Cumhuriyet Sonrası Türk Şiiri ve Enver Gökçe’nin Şiirimizdeki Yeri
Cumhuriyet Sonrası Türk Şiiri, kocaman bir deniz. Yapacağımız şey olsa olsa o denizden bir kova su çıkarmak. Eğer bu sizlerde, o koca denizin geniş yüzeyine, enine boyuna dalgalarına; diplerine, daha derinlerine doğru bir merak uyandırmayı başarırsa hiç kuşku yok ki amacına ulaşmış olur.Bilindiği gibi şiirimiz, yalnızca kuşaklardan ve yalnızca akımlardan oluşmamıştır. Zaman zaman kişiler de belirleyici olmuştur. Fazıl Hüsnü Dağlarca, Atilla İlhan, Can Yücel hemen aklımıza gelebilecek birkaç örnek. Ne yazık ki burada, şiirimizi oluşturan kuşaklara da kişilere de tam olarak yer vermeyeceğiz. Yapacağımız şey: Genel bir girişten sonra Tevfik Fikret, Yahya Kemal ve Ahmet Haşim gibi isimlerle temellenmeye başlayan modern şiirimiz içinde Toplumcu Gerçekçi Şiir’e ve“Garip” hareketine bir göz atmak, Türk Şiiri’nin bundan sonraki seyrinde sözünü ettiğimiz kişi, akım ve hareketlerin etkileyici ve besleyici olduğunu sizlere duyurabilmek… Ve özel olarak da Enver Gökçe şiirini ele almak, bu bağlamdan hareketle onun şiirine ışık düşürebilmek.Yapacağımız değerlendirme değindikleriyle değil de, daha çok değinmedikleriyle ele alınırsa ön açıcı ve geliştirici olabilir. Zaten Kapsayıcı olan da eksiklerimiz değil mi?
Türkiye Cumhuriyeti bir modernizm girişimidir. Ancak ülkemizde modernizm tepeden inen bir gerçeklik olarak algılanmış ve bir proje olarak yürürlüğe konup gerçekleşmiştir. Doğu zihinselliğine eklemlenmiş bir bilme biçimi olarak ortaya çıkan Türk modernizmi, dönüştürücü etkisini merkezi iktidar aracılığıyla gerçekleştirmeyi amaçlayarak bu yolla toplumsallaşmaya çalışmıştır. 1930’lardan sonra kendisinden önceki düzeni ortadan kaldırmayı var olmasının temeli olarak gören Türk modernizmi, daha sonraları sivilleşmeye, benlik oluşumuna kendisini kapatmıştır.
Bundan ötürüdür ki Türkiye’de üretilmiş modernizm, modernist sanatla fazlaca bir ilişki kuramamıştır. Denebilir ki Türkiye’de sanat ve dil veya dilsel atılım bir bakıma kendi üstünden kendisini aşarak gelişme göstermiştir.
Yine de Türkiye’deki modern şiir gelişimini, toplumsal ve siyasal alanda kendisini dışa vuran modernizmden kopuk olarak düşünemeyiz. Her ne kadar şiir, dilin içinden üretilen bir gerçeklik olsa da bu böyledir. Çünkü dille kurulmuş ilişki doğrudan zihinle, doğrudan iktidarla kurulmuş bir ilişkidir. Hal böyle olunca her şiirsel dönüşüm bir iktidar sorgulamasını beraberinde getirmektedir. Bu da şiirin varoluşsal gerçekliğidir.
Modern Türk Şiiri’nin köklerine kolayca inmek, tam olarak nereden başladığını kestirmek, onun için bir çerçeve kurmak ve onu böyle bir çerçeve içinde ele alıp gözden geçirmek hiç de kolay değil. Ama bu zorluk yine de Modern Türk Şiiri’nin, geleneğin içinden akıp günümüze kadar geldiğini; Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülükten beslendiğini anlamaya engel değil.
Gerçeklik şu ki: Türk Şiiri ne Divan Şiiri’nden ne de tek başına Tanzimat’tan sonra gelişen yenileşme şiirinden türemiştir. Şiirimizin Halk Şiiri’nden türemediğini de rahatlıkla söyleyebiliriz. O zaman şöyle diyelim: Her toplumda olduğu gibi bizde de şairler çıkmış, her türlü etkiler altında, daha çok da Batı etkisinde şiirler söylemişler. Bugünkü şiirimiz tam da buna denk düşmektedir.
Şiirimizde dönemin ilk yarısına kadar Hece’nin baskın olduğu söylenebilir. Hece’yi sürdürenler arasında farklı şiir anlayışlarıyla Kemalettin Kamu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ömer Bedrettin Uşaklı, Ahmet Kutsi Tecer, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı gibi isimleri anmakta yarar vardır. Yine günümüze kadar kalmayı başaran şiirimizin bir başka temsilcisi Ziya Osman Saba’yı da unutmamak gerek.
