Belkıs Önal Pişmişler
- Bu nihilist anlayışla burjuva kültürünü bütün kazanımlarıyla reddeden komünistler, bu reddin üzerine daha gelişkin özgürlükçü bir sistemi koyamadılar. Hem örgüt içi hem de örgütler arası ilişkilerini, sınıflı toplumların bütününün ortak özelliği olan “iktidar” paradigmasının etrafında inşa ettiler. Ve bu temel mantık, örgütlerin içe ya da dışa yönelik çatışmalarının da temel kaynağını oluşturdu.
- Sürgün yıllarımın hiçbir anında bu yaşamdan uzak kalmadım. Üstelik kendimi salt ülkemin politik-sosyal yaşam alanıyla ilgili sınırlamadan, yaşadığım ülke topraklarına da bir şeyler katabileceğime inancıyla yaşadığım sürgün topraklarında da kendimi üretmeye çalıştım. Pedagoji / andragoji çalışmaları bu düşüncemin gerçekleştirilmesinde benim yönümü de belirledi.
- Kavramların bilincini yitirmiş olmasının temel nedeni bireyin “sorgulama” yeteneğini köreltme sidir. Çoğu zaman sistemin bize dayattığı kültürel davranışları hiç sorgulamadan alıp kullanabiliyoruz
- Unutmamak gerekir ki Kürt halkının (en azından bugünkü) siyasal iradesi Türkiye’de Türk halkı ile birlikte yaşamaktır. Kişisel görüşüm siyasal iradesi tamamen ortadan kaldırılan, milletvekilleri ikinci kez toplu olarak tutuklanan, kentleri toplarla yerle bir edilen mağdur bir halk, bunca eylemin failleriyle bir süre sonra “birlikte yaşam” istemini dillendirmeyi kendine ihanet olarak bile tanımlayabilir.
- Elbette etnik ya da mezhepsel kimlikler de ulus kimlikte olduğu gibi sadece tek bir aidiyet varlığına izin verdiği zaman, aynı tehlikeyi taşırlar. Ancak, biliyoruz ki burada asıl sorun kimliklerin farklılığında değil, birbiri karşısındaki sosyal hukuksal politik kültürel konumlanışlarında ortaya çıkmaktadır. Yani “iktidar” sorunu burada da önümüze çıkmaktadır
-Belki de bir ömrün yarısını, memleketten uzakta geçirmiş bir sosyaliste ilk soru bu bölümden gelmesin bu sefer.
– Şöyle başlasak, uzun yıllardır pedagoji alanında da yoğunsunuz, kitaplarınız var. Sizin çağınız devrimcilerinin pek de ilgili olmadığı bu konuya yönelik merak nereden ve nasıl başladı?
Gerçekten ilginç bir soruyla başladınız. Evet, pedagojiye ilişkin ilk kitabımın 1994 yılında yayınlandığını düşünürsek ve en azından öncesine de bir 5 yıl eklersek yaklaşık 25 yılı aşkın bir zamandır bu çaba Avrupa’da pratik ve teorik alanları kapsayacak biçimde sürmektedir.
Ama bu çabanın en azından ön hazırlayıcısı ortamı ya da bu ilgiyi yaratan nedenleri Türkiye’de, devrimci hareket içerisindeki yıllarımda aramak gerekir.
12 Mart 1970 döneminde ben de politik düşünce ve eylemlerimden dolayı yaklaşık 3 yıl kadar Mamak cezaevinde kaldım. Toplumda yanlış bir bilgilenme sonucu “Ecevit Affı” diye adlandırılan yasa ile Cezaevinden çıktıktan sonra, okulum Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne yeniden devam olanağı buldum. Bu arada hemen yanımızda olan Eğitim Fakültesi’nin bazı derslerine de konuk öğrenci olarak katılarak formasyon almaya çalıştım.
Türkiye’de 1976-77 yıllarından itibaren kurucuları içerisinde yer aldığım Kurtuluş Hareketi içinde, genç devrimcilere yönelik ”sosyalist eğitim” adı altında yoğun bir çalışma yürütmekteydik. Bu dönemde örneğin 1978 yılında (o zamanlar örgüt adıyla yayınlanan) “Sosyalist Ahlak-Devrimci Tavır ve Eleştiri Öz-eleştiri Üzerine Notlar” adlı bir kitapçığım yayınlanmıştı. Sahibi olarak göründüğüm Kurtuluş Sosyalist Dergi içerisinde de sosyalist eğitim çalışmalarına yön veren yazılarım yayınlanıyordu. Şubat-Temmuz 1979 tarihinde yayınlanan 31. Sayı Kurtuluş Sosyalist Dergi’de yayınlanan “İdeolojik Eğitimin Önemi ve Yöntemi Üzerine” adlı 80 sayfayı aşkın uzun yazım ise, yine “eğitim” adını alsa da, esas olarak dönemin genç devrimcilerine Marksist felsefeyi ve devrim teorilerini öğrenme çabalarına yardımcı olmak gibi bir amaçla sınırlıydı. (Yazı Almanya’da 1984 yılında kitap olarak yayınlandı.)
Bu, biraz da Marx’tan Komünist Manifesto’da eğitime ilişkin söylediği anlayışın yorumuna dayanıyordu. Burada Marx şöyle diyordu: “Bizi, çocukların ana-babaları tarafından sömürülmesine son vermeyi istemekle mi suçluyorsunuz? Bu suçu kabulleniyoruz. Ama ev eğitiminin yerine toplumsal eğitimi koymakla, ilişkilerin en kutsalını yok ettiğimizi söylüyorsunuz. Ya sizin eğitiminiz! O da toplumsal değil mi? O da, içerisinde eğitim yaptırdığınız toplumsal koşullarla, toplumun dolaysız ya da dolaylı müdahalesiyle, okullar aracılığıyla belirlenmiyor mu? Eğitime toplumun müdahalesini komünistler icat etmedi. Yaptıkları şey, bu müdahalenin karakterini değiştirmeye ve eğitimi egemen sınıfın etkisinden kurtarmaya çalışmaktan ibarettir.”
