Metin Ayçiçek.
17 Ağustos, Cumartesi.
Türk tarafı hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranıp, havaya bakarak ıslık çalmaya devam ederken, Kürt cephesi barış ve demokratikleşme sürecine yönelik rahatsızlıklarını sıkça dile getirmeye devam ediyor. Kürt hareketinin yöneticileri sürece ilişkin hassasiyetleri de gözetip, sürecin devamından yana olduklarının altını çizerek, ama Türk tarafının adım atmamasına yönelik eleştiri ve uyarılarını, nicelik ve nitelik bağlamında giderek şiddetlendirerek sürdürüyor.
Sürecin ikinci aşamasının gereklerini saptayıp yeni tasarı ve projeler hazırlaması gereken sekiz komisyonun henüz kurulamaması hatırlanınca, açıkçası, tarafların geleceğe yönelik olarak sözünü ettiği “eylül, ekim” gibi tarih belirlemelerinin hiçbir gerçekliğinin olmadığını düşünmek kuşkulu ya da abartılı bir tutum olamaz. Sürecin Kürt tarafı aşamalara ilişkin bütün vaatlerini harfiyen yerine getirdi. Devlet ise henüz hiçbir adım atmadan arada bir dudak kenarından döktüğü cekli, caklı sözlerle kayığı sallayarak “gidiyoruz” hissi yaratmaya çalışıyor. Bu durumda çok yakın tarihlere odaklanarak düşünmek ise, kanaatimce aşırı iyimserlik, hatta ileri düzeyde bir naiflik olarak görülebilir ve politika böylesi naifliklere ne zaman kapalıdır.
Ağustos ortasındayız ve Türkiye bir yandan eli kanlı silahlı çetelerle doğrudan Rojava’ya saldırırken, öte yandan Mısır’da “darbecilere karşı demokrasinin yanında olmak” adıyla Müslüman Kardeşler’in yanında duruşunu pekiştirmektedir. Onun Muhammed Mursi ile ideolojik-politik ortaklığı, 19 saatte Anayasa yapmaya kalkan ve iktidar olur olmaz halklara verdiği sözlerin hepsini birden unutan ve hak ve özgürlükleri budamaya yönelen Ihvan’ın da diktatör olduğu gerçeğini anlamasını zorlaştırıyor. AKP’nin önce ABD’nin sonra Allah’ın izniyle Türkiye’de iktidar oluşu ve iktidar sürecinin yaşanma biçimi ile, önce ABD’nin sonra Allah’ın izniyle iktidar olan Müslüman Kardeşler’in yaşadıkları çok büyük benzerlik göstermektedir.
Diktatörlere karşı savaştıklarını ilan ederken, kendilerinin de gerçekte birer diktatör oldukları gerçeğini saklayabilmek için yalan söyleme, gündem saptırma, yapay çatışmalar çıkarıp ana çatışmaların üstünü örtme, zorda kalınca tırsıp geri çekilme, hatta el etek öpme, güç şurubundan içince acımasız olma, iktidarına tapınma, kendinin biricik olduğuna inanma, devirdiği iktidar sisteminin uygulamadaki yasalarını aynen devralıp acımasızca kullanma, yolsuzluk, soysuzluk, etik değerlerden kesinlikle uzak durma… Bütün bunlar iki müslüman kardeş Tayyip ile Mursi’nin ortak karakterleridir. Pislik karakterlerdir bunlar. İktidarda kendilerini tanrısallaştırırlar, her şeyi bilen, her zaman en iyiyi, en doğruyu gören, akıllarının üstünde akıl olabileceği gerçeğini asla kabul etmeyen bir kişiliğe sahiptirler.
Aslında, en güçlü olduğu anda ateşkes ilan eden PKK’nin sabrıyla fazla oynanamayacağını geçmişte yaşanan savaş pratiğiyle gördük. Ama hükümetin de bu “oyalama” eylemlerinden bir beklentisinin olması gerekir. Örneğin yaklaşan seçimler süreci; Ortadoğu’da sınırları tartışma masasına koyan büyük alt üst oluş ve değişen dengeler; sermayenin global dünyasının emperyal egemenlerinin yönlendirmeye çalıştığı Arap Baharları’nın bütününün ‘barış, özgürlük, demokrasi ve istikrar’ anlamında başarısız kalması ve bölgenin eskisinden farklı olarak “nereye gideceği belli olmayan” çatışmalara yöneldiği bir ortamın Türkiye için yarattığı muhayyel tehlikeler… En önemlisi ise, Ortadoğu’nun siyaseten neredeyse bir toplu çöküş görüntüsü yaşadığı bu tarihsel momentte hızla yükselen ve yeni siyaset arayışlarında artık halkların bölgesel modeli olarak yayılmaya başlayan Kürt Baharı gerçeği.
Şöyle yazmıştım: “belki de toplu kaybetme riskinin yüksek olduğu dönemlerde ‘şimdilik idare etme’ mantığının uzun süre kullanımda olduğu ilişkilerde, giderek bu bir davranış biçimi, alışkanlık, hatta bir davranış normu haline dönüşebilmektedir.”
Bu konuma düşülmemesi için uyarı sistemlerinin güçlü çalışması gerekir. Kürt cephesi bunu, AKP’nin sürece hangi ‘zorunluluklardan’ dolayı ‘evet demek zorunda kaldığını’ güçlü Halk Serhildanları ile sık sık hatırlatması gerekir. Hükümetin hassasiyetlerinin sınırları içerisine hapsolmak, Kürt Özgürlük Hareketinin asli sorunu olamaz. Kürt hareketi psikolojik üstünlüğünü eylemlilik temelinde elde etti. Ve demokratik yöntemlerle ama Kürt halkının çok iyi bildiği ve Taksim-Gezi Direnişi ile içeriği biraz daha zenginleşen direnme geleneği ve refleksi, ülkemizde henüz var olmayan ya da ateşkeslerde olduğu gibi hep tek taraflı kalan sürecin, gerçek bir “barış sürecine” dönüşmesinin biricik şartıdır.
Barış ve demokratikleşme konusunda samimi bir istek duymasa da, AKP-Devleti’ni buna zorlayacak olan şey, dün “zorda kaldığımız için kabullendik” dediği “zorlukların” devam ettiğini; gözlerini kapayarak bunu görmekten kaçamayacağını görmesine yardımcı olmaktır. Gecikmiş adaletin adalet olamayacağı gibi, her çözüm önerisi de kendi anının önerileriyle donatılabilir. Her şey değişmektedir. Süreç uzadıkça çözümün içeriği de kaçınılmaz olarak farklılaşacaktır.
504 kez okundu.