlarında yarattığı tahribattan kaynaklanan sorunlarla boğuşuyorlar. Buna rağmen hala bir şeylerin ucundan tutup mücadeleye güçleri yettiğince katkıda bulunma ısrarından vazgeçmiş değiller.
İkinci ve üçüncü kategoriler ise daha kalabalık bir grup oluşturuyor. Bu iki kategoriyi, kendi emekleri de dahil devrimci geçmişe ve değerlere duydukları tepki birleştiriyor. Devrimci örgütlere kızgınlık ve düşmanlık her ikisini de kesen ortak bir nokta.
Üçüncü kategori olarak tanımlayabileceğimiz kesim en fazla çürümüşlerden oluşuyor. Bunlar bir taraftan geçmişe küfrederken diğer taraftan o geçmişi ve kendi durumlarını rant konusu haline getirecek kadar düşkünleşmiş durumda. Bunlara baktıkça, bunların yaptıklarını duydukça, acımayla karışık bir iğrenme duygusu kabarıyor içimizde.
Birinci grubu oluşturan yoldaşlarımızın günlük yaşamlarını sürdürmekte karşılaştıkları sıkıntı ve zorlukları ortadan kaldırma imkanlarımızın sınırlılığı ise içimizi yakıyor. Onlara yoldaşça destek için daha başka ne yapabiliriz sorumluluğunu duyuyoruz.
Bu soru kapsamında son söz olarak şunu söylemek istiyoruz: Mültecileşme ya da devrimci olarak kalmak öncelikle kafada başlayıp biter. Örgütsel ve siyasal tercihlerimiz haklı ya da haksız nedenlerle değişmiş olabilir. Ama insanlığın kurtuluşu davasına, bu anlamda devrime ve sosyalizme bağlı devrimciler olarak kalabilmek önemlidir ve bu tamamen kendi elimizdedir.
* Geçmişle bugün arasında köprü olan şiirler düşüyor mu aklınıza? Hangileri?
O kadar çok şiir var ki geçmişle bugün arasında köprü olan… En başta yoldaşımız Adnan Yücel’in şu dizeleri geliyor hemen aklımıza:
“Ey her şey bitti diyenler
korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler.
Ne kırlarda direnen çiçekler
Ne kentlerde devleşen öfkeler
Henüz elveda demediler.
Bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”
Büyük Kürt şairi Ahmet Arif’in “Terketmedi sevdan beni” şiiri ya da “Bu zindan, bu kırgın, bu can pazarı” şiirinin bütünü ama özellikle de
“Serabın bir sonu vardır,
Ufkun, sıradağın sonu.
Uçarın, kaçarın bir sonu vardır
Senin sonun yok” dizeleri insanın içini nasıl ayağa kaldırır?..
Cemal Süreya’nın, Ankara katliamında yitirdiğimiz yoldaşımız Serdar Ben’in (Maviş) çok sevdiği;
“Biz kırıldık, daha da kırılırız
…
Biz yeni bir hayatın acemileriyiz
Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor
Şiirimiz, aşkımız yeniden,
Son kötü günleri yaşıyoruz belki
İlk güzel günleri de yaşarız belki
Kekre bir şey var bu havada
Geçmişle gelecek arasında
Acıyla sevinç arasında
Öfkeyle bağış arasında.…”
dizeleri bunlara ilk ağızda verebileceğimiz örnekler.
4573 kez okundu.