Ama itiraf etmek gerekir ki pedagoji ile gerçek uğraşımı Avrupa’da, sürgünlük yıllarımda gerçekleştirdim.
-Burada hemen ayraç yapıp soralım. BM de bir komisyonun eğitimde özel yatırımcılara büyük rol verilmesini isteyen bir raporundan söz ediliyor. Pedagojiyle ilgili bu yoğunlukta yazan, anlatan bir kimlik olarak bundan murat nedir sizce? BM ye ne?
BM’de çocuklara ilişkin konularda bu türden çalışmalar daha çok 1946 yılında kurulan ve 1953 yılında kalıcı bir kurum haline getirilen UNICEF (Birleşmiş Milletler Uluslararası Çocuk Fonu) çatısı altında yapılmaktadır. Bunun yanı sıra doğal olarak her ülkenin global boyutta çocuk sorunlarına ilişkin öneriler getirme hakkı vardır. Ama adının Çocuk Fonu olması, bizi fazla da umutlandırmamalıdır. Sonuçta bu tür kurumların büyük bölümünün uluslararası tekellerin mali himayeleri altında gerçekleştirilebildiğini unutmamak gerekir. Yani bu tekeller de genel bağlamda “kârlı olmayan” bir alana yatırım yapmazlar. Bu nedenle alanı çocuk olan eğitim sektörü önemli bir alandır.
Bir örnek: Almanya’da, “ana babanın çocuğa eğitim amaçlı şiddet kullanımı” eskiden Alman ceza hukuku kapsamı içerisinde yer almıyordu. DKSB, 1979 yılında Alman Parlamentosu’na “çocuklara uygulanan bu şiddet uygulamasının da suç kapsamında ele alınması” gerektiğine ilişkin bir öneri sundu. Bu öneri 21 yıl parlamento gündemine sokulmadı. Kampanya uzun soluklu idi ve bu çalışmaya ilişkin büyük kampanyalar yapıldı. Nihayet bu istem çekmecelerden çıkarılarak parlamentoya taşınabildi ve 2000 Temmuz ayında yeni düzenlemeler ile bu uygulama da suç kapsamı içerisine alındı.
İkinci bir örnek yayına hazır olan sonuncu kitabımın konusunu oluşturuyor: Okulda Akran Zorbalığı. (Mobbing). İlginçtir ki iş yerlerinde gerçekleşen mobbing olaylarını engellemek için işverenler çok büyük yatırımlar yapıyorlar. Oysa okullarda mobbing uygulamalarına yönelik bu ağırlıkta bir çalışma ne yazık ki yok. Şöyle düşünülebilir: İşçiler bu okullardan eğitilerek geldiklerine göre, mobbingi kökten yok etmek için alınacak önlemlerin ve bu alanda uygulanacak politikaların, işin başından, yani okullardan başlamak gerekmez mi? Evet gerekir ama bu yapılırsa, ileride rekabet duyguları köreltilmiş, tüketim ideolojisinden koparılmış, şiddet eğilimi törpülenmiş kuşaklar ortaya çıkar ki bu dünyaya rekabeti ve tüketim ideolojisini pompalayan tekellerin çıkarlarıyla örtüşmez.
Özel yatırımcıların eğitim sektörünü ele geçirme çabasının en belirgin üç amacı vardır: Birincisi, sistem ekonomisinin temel sektörlerinde gereksinim duyduğu istihdam alanını en küçük maliyetle programlamak. İkincisi, yukarıda mobing konusunda söylediğim tüketim ideolojisi tipolojisini yaygınca üretmek. Elbette kirli hedefler bunlarla sınırlı değil.
-İnsan Hakları Bildirgesinde, Eğitim Hakkına ilişkin maddenin güncel anlamıyla genişletilmesi talebiyle Almanya`da sürdürülen kampanyanın, kamusal eğitim hakkının savulması yönünde etkinliğin, dünyanın en güçlü sermayelerinin olduğu bir ülkede olması ilginç değil midir?
Bu soruyla çok insanın göremediği ilginç bir noktayı yakalamışsınız.
Devlet tanımları arasında yaygınca kullanılanlarından birisi de şudur: “Devlet, toplumsal eğitim ve şiddet kullanma hakkını meşru olarak kullanabilen kurumdur.” Oysa sizin de saptadığınız gibi, uluslararası kapitalin yoğunlaşmasının (konsantrasyonu) ulaştığı globalleşme çağında nasıl ki ulus-devlet ya da ulus-toplum modelleri yavaş da olsa bir çöküş sürecine girdiyse, devletin temel güçlerinden birini oluşturan “toplumsal eğitim sistemi”nin de artık devlet aracılığı olmadan doğrudan tekellerin denetimi altına alınması girişiminin tipik belirtisidir.
-Sosyalistlerin birbirini pek sevemediği fikrine ne dersiniz? Ortak keder ve benzer bir algının kaderine, birbirini derininden tanıyor olmaya karşın içten bir öngörüden ҫok, ödeşme hazırlığı gibi bir duruştan söz edilmesi şaşırtıcı gelir mi?
Sanırım “birbirini sevmemek” sözü, bu ilişkideki sorunların altında yatan nedenleri açıklamaktan yoksundur. Soruyu belki de başka bir kavram üzerinden tanımlamak daha aydınlatıcı olabilir.
Türkiye sosyalist-komünist hareketinin tarihi ayrıntıda değerlendirildiğinde, solun başka sorunlarının da aydınlatılmasına katkılı olabilecek kaynaklara ulaşmak mümkündür. Konumuz bağlamında bu tarihin en önemli özelliği burjuva kültürü genellemesi içerisinde ele alınan “demokrasi kültüründen” yoksunluk olarak saptanabilir. Bu özellik o dönemlerin Dünya Komünist Hareketlerinin neredeyse bütününün düşünce sistemini oluşturmaktaydı.
Marx’ın düşüncesinde bir sosyalist devrim ancak üretici güçlerin yeterince geliştiği ve üretim ilişkilerinin onun gelişimini artık engeller hale geldiği uzlaşmaz bir çatışmanın ürünü olacaktır. Feodalizmden kapitalizme geçişte, yani kapitalizmin üretici güçlerinin gelişiminin başlangıcında burjuvazi devrimcidir. Bu anlamda feodaliteye karşı kendisi için hak ve özgürlükler talebiyle yükselen burjuva sınıfın ürünü olan “burjuva demokrasisi” önemli bir rol oynuyordu.
