Hitler’den saklanan çingene çocukların yerinde Kürt bir anarşist!

Vicdani retçi yazar Ercan Jan Aktaş kendi sürgünlüğünü de anlatan Nuray Pehlivanın yaptığı söyleşisi:
Ve şimdi, milyonların insanın mülteci, sürgün oldukları bir dünyada yaşıyoruz. “Sürgün bir ayrılıktır, bir hüzündür. İnsani olmayan, ağır bir cezadır” der Mehmet Uzun. Şimdi bunun ne demek olduğunu çok iyi biliyorum, çünkü ruhumda bedenimde yaşadığım şey budur.
Vicdani retçi yazar Ercan Jan Aktaş hakkındaki davalar ve cezalar nedeniyle bir süredir Paris’te yaşıyor. Türkiye dışındaki hayatını anlatan Aktaş yaşadığı ilginç bir anıyı da aktarıyor: “Fransa’da bana kaldığım evi veren yoldaşım Babet, bir gün, ‘Jan o kapağı kaldırır mısın?’ diye sordu. Kaldırdım, karanlık, mahzen gibi bir yerdi. ‘2. Dünya Savaşı’nda Hitler’in ordusu bizim kapıdan geçerken babam ve annem bu mahzende çingene çocukları saklamış. O gün Hitler’den korunan çingene çocukların yerinde şimdi anarşist bir Kürt kalıyor’ dedi…”

Nuray Pehlivan  npehlivan@gazeteduvar.com.tr

DUVAR – Türkiye’de uzun yıllar aktivist, sosyal bilimci ve yazar kimlikleri ile tanınan Ercan Jan Aktaş hakkında açılan soruşturmalar nedeniyle bir yıl önce Fransa’ya gitti.

Özellikle militarizm ve şiddet alanlarına ilişkin çalışmalar yürüten Aktaş, 2005 yılında vicdani reddini ilan etmişti. Dut Ağacı Kolektif ile birlikte yüzleşme üzerine ‘Ben Öldüm Beni Sen Anlat’ ve ‘Öykülerle 12 Eylül’ isimli iki sözlü tarih çalışmasının kitaplaştırılmasını da sağlayan Aktaş bir süre önce sosyal medya paylaşımları nedeniyle üç ayrı suçlama ile karşı karşıya kalmıştı. Vicdani retçi olması nedeniyle kesilen 9 bin TL para cezasını da ödemediği için hakkında açılan davada ise halen Anayasa Mahkemesi’nin kararı bekleniyor.

Davalar ve cezalar nedeniyle Fransa’ya giden Aktaş’la yaşadıklarını konuştuk.

‘SAKIN BANA ÖZLEMEK GÜZELDİR DEMEYİN!’

Türkiye’den uzak olmak sizi nasıl etkiledi?

Türkiye’de ırkçı/militer ve tekçi bir sistem ortaya çıktı. Buna karşı durmanın ciddi bedelleri var. O bedelleri yıllardır ödeyen, şimdi de ödemeye devam eden binler, on binler, milyonlar var ve ben de onlardan biriyim. Bu yüzden yaşadığım kentleri, sokaklarını, sevdiklerimi, aşklarımı geride bırakmak zorunda kaldım. Eskiden çok karamsar cümleler kurmaz, bir şekilde beni gülümseten, beni heyecan veren, yürürken “ey hayat!” dedirten şeyler bulurdum. Ama işte bir yılı aşkındır süredir bunu yapamıyorum. Aslında ben hep böyle göçebe yaşadım, bu yaşıma kadar sırt çantam sırtımdan inmedi. Başka kentlerin sokaklarında dolaşmak, yeni insan hikayelerinde çoğalmak, yani “gitmek” hep normaldi benim için. Ancak şimdi, “zorunda olmak” çok dokundu. Bunu ülkeyi terk ettikten sonra daha iyi anladım. Bunu ‘vatan güzellemesi’ yaparak söylemiyorum, öyle olmadım hiç. Ama yerim hayatı birlikte örgütleyebileceğim insanların yanı oldu hep. Eskiden Türkiye’nin, Kürdistan’ın şehirlerinde sevdiklerimi geride bırakırken; “özlemek güzeldir” derdim. Ama şimdi bana sakın ha kimse ‘özlemek güzeldir’ demesin!

Vicdani retçiler bütün dünyada barışın simgesi olarak tanındı. Türkiye’de ‘barış istemek’ suç haline getirilirken, durum Paris’ten nasıl görünüyor?

