Kaçmak Üzerine ya da Sürgün
XWE Metin Ayçiçek
“Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Tarihin ve edebiyatın, sürgünü insanın hayatında kahramanca, romantik, şanlı ve hatta muzafferane sayfalar açan bir durum olarak betimleyen hikâyeler barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar hikâyeden, yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır.” [Edward Said, ‘Kış Ruhu’. Çev: Tuncay Birkan, Metis Yay. 2’inci baskı, 2006, s.28.]
Avrupa Sürgünler Meclisi olarak “sürgünde kaybettiğimiz Enver Karagöz’ün adının, bir zamanlar öğretmenlik yaptığı ve 80 Darbesi sonrasında işkence hane olarak kullanılan okula verilmesi” istemiyle başlattığımız imza kampanyası sürecinde ilginç tepkiler almıştık. Samimiyetine inandığım, üstelik sol tarihin önemli kişileri üzerine yazdığı kitaplarla tanıdığım ve “araştırmacı” olduğunu düşündüğüm bir yazar arkadaşın Avrupa Sürgünler Meclisi çalışmalarına yönelik olarak “Avrupa’da sürgün mürgün kalmadı” ile başlayan sıkıntılı iddiaları haylice şaşırtmıştı beni. Çünkü “sürgün” kavramı bitkiler için (bir bitkide ana gövde üzerinde büyüyen yeni filiz) kullanılan bir deyim; eski hukukta yer alan bir ceza yöntemi; insan için “bir yerleşim yerinden başka alan ya da yerleşim alanlarına yönelik akış, yerleşme hareketi” gibi tanımlarla da tanımlanabilir. Ama toplumsal bir varlık olarak düşündüğümüzde bu tanımların hiçbiri özellikle de günümüzde “sürgün” kavramını açıklamaya yeterli olamaz.
Sürgünde yaşayanların içlerinde taşıdığı mayınlı bir alandır bu tür iddialar. Dokunulduğunda kesinlikle içerde patlar; haklılığını anlatsa da anlaşılmayacağını deneysel olarak bilen bir bilincin isyanıdır bu kendini bırakma halleri.
Ama Türkiyelilerde daha yoğun yaşanır bu sıkıntı. “Sağım solum düşman”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” gibi korku üzerinden oluşturulan bir ulusal birlik anlayışı ve ulus kimlik yaratma çabası, “Ulubatlı Hasan” gibi yiğitlik üzerine uydurulmuş masallarla, Köroğlu koçaklamaları ile moral kazanan sahte bir ulusal benlik, “korkmayı” duygu dünyasında silmeye çalışırken “korkuyu” yasaklayarak özgüven geliştirmeye çalışmaktadır.
Bu nedenle “insan hakları” listesi içerisinde yer alan “kaçma hakkı” aşağılanarak tanımlanan bir korku ile açıklanır. Ülkede kalan “yiğit”, ülkeyi terk etmek zorunda kalan “korkak”tır. Ve biliyoruz ki bu anlayış sahtedir, çünkü aynı kültür yapısı “erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır” diye öğütler bir yandan ulusuna kaçmayı.
Hepimiz o kültür içerisinden geldik. 80 sonrası 6 aylık çocuğumu ve eşimi ülkede bırakarak kaçan kişi korkuyordu; ama tel örgülü sınırları dirsekleri üzerinde sürünerek çıkarken de, mayınlı arazilerden geçerken de ölümün ne kadar yakınında olduğunu düşünmemişti.
Avrupa’ya adım attığında “nasıl geldiğini” merak edenlere macerasını anlatırken “”ilticacı” olduğunu söyledikten sonra, buna mecbur kalışını “kaçma hakkı” ile izah etmek yerine, “örgüt kararına” sığınması da bu çelişik duygunun; devrimciliği “delikanlı” kültürüyle açıklayan bu geriliğin içerisindeydi.