Sonraki yılların komünistleri, üretici güçlerin gelişiminin önünü açacak yeni üretim ilişkilerinin kurulması (devrim) olgusunu, burjuva toplumunun ürettiği bütün değerler sisteminin toptan reddi ile tanımladı. Bu, haklar ve özgürlükler anlamındaki kazanımları da içeren bir nihilizmin doğmasına ve kök salmasına neden oldu. Bu nihilist anlayışla burjuva kültürünü bütün kazanımlarıyla reddeden komünistler, bu reddin üzerine daha gelişkin özgürlükçü bir sistemi koyamadılar. Hem örgüt içi hem de örgütler arası ilişkilerini, sınıflı toplumların bütününün ortak özelliği olan “iktidar” paradigmasının etrafında inşa ettiler. Ve bu temel mantık, örgütlerin içe ya da dışa yönelik çatışmalarının da temel kaynağını oluşturdu.
Örneğin “ideolojik mücadelenin önemi” anlayışı, ideolojik hegemonyaya kadar tırmandırıldı. Bu hegemonya duygusu, örgütler içinde yönetici kurumları “hizip” adı altında farklı düşünceleri bastırmaya yöneltirken, örgüt dışında en yakın muhalif güçlerden başlayarak ortak çalışma alanlarından kovmaya yönelik gelişti.
Oysa söylendiğinin aksine Türkiye’de sosyalist hareket içinde gerçek anlamda “ideolojik mücadele” yok denecek kadar az idi. Çatışmalar bu kavramla gerekçelendirilse de, bunda amaç, örgütün ya da örgüt yönetiminin düşüncelerinin “tek doğru düşünce olduğu” dayatmasını kabul ettirmekten başka bir şey değildi. Birbirinden kopmuş hareketler arasındaki çatışmaların diğer geleneklere karşı çatışmalara kıyasla daha yoğun olmasının nedeni, aynı alan içerisinde çalışan eski ortakların, ortak kitle tabanı içerisinde pay artırma çabasıdır. Yani ortak pazar alanında iktidar kurma iddiasından başka bir şey değildir.
-Eleştiriye dayanıklılık konusunda ikna edici örneklerin azlığından da söz edilişine ҫokca rastlanıyor.
Haklısınız. Zaten eleştiriye açık olma hali doğuştan gelen bir yetenek değil, demokrasi kültürüyle kazanılan bir davranış biçimi; dahası, bir kültürdür. Eleştiriden öcüden korkar gibi korkan bir düşünce hareketi, gerçekte kendi gelişim yollarını kapatmış demektir. Çünkü tek başına övgü, kişinin kendisiyle ilgili “yeterlilik” duygusunu okşar. Bu hoşluk, kişinin gelişimini büyük oranda yavaşlatır ya da durdurur. Oysa doğru yöntemlere dayandırılarak yapılan bir eleştiri, zihinsel gelişimin önünü açan yeni bir bakış, yeni bir penceredir. Ama ne yazık ki eleştiriyi bir saldırı olarak yorumlayan iktidar sevdalısı toplumsal kültürümüz içinde eleştiri, düşmanlığın dışa vurumu gibi algılanmaktadır.
Gerçekte eleştiriye tahammülsüzlük kişisel (ya da örgütsel) özgüven duygusunun zayıflığıyla doğru orantılı bir ilişkiye sahiptir. Özgüven duygusu yüksekse eleştiriye karşı duyarlılık da yüksek olmaktadır; tersinde ise tahammülsüzlük söz konusudur.
Savunulan (sosyalizm) düşüncenin özüyle çelişse de sosyalist solun da genel olarak toplum ortalaması üzerinden yapılan bu saptamalarımın dışında olduğunu söylemek mümkün değil. Hatta çoğu zaman örgütsel varlığı riske sokacak bir saldırı olarak ele alınan ve bu nedenle şiddete bile yönelebilen uygulamaları yaşadığımızı söyleyebilirim. Örgüt içi demokrasiyi tanımamış ya da kendine güven duygusu yeterince gelişmemiş olan bir kültür eleştiriden kaçar. Bu nedenle merkezi kararlara ya da programlara yönelik eleştiriler genellikle “hizip” adı altında öcüler yaratırken, aynı nedenlerle bir başka sol yapının eleştirileri de kolayca karşı devrimcilik gibi bir küfür algısıyla karıştırılabilmektedir.
-Biraz daha bu alanda kalarak devam edelim izninizle. Gerileme ve dünya halklarına barbarlığı dayatan bu süreçte kavramların bilincini yitirişine karṣı sol bununla başetmeye, kendisinden başlamakta gecikmiyor mu?
Haylice gecikti de diyebiliriz, hatta açıkça böyle söylemeliyiz. Bunun nedenleri üzerine durmalı, buna neden olan olguları ortaya çıkarıp önce düşüncemizin açılım yapmasının önündeki bu engelleri ortadan kaldırmaya çalışmalıyız.
Kavramların bilincini yitirmiş olmasının temel nedeni bireyin “sorgulama” yeteneğini köreltmesidir. Çoğu zaman sistemin bize dayattığı kültürel davranışları hiç sorgulamadan alıp kullanabiliyoruz. Örneğin “aklın yolu birdir” sözünü tekrar ederek aslında demokratik olmayan diktatoryal bir sistem anlayışını övdüğümüzün farkında olmamak sorgulama alışkanlığından yoksunluğumuzla açıklanabilir. Kullandığımız bir sözün doğru olup olmadığını kendi düşünsel dünyamızın değerleriyle test etmeden kullanmaktayız. Günlük yaşam içerisinde tekrarladığımız bazı davranışları neden öyle yaptığımızı sorgulamaya yönelmiyoruz. Sorgulama alışkanlığımızın zayıflığı hepimizin rahatça sistem ideolojisinin içerisine çekilebilmesine neden olmaktadır. Oysa kendinden başlayarak sorgulamak, bir sosyalistin en belirgin özelliği olarak tanımlanmalıdır.