Ben galiba hiç buradan bakamıyorum. Şöyle düşünüyorum; “3 şey bir arada olmadan bir yerde olamazsın.” Nedir bu 3’lü? Aklın, yüreğin ve de ayakların! Onlar nerede birlikte olabiliyorsa sen oradasın. Evet, ben artık Fransa’da yaşıyorum. Ama aslında tam olarak burada değilim, öyle hissedemiyorum. Çünkü benim aklım ve yüreğim gelmedi! Öyle olunca da pek ‘Paris’ten’ bakamayabilirim… Bu sabah sosyal medyada 4 yıl önceki bir buluşmamızın resimlerini gördüm. Avrupa ve Ortadoğu’nun savaş karşıtları, anti-militarist vicdani retçileri olarak Kıbrıs’ın orta/işgal bölgesinde bir araya gelmiştik. Tel örgüler ve duvarlar ile kapatılmış bir yerde barışı konuşuyorduk. Biraz daha iyimserdim o zaman sanırım. Ama şimdi işgal edilmiş bir bölgeden değil, işgal edilmiş sokaklar, hayatlardan doğru bakıyorum. Bütün baskı ve şiddete rağmen Türkiye’de mücadele eden yoldaşlarım, güzel insanlarım ve ailem var. Oradan bakınca çoğunun; “bari Ercan kendisini kurtardı” diye bir teselli içinde olduklarını biliyorum. Ama gerçek hiç öyle değil, şunu çok iyi anladım; İstanbul’un, Amed’in sokaklarında özgürce ve heyecanlı yürümeyene kadar dünyanın hiçbir yerinde ne özgür ne de heyecanlı olabiliriz.

.

Hal böyleyken Paris’te yeni bir yaşam düşünebiliyor musunuz o zaman?

Evet, şimdi Paris’teyim ve ne yapabiliyorsam onu yapmanın peşindeyim. Anarşist, anti-militarist bir birey olarak eylemlere, etkinliklere koşturup, sokaklarda olmaya devam ediyorum. Diğer yandan da Türkiye’de biten akademik hayatıma yeni bir sayfa eklemeye çalışıyorum. Bir süre Güney Batı Fransa’nın Pau şehrinde güzel insanlar ile yaşadım, orada bir hayat kurmak için ne gerekirse daha fazlası var, hatta hayal edemeyeceğim kadar. Pau’nun bir köyünde bütün sevdiklerime kapısı her zaman açık büyük bir evim var, bahçeler, bostanlar, orman içinde başka bir hayat kurmak için her şey… Ama ben yokum bunların içinde! Yani burada bir gelecek tahayyülüm yok. Bunların hiçbiri beni heyecanlandırmıyor. Paris’te kendime yeni bir hayat kurmayı beceremiyorum. Az önce söylediğim gibi 3’ü bir arada olmadan benim yeni bir hayat kurmam mümkün değil. Beni heyecanlandıran, bana hayaller kurduran, ‘İstanbul’a dönmek üzere’ sırt çantamı aldığım gündür. Ben aslında her şeye rağmen bu son seyahatime kadar yaşayabileceğim her şeyi yaşadım. Hayatımın ekseninde hep bir şey vardı: Bütün farklılıkları ile birlikte ama benzeşmeden durabilmek. Birlikte itirazlarımızı örgütlemek ve hepimizin hak ettiği, sevdiklerimizle yürüyebileceğimiz özgür sokaklar! Birilerinin Kürt, birilerinin Alevi, Ermeni, kadın, ateist, eşcinsel, trans olduğu için baskı ve şiddete uğramadığı kendi hayatlarını, kendi istedikleri gibi örgütleyip o kentlerin sokaklarında birlikte yaşamak. Hâlâ öyle bir yaşam düşünüyorum, istiyorum

‘BURALARDA YABANCILIK OLMAK BİTMEYECEK BİR ŞEY’

Suriyeli mültecilerin iltica etmek zorunda kaldığı koşullarla kıyaslarsak sen sonuçta pasaportunla doğrudan başka bir ülkeye yerleşmiş durumdasın. Onlarla kendinizi karşılaştırırsanız neler söylersiniz?