Oysa sıradan halk, mülteciliğin bir “kaçma” hareketi olduğunu biliyordu ve bunu samimi olarak dışa vururken hiç de aşağılamayı amaçlamıyordu. Yaşamları katliamlar içinde, sürgünler yaşayarak geçmiş olan Kürt halkının eski vekillerinden birisi olan HDP’li Özdal Üçer, ASM’nin Bronschweig’da verdiği Panel’de (9 Şubat 2018) bunu anlamlı bir anekdotla aktardı: Üçer’i Avrupa’da ziyaret eden hemşerilerinin sorduğu soru bu gerçeği içermekteydi: “Kaçarken bir zorluk yaşadınız mı vekilim!”
«««
Dünya’da son yıllarda giderek daha büyük kitlesel ölçeklerde gerçekleşen “mültecilik” olgusu, sadece mülteci akışının gerçekleştiği ülkelerde ve ülkeler arasında ekonomiden kültüre, sosyal yapıdan politikalara yaşamın bütün alanlarını doğrudan etkilemekle kalmayıp, uluslararası ilişkilerde de ciddi sorunlara neden olmaktadır. Devletler, sistem içi eğitim kurumları ya da her çağ yeni gerekçelerle körüklenen ayrımcılık ve ırkçılıkla kirletilmiş kültürler bu konuyu “göçün engellenmesi” üzerinde yoğunlaştırmaktadır. Buna karşın sorunu, ulus, devlet, sermaye gibi tanımların daraltıcı kalıpları dışından düşünmeyi becererek “insan ve insan hakları” bağlamında ele almayı sürdürebilen düşünce grupları sadece “Marksist komünistler” olmaktadır. Ne yazık ki, yakın zamanda Suriye’den Türkiye’ye akan kitlesel mülteci olayında bir burjuva felse1esi olan ve günümüzde “insan” genellemesi üzerinden (“kimlik” sorunu üzerine talepleri bulandıran hümanizmanın kalıpları içinde tartışan Türkiye solunda bile zaman zaman mültecileri yerleştikleri ülkedeki uyumsuzlukları üzerinden “aşağılayan, suçlayan, yargılayan” ayrımcı düşünce kalıplarına rastlanabilmiştir. Sorunun, “yazık, günah, onlar da insan vb” gerekçelerle acıma duygusunun kaşınarak göç soruna dikkat çekilmesi tarzı Marksistlerin değil, sistem düşünürlerinin bir kanadının işi olabilir. Oysa Komünistler olayı ele alırken yaşanan ekonomik-politik sistemin varoluşunu ve devamlılığını sağlayan yasalar üzerinden değerlendirirler. Bugün, hangi ülkede ve hangi amaçla olursa olsun,
*devlet, toplum veya sınıflar arası yaşam hakkını ortadan kaldıran “fiili ya da potansiyel savaş riski;
* sadece fiili ve resmi devlet baskısı değil, mahalle baskısı adıyla da tanıdığımız yerel toplumsal grupların bir kültüre, dine, inanca, etnik gruba, cinsiyete yönelik asimilasyona hizmet eden “silikleştirme” ya da “göçertme” baskısı;
*her biçimde ortaya çıkabilen hukuk tanımaz diktatörlük sistemlerin baskısı”
*hatta, deprem gibi doğal afetler sonrası mağduriyetleri hızlı bir biçimde ortadan kaldırılmamış olan afetzedelerin güvenlikli ve yaşam olanakları açısından yeterli bölgelere yönelişi
gibi, günümüze dek çoğu “göç” olarak tanımlanan yönelişlerin hepsi, gerçekte, içerisinde zorunluluğu belirleyici etmen olarak barındıran “sürgünlük” nedenleri ve halleridir.