-Geçmiş deneyimin aktarılmasında, muazzam kesinti ve başarısızlığın; geçmişi olduğundan farklı idealize ediş ve nesnellikten uzaklaşmaya dönüştüğü yaklaşımına ne söylersiniz?
Elbette böyle bir eleştirinin haklılığı var. 78’lilerden bir dostumun söylediği bir söz hala kulaklarımdadır: “Biz 76-80 arasında 4 yıl savaştık; öyküsünü 24 yıldır konuşuyoruz.” Bu belki de biraz 1001 Gece’li Ortadoğu kültürünün eseridir. Devrimciliği zaman zaman Pir Sultan, Köroğlu ya da Dadaloğlu öyküleriyle benzeştirmemiz de aynı kültürün gerçeğimizi yamultan etkilerinden başka bir şey değildir. Toplumların diyalektik bir süreç içerisinde ulaştırılacağını düşündüğümüz gelecek modelimiz ile haramiler ya da eşkıyalar aracılığıyla zenginden alıp yoksullara dağıtılan bir toplumsal olgunun benzeştirmesi nasıl yapılabilir ki? Çoğumuz, belki de yenilginin üzerimizdeki olumsuz psikolojik etkileriyle baş edebilmek için “öyküleştirme” yöntemine sarıldık. Geçmişle ilişkisini kesmek isteyen bir kısmımız, anıları yontarak geri dönüşü engelleyecek öyküsel motifler üretmeye çalıştı. Bu öykülerden en sık kullanılanlarından biri, “bireysel yaşamların, bütünüyle örgütsel iradelerin denetiminde tutulması” iddiası idi.
Elbette bu iddia belli oranda doğruluk içermekteydi. Ama bunun üzerine eklenen örneklerle yeni bir geçmiş bile yaratılabilmiştir. Kahramanlık öyküleri üretimi de bu davranışın öbür yüzü idi. Her ikisi yaklaşım da geçmişin değerlendirilmesinde olabildiğince objektif davranılabilmesini büyük oranda engellemekteydi.
-Evlerine gidilse, bir çayları içilse belki de en yakın dostlarının sosyalistler olduğunu görebilecek devasa bir Anadolulu proletarya, mesafeli ve karṣı durarak karşıladı 12 Eylül sonrası solcuları Avrupa`da. Öyle midir?
“Değildir” diye yanıtlayacağım soruyu. Bunun böyle olması için bir neden de yoktu üstelik. Sanırım bu tür önyargılar, biraz da yenilgi olgusu üzerine inşa edildi.
80 süreci Türkiye’deki değişimler Avrupa’da da paralel değişimlere neden oldu. 82-83 yıllarına kadar Anadolulu işçilerin 12 Eylül “mağdurlarına” yaklaşımında mesafeli oldukları söylenemez. Hatta bu ilk birkaç yılda derneklerin kendi kitlelerinin çok üzerinde bir katılımla dolduğunu bile söyleyebiliriz. Derneklerin bu ziyaretçilerinin önemli kısmı, bu kurumların asli görev olarak sürdürdükleri ‘merkezi siyasal görevler”den bağımsız bireylerden oluşuyordu. Ve 82 yılı ve hemen devamında “sivil anayasaya geçiş” ile birlikte, öncesinde dernek yapılanmaları içerisine kazanılamamış olan bu büyük kitle dernekleri aşamalı süreçlerle terk etti. Örneğin “12 Eylülü Protesto Mitingleri” bir süre daha canlı geçse de, siyasetlerin birbiri karşısındaki rakabet duygusuna dayalı ilişkilerinin sergilediği çatışmalı görünümün yarattığı güvensizlik ile giderek bu kopuş tam gerçekleşti.
Belki bu durumu “mirasyedi” örneğiyle açıklayarak kapitalizme de eleştiri göndermiş oluruz. Burada hazır bulunan bu kitle mirası, sosyalist mücadelenin üretim sürecine katılarak çoğaltılamadı. Örneğin onların çalıştıkları Avrupa’daki iş alanlarının ürettiği sorunlar üzerine çalışmalar sembolik bile denemeyecek kadar cılız kaldı. Onlar “kapitalizme karşı bir mücadeleye” çekilmek yerine, salt “generallerin diktatörlüğü” üzerine uyarlanan ajitasyon ağırlıklı çalışmalar ile bir süre alanda tutulabildiler. Ve askeri dikta biraz sivilleştiğinde ise artık “komünistler” ile birlikte olmalarını anlamlandıracak bir ortaklık kalmamıştı. Bu nedenle, sürece ilişkin eleştiri sosyalist çalışmanın yetersizliği üzerine kurulmalıdır.
-Türkiyeli devrimcileri, Latin Amerikalı sosyalistlere nazaran Almanya´da sol demokrat çevreler de kuşku ve tedirginlikle mi karşıladı diye sorsak.
Bunu “kuşku ve tedirginlik” değil de başka tanımlarla adlandırmak daha doğru olur sanırım. Öncelikle Alman sol-sosyalist çevrelerin Türkiyeli komünistlerle ilişkilerinde belirgin bir “yukarıdan bakma” tarzı vardı. Türkiyeli devrimci-sosyalist örgütlerin Alman komünistleri ile aynı çatı altında birlikte çalışma girişimleri de oldu. Ama açıkçası bu girişimleri Almanların “komünistlerin vatanı yoktur” söylemine uygun ele aldıklarını söyleyebilmek benim açımdan mümkün değildir. Yukarıdan bakan, kibirli, ev sahibi değil mülk sahibi gibi davrandıklarını söyleyebilirim. Hatta Türkiyeli devrimci-demokratları kucaklarken çıkarcı yaklaştıklarını, topluluklarına pastel renkler katma çabası içerisinde olduklarını bile rahatlıkla ve olgulara dayandırarak iddia edebilirim.
Daha ciddi iddialarım da var. Örneğin genel Marksist kültür alanında hiç de sanıldığı gibi yetkin olmadıklarını bile rahatlıkla söyleyebilirim. Alman Marx’ın, Engelsi’in, Hegel ve Feuerbach’ın ülkesinde benim daha 1972’de okuduğum NSDAP Programı’nı bile okumamış Komünistlerle karşılaşmak bende de büyük hayal kırıklığına neden olmuştu.
Bir Alman komünist örgütü ile benim de örgütüm adına katıldığım bir toplantıda, birlikte çalışabilmemizin ön şartı olarak önümüze konulan “Programın tartışmasız kabulü” istemi, bugün de o düzeyin seviyesizliğini hatırlatır bana.
Alman komünistlerinin büyük bölümü bizim de yaptığımız gibi kendileri gündem yaratamadığı için, dünyada öne çıkan güncel sorunları gündemlerine alıyor ve bu nedenle de sürekli yeni gündemlere takılıyorlardı. Türkiyeli devrimciler de 12 Eylül sonrasında biraz güncel kalabildiler. Ama örneğin Polonya’daki gelişmeler Türkiye’ye kıyasla Almanya ile daha iç içe idi ve onların gündemlerinde ciddi yer alabiliyordu. Ya da Irak-İran Savaşı, Türkiye’deki yönetim değişikliğinden daha fazla gündemde kalabiliyordu. Latin Amerika devrimleri ise her ülkede olduğu kadar Almanya’da da romantik devrimciliğin sembolleri olmaktan öte somutluk taşımıyordu. Almanya’daki komünist hareketleri abartmadan düşünmek gerekir. Dünyanın sayılı sanayi ülkelerinden biri olan ve tarihinde 1919 Berlin Devrimi gibi bir devrim girişimini yaşamış olan Alman komünistlerinin işçi sınıf içerisindeki komik sayılabilecek zayıflığı da onların niteliği üzerine kanaat oluşturmamız için yeterlidir sanırım.
-Ҫok sorulmuştur ama, o ince çelişkinin ulaklığını isteyebiliriz sanırım, Türkiye´ye 35 yıl sonra gidip birden geri dönmeyi dayanılır kılan nedir?
Aslında “geri dönmeyi dayanılır kılan” değil, “geri dönmeye mecbur bırakan” biçiminde düzenlemek gerekir soruyu. Çünkü genel olarak söylenirse, dünyada hiçbir sürgün, ülkesindeki politik, sosyal, ekonomik koşulları “insan onuruna yaraşır bir yaşam hakkı düzeyine” kavuştuğunda göç ülkelerinde yaşamayı istemez. Üstelik uğruna bedel ödediği politik mücadele, göç ettiği ülkeye yönelikse, sanırım bu saptamam daha anlamlı olur.
Benim sürgün yıllarımda yaşadığım zorluklara karşın ayakta ve dik durabilmeme dayanak olan duygu, yaşadığım sürecin “kendi kararlarımın sonuçları” olduğu bilinci idi. Bu kararlara ilişkin dünyanın hangi ülkesinde olursam olayım yapabileceğim bir şeylerin var olduğu inancını hep taşıdım. Bunları gerçekleştirmek için gereksinim duyduğum enerji ise bende var olan doğal bir yetenek değil, sürdürdüğüm mücadelenin ürettiği hoşnutluk duygusunun ürünü idi.
Sürgün yıllarımın hiçbir anında bu yaşamdan uzak kalmadım. Üstelik kendimi salt ülkemin politik-sosyal yaşam alanıyla ilgili sınırlamadan, yaşadığım ülke topraklarına da bir şeyler katabileceğime inancıyla yaşadığım sürgün topraklarında da kendimi üretmeye çalıştım. Pedagoji / andragoji çalışmaları bu düşüncemin gerçekleştirilmesinde benim yönümü de belirledi.
Önce doğrudan Türkiyeli gençlere yönelik çalışmalarla başladım. Kuşaklar Arası Çatışma bu yönelişin ilk adımlarını oluşturdu.
İkinci aşamada alanımı genişleterek yine Türkiyelilere yönelik aile içi eğitimin pedagojik-psikolojik ve elbette sosyal sorunlarının bütününe yöneldim. Bu aşamada çalışmalarım Türkiyeli ailelere yönelik çalışan kurumlarla sınırlıydı. (Belediyelere bağlı Kültürevleri gibi kurumlar; değişik alanlarda çalışan dernekler vb.) Bu alana ilişkin yayınladığım 5 kitap ve yayına hazır olan 6. Kitap daha çok bu çalışmaların ürünüdür.
Ve üçüncü aşama olarak Alman toplumuna da hitap edebilecek alanlarda boy gösterdim. Almanya’nın eğitim alanında en büyük sivil toplum kurumlarından biri olan Deutscher Kinderschutzbund (DKSB) içinde hem veliler için eğitimci, hem yeni kurs yöneticilerinin eğitimcisi hem de 7 yıl Bayern Bölgesi Yönetim Kurulu Üyesi olarak çalışmam bu döneme düşer. Bugün de bu kurum içerisinde yer almaktayım.
Hemen söyleyeyim: Dil sorunu, yani Almancaya yeterli vakıf olmamak, çözümlenmesi gereken önemli bir sorundur. Ama bu sorun tek başına, bu tür çalışmaların gerisinde durmak için bir gerekçe değildir. Sözünü ettiğim çalışmanın her aşamasında bu sorunun ortadan kaldırılabilmesi için farklı çözüm yöntemleri kullandım. Bugün, yukarıda sözünü ettiğim DKSB’den, çalışmalarımdan dolayı “Onur Belgesi” alabildiğime göre, sonuç olarak başarabildiğimi söyleyebilirim. Ama bu elbette çalışmalarımın durduğu ya da duracağı anlamına gelemez, gelmemelidir.
-Yeni Özgür Politika` da yazdığınıza bakarak ” Bölgesel bir savaşın” ülke içini neye dönüştürdüğüne, muhaliflerin kimi yerde güçlerini aşan bedeller ödediklerine bakarak, yeniden farklı katkıyı kim üretebilir?