Benim bir konuda konuşmayı hak etmek gibi bir prensibim var. Yani içinde olduğum, ürettiğim, bir parçası olduğum şeyden doğru konuşurum. Kimsenin söz hakkını çalmak, kimilerine rağmen onlar için söz kurmak istemem, kurmam. Ama şimdi mülteci olmak üzerine konuşurum. Çünkü ben bir mülteciyim, sürgünüm. Ve şimdi, milyonların insanın mülteci, sürgün oldukları bir dünyada yaşıyoruz. “Sürgün bir ayrılıktır, bir hüzündür. İnsani olmayan, ağır bir cezadır” der Mehmet Uzun. Şimdi bunun ne demek olduğunu çok iyi biliyorum, çünkü ruhumda bedenimde yaşadığım şey budur. Bunun onarılamaz bir şey olduğunu düşünmeye başladım artık. Fransa’da şunu gördüm, Paris’in hemen yarısında siyah insanlar yaşıyor, bu insanlar kimler, bu insanlar hangi yaşamlardan geldiler, neden yaşadıkları diyarları bırakıp geldiler? Evet, gelmek zorunda kaldılar, çünkü Fransa devleti bu insanların ülkelerine, yaşadıkları kentlere, hayatlarına sadece “pazarlarına dahil olacak şey” olarak baktı. Fransa, topraklarını, nehirlerini, hayatlarını kuruttu bu insanların. Buralarda “yabancı” olmak bitmeyecek bir şey. Sen hep bir “yabancı” olarak kalıyorsun. Irkçılık, şiddet, militarizm her şekilde bu insanların hayatlarının tam orta yerinde yer alıyor. Suriye’deki savaş Suriye halklarının bir savaşı değil, tıpkı diğer bütün savaşlar gibi. Afrinde’ki savaşın içinde olan sadece Türkiye mi? Elbette hayır, hem ürettikleri, pazarladıkları silahları ve hem de devlet politikaları ile Almanya ve Fransa da bu savaşın sorumlularıdır. Yüzbinlerin, milyonların ne yaşadıkları hiç umurlarında değil, insan hayatı bunlar için günün sonunda ekranlara yansıyan rakamsal istatistiklerden öte bir şey değil.

Türkiye’den Avrupa’ya hem mülteci hem de göçmen olarak ciddi anlamda bir beyin göçü olduğu haberlerini okuyoruz sık sık. Özellikle üniversitelerin başına gelenlerle beraber çok sayıda insan ülkeyi terk etti. Bu şartlar altında kendine de dönüp baktığında özellikle daha genç kuşaklar için neler söyleyebilirsiniz?

Öncelikle şunu söylüyorum. Hemen her hafta bir şekilde bana ulaşan; “Avrupa’ya gelmek için ne yapmam lazım?” diye soranlar var. Onlara ilk söylediğim ‘iyi düşün’ oluyor. Evet, ben Türkiye’nin ne durumda bir ülke olduğunu çok iyi biliyorum. Ama bütün o karmaşa ve şiddet içinde kendi hayatlarımız duruyor. Oranın çok acısını, sıkıntısını yaşadım ama şimdi yaşadığım kadar zorlanmadım. İyi düşünün diyorum. Çok iyi düşünün. Oradan bakıldığı gibi “gideceğiz, kurtulacağız” diye bir şey yok. Bunu insan içine girmeden göremiyor ama durum böyle. Koca yürek Konstantinos Kavafis’in dediği gibi ‘Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın’…

Aidiyet duygusu, toprağa bağlılık, ahlaki ve politik iddialar konusunda ihtimal ki birçok şeyi yeniden sorgulamışsınızdır… Bu konularda neler söylersiniz?

İçimde tartışmaya her an bir şeyle devam ediyorum. Hatta bu iç tartışmalarım rüyalarımda da devam ediyor. Bunlardan bir tanesi söylediğin gibi “aidiyet duygusu”. Kendimi, nereye, neye, kime ait hissediyorum? Buradan baktığımda öncelikle aidiyet duygum beni sevenlere karşı. Annemin iç çekişlerini hissediyorum, hayatımın en güzel tarafında duran arkadaşlarım, akrabalarım var. Tavla maçlarımızı özledim. Ben diyorum ki, hikâyeni nerede yaşadın, insanlarını, dostlarını, yoldaşlarını nerede biriktirdin ise orası senindir. Politik hikâyem de bütün bu güzel insanların bir toplamı. Onların özlemleri, beklentileri, hasretleri, yarına dair idealleri, bunların hepsi benim aidiyetlerim. Yaşadığımız o kentlerin sokaklarına barış borcumuz var. Adını bilmediğim on binler, yüzbinler, milyonlarca çocuğa barış borcumuz var. Onların şen sesleri ile uçurtmalarını uçuracakları özgür patika yolları ve kent sokaklarını kurana kadar devam edecek benim bu politik aidiyetim. İlkay Akkaya, Koma Amed, Hasret Gültekin, Ahmet Kaya, Kardeş Türküler dinleyerek, tutunduk biz hayata. Şimdi yeni sesler, yeni hikâyeler, yeni sokaklarda çoğalmaya devam ediyoruz.