Yaşam hakkının ya da yaşım olanaklarını üzerindeki riskler yaşama yönelik bir tehdittir ve elbette insan böylesi hallerde riskli alanları terk ederek, riski az ya da hiç olmayan alanlara yöneleceklerdir. Yaşam olanaklarını iyileştirmek, bu olanakların akıl almaz düzeyde dengesiz ve adaletsiz dağıldığı günümüz dünyasında insanın doğal yönelişidir. Bir yandan tüketim hastalığından söz edilen ve sayısal olarak dünya nüfusunun en fazla yedide birini teşkil eden halklar, öte yanda açlık ve sefalet koşullarının egemen olduğu ve dünyanın en az yedide dördünü teşkil eden bir dünyada, bu adaletsizliği yaratan ekonomik-politik nedenlerin bütünü, göçlerin de temel nedenini oluşturmaktadır.
Savaştan kaçan da açlıktan kaçan da aynı yaşam güdüsü içerisinden hareket ederler. Uygarlığın geliştiği topraklarda bu güdü salt biyolojik olmaktan çıkar ve kültüre ulaşma da özgürleşme de yaşam güdüsünün bir parçası olarak, var olmayı amaçlandırma güdüsü olarak kabul edilir. Uluslararası anlaşmalarla gerçekleştirilen ve geleneksel literatürde “işçi göçü” adıyla tanımlanan “işgücü transferleri” de günümüzde insanlığın ulaştığı bilinç gelişimi nedeniyle, farklı bir kültürel-politik anlayışla, farklı tanımlarla ele alınmaktadır.
«««
Bir devletin topraklarında doğumdan ölüme kadar onuruyla yaşama hakkı her devlet tarafından peşinen kabul edilen bir haktır. Uluslararası hukukta temel yasaların başında yer alan 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilk dört maddesi bireyin yaşam hakkını ve bir ülke sınırları içerisinde yer alan bireyin devletle olan ilişkisinde sahip olduğu bir “ülkede yaşam” hakkının altını çizer.
Madde 1: Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.
Madde 3: Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.
Madde 13: Herkesin bir devletin toprakları üzerinde serbestçe dolaşma ve oturma hakkı vardır. Herkes, kendi ülkesi de dâhil olmak üzere, herhangi bir ülkeden ayrılmak ve ülkesine yeniden dönmek hakkına sahiptir.
Madde 14: Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır.
Bu temel yasalara bağlı olarak çok sayıda ülkede mültecilerin sığındıkları ülkelerdeki hukuki konumlarının ve statülerinin netleştirilmesine yönelik ulusal ya da uluslararası yasalar oluşturulmaya başlandı. Avrupa’da ana hatlarıyla bugün de geçerli olan temel antlaşma 1951 Cenevre Sözleşmesi ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Tüzüğü’nde yer alan hükümlerdir. Bunlardan önemli olan bir kısmı şunlardır (ABDEM Kuruluş Konferansında ASM adına verilen Sunum’dan) :
“4Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Cenevre Sözleşmesi. 1951 Temmuzunda kabul edilmiş ve 1954’te yürürlüğe girmiştir. Mülteciliği tanımlayarak, doğrudan koruma mültecilerin, ayrımcılığa maruz kalmama, özgürlük, kişi güvenliği gibi temel insan haklarının korunmasına ilişkin koruma önlemlerini ifade etmektedir.
414 Aralık 1950 tarihli BMMYK Tüzüğü, “mültecinin hayatı veya özgürlüklerinin tehlike altında olacağı bir ülkeye geri gönderilmesinin önlenmesi, mülteci statüsüne ilişkin karar verilmesi, sığınma sağlanması, ülkeden atılmanın önlenmesi, kimlik ve seyahat belgeleri, ülkeye gönüllü olarak geri dönmenin kolaylaştırılması, aile birleşimlerinin kolaylaştırılması, eğitim kurumlarına giriş garantisi, çalışma hakkı ve diğer ekonomik ve sosyal haklardan yararlanma garantisi, yurttaşlığa kabulün kolaylaştırılması” gibi konularla özel olarak ilgilenmekle yükümlüdür.
Uluslararası hukukta mültecilere yönelik kalıcı çözümlerin üretilmesi ve mültecilerin korunması adına ilk koşul ise “geri göndermeme (non-refoulement = bir mültecinin hayatı ve özgürlüklerinin tehlike altında olacağı bir ülkeye geri gönderilmemesi)” ilkesidir.
Mültecilik olgusuna yönelik diğer önemli uluslararası sözleşmeler de şunlardır:
41967 tarihli Birleşmiş Milletler Ülkesel Sığınma Bildirisi (Devletler için tavsiye niteliğindedir. Bağlayıcılığı yoktur.)
41976 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ne Ek Protokol (New York Protokolü): 1951 Sözleşmesi’nde yer alan zaman ve coğrafi kısıtlamaları kaldırmıştır.”
Uluslararası geçerliliğe sahip olan bu antlaşmaların yanı sıra bölgesel, yerel-ulusal yasalar da vardır. Bunlara ilişkin en önemli örnekler şunlardır:
Afrika’da Mülteci Sorunlarının Özel Yönlerini Düzenleyen 1969 Afrika Birliği Örgütü Sözleşmesi: Söz konusu sözleşme, 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin belirlediği mülteci tanımına “dış saldırı, işgal, yabancı hâkimiyeti ve kamu düzenini ciddi şekilde rahatsız eden olaylar” nedeniyle ülkesini terk eden kimseleri de katarak tanımı genişletmiştir. Ayrıca mültecilik için 1951 Sözleşmesi tanımında yer alan ve iltica talebinde bulunan mültecinin kanıtlaması çok zor olan veya ülkeler arası ilişkilere bağlı olarak keyfi yorumlarla istismar edilebilen “haklı bir zulüm korkusunun varlığı” şartı kaldırılmıştır. Korkunun “haklı” olup olmaması istemi kaldırılarak, kapsam “her ne nedenden kaynaklanırsa kaynaklansın ülkesine dönmek düşüncesinden korku duymak” denilerek genişletildi.
1984 tarihli Cartagena Bildirisi: Orta Amerika’da 1980’lerde yaşanan iç savaş içinde ve sonrasında ortaya çıkan mülteci krizini tartışmak üzere bölge ülkelerinin katılımıyla bir sözleşme oluşturuldu. “Orta Amerika, Meksika ve Panama’daki Mültecilerin Yasal ve İnsancıl Problemlerden Korunması Hakkında Uluslararası Konferanslar Dizisi” adıyla sürdürülen konferanslar sonrasında kabul edilen bildiri “mülteci” tanımını hayli genişxletti. Önceki benzeri sözleşme ve bildirilerdeki mülteci tanımlarına yeni “nedenler” eklenerek tanım çağdaş insani sorunların bir kısmını kapsamına almaya yöneldi. Mültecilik “yaygın şiddet, dış saldırı, iç çatışmalar, yaygın insan hakları ihlalleri ya da kamu düzenini ciddi biçimde bozan diğer durumlardan dolayı yaşamları, güvenlikleri ya da özgürlükleri tehdit altında olduğu için ülkelerinden kaçan kimseler” olarak tanımlandı.
Açıktır ki “mülteciliğin güvence ya da korunmasına ilişkin maddelerinin genişletilmesi, devletlerin kendi istemleriyle değil, genel demokrasi mücadelesinin bu alandaki istemler doğrultusundaki mücadeleleriyle gerçekleştirilmiştir.
«««
Kaçmak da insan içindir. İnsan değil misin sen? Hepimizin kaçmak hakkı bakidir” diye yazar Ece Temelkuran ve kesinlikle haklıdır.
Sorun, sadece “hangi nedenle olursa olsun, ülkesini terk ederek başka topraklarda yaşam olanağı arayan kişilerin tanımlanması” sorunu olamaz. Çünkü ulusal ya da uluslararası her tanım doğal olarak toplumsal değerler sistemine de dokunan sonuçlar üretmektedir. Küresel boyutlu bu gelişime yönelik olarak ülke politikalarında uyumlu sosyal, ekonomik ve politik hedeflerin saptanabilmesi için söz konusu “göç” olgusunun bilimsel analizi bir zorunluluk olarak kendini kabul ettirmektedir. Çağımız “misafir işçi” (gastarbeiter), gurbetçi ve ilticacı tanımıyla başlayan bu çaba göç, göçmen, mülteci, sürgün gibi kavramları tartışırken, getto, diaspora, entegrasyon, asimilasyon, multikulturel, interkulturel ya da transkulturel toplum gibi kavramları tartışa tartışa sorunun sosyolojik-politik-kültürel boyutları açılmaya çalışılmaktadır.
Tatbiki bu tartışmaların yatay ve dikey olarak derinlik kazanması, günümüzde bu sorunun çok yaygınlaşması ve her ülkede yarattığı olumlu ya da olumsuz etkilerin kendini daha fazla görünür kılması nedeniyledir. Ama aynı zamanda ülkelerde insan hakları mücadelesinin büyümesi ve yaygınlaşması, özgürlük kavramının içeriğinin gelişmesi, mültecilik olayının insan hakları kapsamında ele alınması gibi nedenlerle de doğrudan ilintilidir. Günümüzde sürdürülen tartışmalarda söz konusu kavramların irdelenmesinde, devletlerin sıkça milliyetçi-ırkçı motifleri de kullanarak yaptıkları “yıldırma, yalıtma, boyun eğdirme, susturma” amaçlı yorumlarının tersine, genel olarak sokaktaki kitleler tartışmaları insan hakları ve özgürlükler bağlamında işlemektedirler.
Tayyip Sultanlığı’nda kantarın terazisi baştan beri bozuktur. Osmanlı dönemi biat kültürü Cumhuriyet’te de halk kültürü olarak korundu. Günümüzde ise yaşanan aslı sorunlardan birisi “sorgulamadan kabullenen” bu biat kültürü sorunudur.
“Ülkede olmayı” tanımlamadan, “mücadele sahasında olmak” biçiminde içeriklendiren bir “sol” kültür bugün de başattır. Bu nedenle “hariçten gazel okuyan” Leninistlere bile rastlarız bolca. Genellikle ülke içi-ülke dışı tartışmalarının ortaya çıktığı anlarda “ülke dışını susturmak” için uydurulan “siz sürülmediniz, kendiniz kaçtınız” teranesi, aktardığımız kültürü kaşıyarak puan yapmak girişiminden başka bir şey değildir ki, ülkemizde sıkça rastladığımız bir olaydır bu.
Sözün yasaklandığı bir ülke kültürümüz var: “Söz gümüşse, sükut altındır” denilerek susmanın önerildiği; “söz büyüğün, su küçüğün” diyerek sözün sahibinin belirlendiği bir ülkede yaşıyoruz. Ve bütün iktidarların isteği de budur elbette: “Kral çıplak!” diyenlerin çoğunluk olduğu bir toplum.
Yazarını unuttum (kaynağın sahibinden özür dileyerek) ama not almışım aktarmak ve değerlendirmek için: “Sessiz kal derler ama kaç demezler, ne de olsa sessiz kalmak, tutuklu kalmaktır ve tümüyle kalmaktır, belki de. Hiç gidememektir, sessizlikten de. Ben kalmayayım ama kaçayım diyen ise; yaptıklarının, söylediklerinin, bildiklerinin mahkemede aleyhine delil olarak kullanılmasını umursamadan gider aksine. Bazen bağıra bağıra içindekileri kusup gider, bazen de sadece küsüp gider. Bazen ölmek için kaçar, bazen de yaşama hakkını arar.”
Dışarıda sesimi olabildiğince içeriye aktarma şansım var ve bunu hakkıyla değerlendiriyorum.
95 kez okundu.