Hem içte Kuzey Kürdistan topraklarında, hem de Ortadoğu’nun Suriye-Irak-Türkiye-İran coğrafyasında “Bölgesel bir savaş” çoktan beri Türk egemenleri tarafından başlatılmıştır zaten. Ve hangi savaş olursa olsun, bir ülke içini neye dönüştüreceğini anlatmaya gerek yoktur. Yaklaşık kırk yıldır Kuzey Kürdistan’da katledilen Kürt sayısının (TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nun hazırladığı raporda yer alan 17 500 faili meçhul ayrı tutulursa) 60 bini aştığını biliyoruz. Ama savaş, savaşı üreten egemen ulus halkına yönelik de benzer zararlar üretir. Kültürel olarak kurumuş, insan hakları ve özgürlükleri bütünüyle ortadan kaldırılmış, radikal İslâm’la donatılmış, faşist bir iktidarla taçlandırılmış, halkının neredeyse dörtte birinin yaşam standardı açlık sınırı altına itilmiş, işsizlik, iç cinayetleri, kadın katliamıyla yoğrulmuş günümüz Türkiye’sinin geldiği aşama, sömürgecilikte ısrarlı olan devletlerin bir ülkeyi getirebileceği “gelişkinlik” düzeyini yeterince sergilemektedir.
Bu savaşı durdurulabilmesi, Türkiye’de “Batı” adlandırmasıyla özetlediğim Türk halkının, Türkiye işçi sınıfının, Türkiye sosyalist hareketinin ve demokrasi güçlerinin adil bir barış ve halkların kardeşliğine destek sunacak bir duruşu tercih etmeleriyle olacaktır. Unutmamak gerekir ki Kürt halkının (en azından bugünkü) siyasal iradesi Türkiye’de Türk halkı ile birlikte yaşamaktır. Kişisel görüşüm siyasal iradesi tamamen ortadan kaldırılan, milletvekilleri ikinci kez toplu olarak tutuklanan, kentleri toplarla yerle bir edilen mağdur bir halk, bunca eylemin failleriyle bir süre sonra “birlikte yaşam” istemini dillendirmeyi kendine ihanet olarak bile tanımlayabilir.
-Kürt hareketinin kendi dışındaki güçlerle olan ilişkisinde bir sorun görüyor musunuz?
Elbette Doğu toplumları içerisinden yükselen bir güç olarak Kürt Özgürlük Hareketi’nin kendi içine ya da dışına yönelik ciddi sorunları vardır ve olacaktır. Ama ben bunları yoldaşlık ilişkileri içerisinde onlarla paylaşırken, esas olarak kendime yönelik, yani egemen ulustan bir komünist olarak, benim onlara yönelik sorumluluklarım çerçevesinde ele almayı daha doğru bulmaktayım. Kürt hareketi içerisinde var olan bütün sorunlardan büyük oranda egemen ulustan komünistlerin sorumlu olduğunu ya da en azından bunda payları olduğunu düşünüyorum.
Unutmamak gerekir ki yakın tarihlere kadar sömürge Kürdistan’da Kürt halkı özgürlük mücadelesinde yalnız kalmıştı. Türk halkının bu mücadeleye sempatik bakmadığı, hatta büyük çoğunluğuyla düşmanca bir tavır aldığı açıktır. Türkiye sosyalist hareketi bile tarihsel olarak çok yakın zamanlara kadar, Kemalizmle bir türlü kesip atamadığı göbek bağı nedeniyle Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik güven veren, dostane bir yaklaşımla yaklaşamamıştır. 68’in (Kaypakkaya hariç) bütün hareketleri için bunu söylemek mümkündür. Kürt özgürlük hareketinin sömürgeciliğe karşı verdiği muhteşem mücadeleyi bu nedenle sonuna kadar destekliyorum ve bir komünist olarak katkı vermeye çalışıyorum.
-Etnik kimlik, tek bir aidiyet tuzağını da barındırdığından, meşru kimlik tanımının zaaf ve sınırları üzerine ne söylersiniz?
Aslında çağımızın üzerine konuşulması gereken temel konusunun bu soru olduğunu düşünüyorum. Kapitalizmin ürünü olan ulus-toplumların ve ulus-devletlerin çökmekte olduğu bir çağdayız. Kapitalist sermayenin küreselleşmesinin kaçınılmaz sonucu olarak en azından Batı’da tarihsel olarak bunları çökmekte olmalarına rağmen, politik olarak varlıklarını devam ettirdikleri aşikârdır. Ne var ki, ulus aidiyeti yerini başka toplumsal aidiyet kavramlarının doldurmaya başlayacağını sosyolojik verilerle biliyoruz. Ulus kimlikleri yeterince gelişmemiş olan Doğu toplumlarında ise günümüzün mezhepsel kimliklerinin (özellikle yönlendirilerek) atağa geçtiğini görmekteyiz.
Elbette etnik ya da mezhepsel kimlikler de ulus kimlikte olduğu gibi sadece tek bir aidiyet varlığına izin verdiği zaman, aynı tehlikeyi taşırlar. Ancak, biliyoruz ki burada asıl sorun kimliklerin farklılığında değil, birbiri karşısındaki sosyal hukuksal politik kültürel konumlanışlarında ortaya çıkmaktadır. Yani “iktidar” sorunu burada da önümüze çıkmaktadır. Hangi kimlik olursa olsun, diğer kimliklerin özgürlüğü ve birbiri karşısındaki konumlanışlarının eşitliği temelinde yan yana geldikleri takdirde, bir kimliğin öteki karşısında farklılığının anlamı kalmayacaktır. Belli ki böyle bir toplumsal yapılanmaya kadar insanlık bu kimliklerin potansiyel tehlikelerini en aza indirebilecek önlemleri alarak, onların sönmelerini sağlayacak çözümlere ulaşana kadar birlikte yaşamayı kabullenmeleri gerekecektir.
– Topyekûn bir savaşın, 15 Temmuzla tahkim edilmiş OHAL in sonuçlarıyla yeni göҫler beklenirken, buradaki politik mültecilerin hattında ne yapılmalı?