Sosyolog ve yazar Pınar Selek de bir süre önce yurt dışına iltica etmek zorunda kalmıştı. Kendisiyle iyi bir dostluğunuz olduğunu biliyoruz. Burada yeni bir yaşam kurmanızda yardımı oldu mu?

Hayatı içinde birlikte yürüdüklerimiz ile tamamlanıyoruz. Bazı insanlarla hayata dair itirazlarınız, beklentileriniz, hayalleriniz ortaktır. İşte Pınar Selek de benim için öyle biri. İkimiz de hapishanede iken tanışmıştık. O Bayrampaşa’daydı, ben Bursa’da… Cezaevinden çıktığımda Amargi Kadın Akademisi’ne gittim. Birlikte toplumsal barış çalışmaları, sözlü tarih çalışmaları yaptık, ‘yüzleşme’ üzerine konuştuk. Pınar’ın emeği, idealleri ve kavgası benim için yol haritası oldu. Benim yolumun bu tarafa düşmesinden sonra da Pınar hep yanımda oldu. Çok zorlandığım zamanlarımda onu ararım. Ne kadar zorda da olsa her zaman diyecekleri vardır ve söyledikleri de bana iyi gelir. Direnme gücümü yenilerim. Hayatımızın bir yerinde onun gibiler olduğu için bence bu kadar güçlüyüz.

.

Burada da sokakta olmaya devam ediyorum dediniz. Neler yapıyorsunuz?

Vicdani retçiler ile ilişkim yoğun bir şekilde devam ediyor. Hemen her hafta Türkiye’de yaşadığı baskıdan çıkmak ya da başka şeyler için iletişime geçen, bir şeyler soran, dayanışma ve talepte bulunanlar oluyor. Fransa’da bu yıl gerçekleşecek için bir çalışma içindeyim. Birkaç arkadaş ile birlikte ’15 Mayıs Uluslararası Vicdani Ret Günü için neler yapabiliriz?’ sorusu üzerinden başlayan sohbet bizi Paris’te Fransız Savaş Karşıtları/Vicdani Retçiler Derneği’ne götürdü. Şimdi Almanya, Fransa ve Türkiye üzerinden bir yıllık çalışma programı üzerinde çalışıyoruz. Hamburg’da küçük bir vicdani ret grubu oluştu, birlikte radyo programları yapıyor ve toplantılar düzenliyoruz. Yani aslında çalışmalar aynen devam ediyor. Ayrıca Fransa’da beni yanlarına alan, hayatlarını benimle paylaşan çok güzel yoldaşlarım var. Kaldığım evi onlar verdi. Babet ile binanın birinci katında yer alan büyükçe bir odayı düzenlerken bir gün bana; “Jan o kapağı kaldırır mısın?” dedi. Kapağı kaldırdım karanlık mahzen gibi bir şey, feneri tuttum onlarca şarap şişesi. “Jan bu şişeler babamlardan kalma, ama bu mahzenin başka bir hikayesi de var. 2. Dünya Savaşı sırasında Hitler’in ordusu bizim kapıdan geçerken babam ve annem bu mahzende çingene çocukları saklamış. O gün Hitler’den korunan çingene çocukların yerinde şimdi anarşist bir Kürt kalıyor” dedi…

Son olarak soralım… Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya ile aynı şehirde bulunmak nasıl bir duygu?

Belki de bu şehirde Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in yaşamış olmasından ve şimdi de burada yatıyor olmalarından kaynaklı Paris bana biraz daha başka geliyor. Garip bir şekilde yolum çok zaman Père Lachaise’e düşüyor. ‘Sen burada yabancı değilsin’ diyorum kendi kendime. Orada olmak, o mezarlık içinde soluklanmak başka bir duygu. Ahmet Kaya’nın sözleri ve müzikleri ile muhalif dünyaya adım attım. Benim kuşağım Ahmet Kaya ile “Başkaldırıyorum” dedi. Türkiye’deki ırkçı/militer linç çok erken aldı Ahmet Kaya’yı bizden. Tıpkı Yılmaz Güney gibi. Ancak bizimle konuşmaya, insanların yüreğinde çoğalmaya ve özgürlük için söylemeye, konuşmaya devam ediyorlar. Yılmaz Güney’in Paris’teki son konuşmasında söylediği gibi: Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir.

337 kez okundu.

Check Also

SÜRGÜNLÜK VE ETNOLOJİ – Engin Erkiner

            Sürgünlükle ilgili incelemeler, bu sürgünlük ülke içinde veya dışında …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir