Işılay Karagöz
Ülkesinden, doğduğun topraklardan, anasından, babasından, yarinden, çoluğundan, çocuğundan, bacından, kardeşinden; havandan, suyundan, kuşundan, çiçeğinden, sokaktaki insanlardan, komşulardan, bakkalından, simitçinin sesinden, balıkçıdan, sıcak çayından, kokulu meyvenden ve en önemlisi dilinden ayrılmak kolay mı sanıyorsunuz?
Belki siz de orada gurbettesiniz, ama suyunuz, havanız, konuştuğunuz dil sizinle birlikte, onlarla yaşıyorsunuz.
Ben, çığlık çığlığa göç eden turnalara benzetiyorum bizleri.
Çocuklarımızın adı ne, biliyor musunuz? Hasret, Gurbet…
Enver edebiyat öğretmeniydi, Töb-Der’liydi. Ben kamu kurumunda memurdum ve Tüm-Der’de çalışıyordum
12 Eylül 1980 sabahı , Enver’i ve beni aldılar. Evi alt üst etmişler, kitaplarımızı çuvallara doldurup bizi askeri bir jipe atmışlardı ve henüz bizi nereye götüreceklerini onlar da bilmiyorlardı. Telsizlerle konuştuktan sonra bizi Artvin Öğretmen Okulu’na götürdüler.
Neden öğretmen okulu?
Birincisi, o okul Türkiye’nin her yanına ışık saçıyordu. Devrimci öğretmenlerin kökünü silmek istemişlerdi.
İkincisi, o okul, diğer okullara göre daha ıssız bir yerde idi . Korzul Mahallesi işkence sesleriyle inlemeye başlamıştı. Orta okul öğrencisi genç kızlar; hamile bir öğretmen, her yaştan ve her meslekten insanlarla doldurdular Artvin Öğretmen Okulu’nu. Artık müzik dersi yerine işkence çığlıkları; resim dersi yerine parçalanmış ayaklar , patlamış ciğerler; matematikte bu gece kaç kişi işkencede hesapları işleniyordu.
Enver, dört yıla yakın Erzurum 1 Nolu’da yattıktan sonra Avrupa’daki arkadaşların baskılarıyla tahliye olmuştu. Çünkü gırtlak kanseri olmuştu ve her an ölebilirdi!
O, tahliye olur olmaz Hürriyet gazetesi başlık atmıştı: “1 Nolu Sanık Tahliye Edildi!” Ve haberin ardından hemen yeniden tutuklama kararı çıkmıştı.
Ben, 45 günlük gözetimden sonra tahliye edilmiştim arkasından hemen hakkımda arama emri çıkmıştı. Üç buçuk yıl kaçak yaşadım. Cezaevine, kanser hastamızı ziyarete gidemedim. Her gün ölüm haberini beklemiştim. Tahliye edildiğinde ise dolaylı olarak ancak buluşabildik.
İkimiz de aranıyorduk ve o kanser tedavisi olmak zorundaydı. Bu şartlarda ülkemizde yaşayamazdık. Yurtdışına sadece bir yıllığına çıktık: Tedavi olacak ve dönecektik.
Avrupa’ya geldiğimizde o da ben de üzüntüden zayıfladık. Kaldığımız kente Avrupa’nın her yanından göçmen turnalar geliyordu.
Yıllardır göremediğimiz arkadaşlarımızla buluşuyor, sabahlara kadar “ne yapabiliriz?” sorusunu tartışıyorduk.
Burada çok az miktarda ekonomik yardım yapıyorlardı. Ama bize oradan buradan destek çıkanlar olmuştu. Aldığımız tüm destekleri yurdumuzdaki arkadaşlarımıza, cezaevlerine yolluyorduk. Sokağa Kızılhaç için bırakılmış yardım torbalarından giyiniyor , çöp olarak sokağa atılmış eşyalardan ev kuruyorduk. Ama bunlar bizi hiç de gücendirmiyordu; “yeter ki arkadaşlarımıza destek olalım” diyorduk.
Enver her yıl zatürree geçiriyordu, çünkü boğazında ve kısmen dilinde felç vardı. Bu yüzden sık sık ciğerlerine bir damla su, ufak bir ekmek kırıntısı kaçtığında hem boğulma tehlikesi yaşıyor, hem de zatürree oluyordu. En ufak bir üşütmede ateşi kırklara çıkıyor, hastaneye zor yetiştiriyorduk. Ama o bütün bunların hiçbirine aldırmıyor, koşturmaya devam ediyordu. Şehir şehir gezip, Alman televizyon kanallarında, Uluslar arası Af Örgütü ya da basına Türkiye’de insan hakları ihlallerini, sürmekte olan cezaevlerindeki işkenceleri anlatıyordu. Bütün bu çalışmalarda birlikteydik. Özellikle kadına yönelik işkenceler kamuoyunun daha fazla dikkatini çekiyor, etkiliyordu.
Üstünden 33 yıl geçti: Ölenler, öldürülenler, sakat kalanlar, yıllarca hapis yatanlar…
Bugün ben sağım… Kocaman bir çınardık, dallarımız kırdılar.
Bu dava burada bitmedi, bitmeyecek de. Ne onları unutacağız, ne de unutturacağız.
31 Mart’ta Ankara’da bizim çocukların anması var. 6 Nisan’da da Artvin’de “Madene Hayır Mitingi” var. Hapislerde bitiremedikleri kadar çok aydın, devrimci yetiştiren Artvin’imizi yok etmek istiyorlar.
Artvin biziz, biz Artvin’iz.
Ne onu, ne onun çocuklarını yalnız bırakmayacağız.
700 kez okundu.