Hangi bağlamda olursa olsun, “mültecilik” alanında bir sorun tartışılıyorsa, öncelikle bu sorunun insan hakları alanında bir sorun olduğu gerçeğinin altı çizilerek başlanmalıdır. Yaşam standartlarında böylesine büyük bir uçuruma sahip olan, yaşam olanakları adil olmayan bir Dünya’da “insana yaraşır onurlu bir yaşam” için gelişmiş ülkelere kitlesel göçler artık hep olacaktır. Bu, dünyanın en az yedide altısının haklarının dünyanın yedide biri tarafından gasp edilmesinin kaçınılmaz sonucudur. Üstelik bir avuç emperyalist gücün kar amaçlı düşünerek dünyanın bütün diğer ülkelerinin statülerini yeniden düzenleme çabası içerisine girmesi (küreselleşTİRme), yeni bir hegemonya savaşı da yarattı. Arap Baharı adıyla tanımlanan yıkım, böylesi bir çabanın ürünüydü. Ve bölgemizde yaşanan felaketler de bu düzenleme çabasının son örneklerindendir.
O halde öncelikle şunu söyleyerek başlamalıyız: Çağımızda “mültecilik” bir insan hakları kapsamında ele alınması gereken bir olgudur.
Mülteci hakları sorunu bu perspektifle ele alınmalıdır. Bu durumda sağlıklı beslenmeden eğitime, sağlıktan üretime katılma olanaklarına sahip olmaya kadar, yaşam hakkı içerisinde yer alan bütün hak ve özgürlüklere sahip olmaları gerekir.
-Sürgünlük, politik mültecilik; bu ebedi haliyle neye evriliyor?
Sanırım sürgünlük yüzyılımızın kronik olaylarından biridir artık. Bunun birçok nedeni var. Birincisi: Dünyanın çok büyük bölümünün açlık sınırı altında yaşadığını, buna karşılık az bir bölümünün yeterli yaşam standartlarına, çok küçük bir bölümünün ise yeterlilik kavramının çok fazla üzerinde bir yaşam standardına sahip olduğunu biliyoruz. Dahası, bu uçurum her gün batının zengin ülkeleri lehine daha da büyümektedir. Bunun yoksul ülkelerden zengin ülkeler doğru ülkeler arası sürekli bir göçe de neden olacağını söyleyebiliriz. Ayrıca bu dünyanın yoksul halkları için bir haktır. Burada daha insanî yaşam koşulları arayışı içerisinde olan yoksul halkları değil, bu uçurumun asli müsebbibi olan Batı’nın emperyalist-kapitalist sömürü sisteminin sorumlu olduğunu söyleyebilirim.
İkincisi: Özellikle yeni milenyumla birlikte Dünya’yı yeniden dizayn edebilmek için kan gölünü çeviren emperyalizmin sorumlu olduğu savaşlar nedeniyle artık dünyanın büyük bölümü savaş alanlarına dönüştürülmüştür. Arap Baharı adıyla pazarlanan emperyalist politikanın yarattığı göç olgusu bugün de sürmektedir. Geçmişte örneğin 1975-1990 arası Lübnan İç Savaşı, ya da 1980-1988 arası Irak-İran Savaşından kaçarak Avrupa topraklarına sığınan milyonlarca mülteci; ya da günümüzde “Suriyeli mülteciler sorunu” gerçekte tam da böyle bir sorundur. İnsanların savaş ortamından kaçarak can güvenliğinin olduğu topraklara sığınması en doğal insan haklarından biridir.
Üçüncüsü: Özellikle orta gelişmiş ülkelerde sıkça görülen askeri (ya da sivil) darbelerin yarattığı gerilim ortamları, bu süreçler içerisinde kalan büyük kitlelerin ülkelerini terk etmelerine neden olabilmektedir. Biliyoruz ki bu darbelerin neredeyse bütünü yine aynı emperyalist güçlerin kontrolü altında gerçekleştirilmektedir. Bu nedenle yine sorumluların başında “dünyanın efendileri” olan güçler yer almaktadır. 1973 sonrası Pinochet diktatörlüğünden kaçan Şilililer ya da 1980 sonrası Türkiyeli “12 Eylül Sürgünleri” bunun tipik örneklerinden biridir.
Dördüncüsü: Yaşanabilir bir dünya arayışı içerisinde olan halkların, buna izin vermeyen kendi siyasal yönetimlerine karşı direnişleri genellikle emperyalizmin de desteğiyle “terör” olarak tanımlandığı için; bu tür siyasal çatışmaların olduğu ülkelerde mağdurlar ülkelerini terk etmek zorunda kalmaktadırlar.
En azından ilk üç türün gelecek on yıllarda artarak devam edeceğini düşünmekteyim.
Dünyada sosyo-ekonomik olanakların arasındaki uçurumlar en azından büyük oranda daralmadan, sürgünlüğün ortadan kalkacağını düşünmek mümkün olamayacaktır.
-Sizden, Avrupa Sürgünler Meclisi oluşumunda başından beri yer alan isim olarak, meclisin işlevine, sağlanan aşama ve güncele dair izlenim ve değerlendirmelerinizi aktarmanızı isteyebilir miyiz?
Avrupa Sürgünler Meclisi dün gerekliydi ama yarın için bir zorunluluktur. Olmazsa olmaz denecek kadar büyük öneme sahiptir. Bu nedenle kurum olarak çok önemsiyorum. Ama Sürgünler Meclisi’nin uzun zamandır büyük bir atalet içerisinde olduğunu düşünüyorum. Adı “Avrupa Sürgünler Meclisi” olan bir kurum, dünyanın gündeminde olan, örneğin bir Suriye ve diğer ülkelerden akan kaçak-sürgün-mülteci akınına; bu akının Türkiye tarafından kullanılması çabasına yönelik düşünce, politika ve projeler üretecek ilk kurum olması gerekirken, birkaç bildiri ile soruna katkı sağlamaya çalışması ataletin ifadesidir.
Sorun, bu alanda çalışma yapan arkadaşlarımızın konumlarıyla, yetenekleriyle ilgili bir sorun değildir. Başından beri bu kurumun çalışmalarında yer alan her arkadaş büyük bir özveri ile çalışmaları sürdürdü. Bu durumun aşılması ve bu tarihsel sorumluluğun başarıyla gerçekleştirilebilmesi için örgütsel yapısından içeriğine, kavramlardan projelere kadar programatik ve planlı adımlar atmak gerekiyor.
ASM’nin kuruluş toplantısında oluşumu destekleyen örgütlerin (biri hariç) daha sonra kurumun çalışmalarına fiilen destek sunmamaları, çalışmalarda ciddi bir yetersizlik yarattı. Önümüzdeki ilk kongre öncesi yapılacak olan bir çalışma ile, oluşturulacak bir temsilci grup ile örgütlerle yeniden görüşüp, onların desteklerini fiiliyata dönüştürmelerini sağlamak olmalıdır.
Yürütme kurullarının yeterince etkin olamaması sanırım daha çok çalışmanın hedefleri, ilkeleri ve yöntemlerinde kurumun bütününü kucaklayan bir ortak işleyişin gerçekleştirilememesinden kaynaklanmaktadır. Bunun için önümüzdeki ilk kongrede Yönetim Kurulu bir proje grubu gibi düşünülerek, yapılacak çalışmalarda programatik ve ilkesel ortaklıklarda anlaşmış bir “uyumluluk” temelinde oluşturulmalıdır. Bu nedenle Kongre öncesinde gelecek projelerinin aktarılabileceği bir tartışma sürecinin yaşanması planlanmalı ve düzenlenmelidir.
Seçilecek Yürütme Kurulu’nun gündem yaratan değil gündemlerin arkasından yetişmeye çalışan edilgen bir kurum olmaktan çıkarabilmek için daha çok sesi çıkan somut programlara yönelmek gerekir.
Yani gelecek için bu kurumun yeniden alt üst edilmesi, yenilenmesi gerekir.
YAŞAMI ÜZERİNE
İ. Metin Ayçiçek 1950 yılında Sarıkamış (Kars)’da doğdu. Dokuz çocuklu bir ailenin beşinci çocuğudur. 1968’de Ankara Üniversitesi SBF’ye girdi. 1970’te SBF Öğrenci Derneği Başkanlığı yaptı. 12 Mart askeri darbesi sonrası siyasal çalışmalarından dolayı iki kez tutuklandı ve toplam üç yıl tutuklu kaldı. Genel afla özgürlüğüne yeniden kavuştuktan sonra yarım kalan üniversite eğitimini tamamlayarak bitirdi. 1980’e kadar politik çalışmalarını aktif olarak devam ettirdi. KURTULUŞ Hareketi’nin kuruluşunda yer aldı. Kurtuluş Sosyalist Dergi’nin sorumlu yönetmenliğini yürüttü. Örgütlenme ve eğitim çalışmalarında görev aldı. Kurtuluş Örgütü’nde (Türkiye ve Kuzey Kürdistan Kurtuluş Örgütü – TKKKÖ) Merkez Komite üyeliği dahil değişik düzeylerde yöneticilik yaptı.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasında 1981 Mart ayında ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Yurtdışına çıktı ve bir süre Ortadoğu’da Cephe-t-ül Nidal (Filistin Kurtuluş Cephesi) örgütü içerisinde kaldı. 1981 Ekim ayında, Avrupa’ya (Almanya) giderek “Sosyalist İşçi” ve Türkiye’de illegal olarak yayınlanan TKKKÖ Merkez Yayın Organı “Kurtuluş” adlı dergilerin yayınlanması çalışmalarında yer aldı.
1984 yılında Almanya’da Türkiyeli göçmenlere yönelik bir demokratik kitle örgütü olan Demokratik İşçi Birliği’nin (DİB) kurucularından ve ilk yöneticilerindendir.
1994 yılında Nürnberg -Türkiye Film Festivali’nin oluşumunda ve festivali düzenleyen Inter-Forum adlı kurumun kurucuları ve ilk yönetim kurulunda yer aldı.
Yine aynı yıl oluşturulan Nürnberg Kürt -Türk Dostluk Girişimi (Kurdisch – türkische Freundschaftsinitiative) adlı kurumun kuruluşunda yer alarak günümüze kadar sözcülüğünü sürdürdü.
1996 yılından itibaren Nürnberg Mezopotamya Kültür Merkezi’nin kurucuları arasında yer aldı. Daha sonraki yıllarda YEK-KOM (Almanya Kürt Dernekleri Federasyonu) ve KONKURD (Avrupa Kürt Örgütleri Konfederasyonu) gibi Avrupa’da yaşayan Kürt halkının demokratik kitle örgütlerinin yönetimlerinde ve Avrupa Kürt Basın Konseyi’nde görev üstlendi.
1996 yılında bir yıl TÜDAY (Türkiye-Almanya İnsan Hakları Örgütü) ) başkanlığını yaptı. Türkiye’de kurulan Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP)’nin ve daha sonra Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP)’nin Avrupa örgütlenmesi pratikleri içerisinde yer aldı.
2003 yılından beri Almanya’nın en büyük STK’larından biri olan ve eğitim alanında çalışmalarını sürdüren Alman Çocuk Koruma Birliği’nin (Deutscher Kinderschutzbund –DKSB) ) Türkiyeli velilere yönelik olarak gerçekleştirilen veli kursları yöneticisi ve 2007-2013 yılları arasında aynı kurumun Bayern Eyaleti Yönetim Kurulu üyesi olarak çalıştı.
2012’de kurulan Avrupa Sürgünler Meclisi (ASM) Yürütme Kurulu (2013-14) üyesi ve Eşsözcüsü olarak görev üstlendi.
2013 yılında kurulan Avrupa Barış ve Demokrasi Meclisi (ABDEM) kuruluş çalışmalarına katıldı, Meclis ve Yürütme Kurulu üyesi oldu.
22 Ekim 2015’de DKSB tarafından Almanya’daki pedagojik çalışmaları nedeniyle “Onur Belgesi” aldı.
Hâlihazırda HDK-Avrupa örgütlenmesi çalışmalarında yer almaktadır.
Evli ve üç çocuk (1980, 1987, 1990) babası olan Ayçiçek halen Almanya’nın Nürnberg kentinde yaşamaktadır. Pedagojinin ve andragojinin (yetişkin eğitimi) değişik alanlarında kurs, seminer ve konferanslar vermektedir. Belediye’ye bağlı kurumlarda Pedagojik-Psikolojik Aile Danışmanlığı yapmaktadır.
Kitapları
776 kez okundu.