Böyle bir geçişten sonra, hem biçim, hem de öz bakımından Türk Şiiri’ne asıl yeniliğin Nazım Hikmet’le geldiğini söyleyebiliriz. Nazım Hikmet, gelenekten, gününde yazılan şiirden yararlanmış ve Türk Şiiri’nin akış yönünü değiştirirken nerede bulunduğunun, ne yaptığının ayırdında olmuş ve de Divan ve Halk Edebiyatı’ndan yararlanırken onları kendisinde kişileştirebilmiş bir şairdir. Onun şiirinde felsefe belirleyendir.
Eğer Nazım Hikmet’’i aşk şiirlerinin Nazım Hikmet’ine ya da onun kırsal kökenli toplumcu gerçekçiliğine feda etmezsek Türk Şiiri’ne neler kazandırdığını daha net görebilme şansımız vardır. Her şeyden önce Toplumcu gerçekçi şiir yolu onunla açılmıştır. Türk Şiiri’nde yeni bir içerik ve yeni bir sestir Nazım’ın şiiri. Onun şiiri aruz ve hece kalıplarını kırarak o zamana kadar
şairlerin hiç de alışık olmadığı özgür dize ve ses düzeniyle kendisini duyurmuştur. Öte yandan fütürizmden, konstrüktivizmden, onların önünde ve arkasında yer alan Marksist ve modernist birikimden güç alan bir şiirdir. Aşkın, devrimin, gelecek güzel günlerin şiiridir. Kuşkusuz böyle bir şiir, kurulu düzeni tedirgin etmiş, estetik yapısıyla da şiir ve sanat dünyasına esin kaynağı olmuştur.
Nazım Hikmet’in kendi içindeki asıl değişim, 1936’da Şeyh Bedrettin Destanı’nın yayınlaması ile olur. Çünkü o güne kadar geliştirdiği poetikanın dışında yeni bir dönemin başlangıcıdır bu kitap. Nazım, sert ve keskin söylemini bırakmış, halk şiirinin, daha çok da divan şiirinin olanaklarını dönüştürmeye başlamıştır. Şiirin işlevi ve onun yaratacağı gerçekliğin ne olduğu ve ne olması gerektiği belli bir sorudur onun kafasında. Şiir, sonuçta belli bir düşüncenin, belli bir dünya görüşünün iletilmesi için bir araç olsa da işin boyutu bununla sınırlı değildir. O nedenledir ki, şiirin “esoterik” bir boyutunun bulunduğunu, özgül yanlarının üretim aşamasında irdelenmesi gerektiğini kısa sürede kavramış ve çalışmalarını bu yöne kaydırmıştır. Denebilir ki Nazım, şiire göreli bir bağımsızlık ortamında başlamış, deneysel bir çizgide sürdürmüş ve şiirini biraz da bu bağımsız yapısı ve özelliklerinden türetmiştir, yenileştirmiştir.
Toplumcu şiir akımı veya hareketi Nazım’ın şiirinin susturulmasından sonra aynı yolda yürümeyi deneyen İlhami Bekir Tez ve Hasan İzzettin Dinamo tarafından sürdürülmüş fakat başarılı olunamamıştır. Ancak bir gelenek olarak 1940 Kuşağı Şairleri A.Kadir, Rıfat Ilgaz, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Atilla İlhan, Arif Damar ve Şükran Kurdakul gibi şairler, tam olarak Nazım’ın çizgisini sürdürememiş olsalar bile yine de farklı bir çizgi oluşturmuşlar, ilerici ve gerçekçi bu çizgilerini 60’lı, 70’li yıllara kadar titizlikle korumuşlardır.
Burada bir şeyin altını çizmek lazım: 1940 Kuşağı şairleri şiirlerini üretmeye başladığı tarihlerde Nazım’ın şiirde yapmak istediklerini kavrayıp yeniden üretecek bir birikime sahip değillerdi. Nazım şiirlerinden etkilenmişler fakat onun şiirinin poetik boyutlarının alımlanması ve dönüştürülmesinde yetersiz kallmışlardır. Çünkü etkilenme biçimsel boyutun ötesine geçememiştir. Bütün bunlardan ötürü 1940 toplumcu şiirinin dar koşullarda ve sınırlı bilgiyle üretildiği söylenebilir. Zaman içerisinde tabi ki bu farklılaşmış ve önemli gelişmeler kaydetmiştir.
1940 şiiri; gerçeği, mümkün olduğunca gerçeği vermek, onu imlemek, onu anlatmak ve onu temellendirmek amacı gütmüştür. Bunu yaparken öykülemeye başvurmuş, yaşananları anlatmıştır. Bu şiirde her şey somuttur. Gerçek dönüştürülmeden dil içine yerleşmiştir. 1940 şiiri bu özelliğinden ötürü hem Nazım’ın şiirinden kopmuş, hem de üstgerçekçi ve Dadaist bir anlayışın eteklerinden doğan Garip akımına yol açmıştır.
Nazım’ın ortaya çıktığı yıllarda serbest şiire katkılarıyla Ercüment Behzat Lav ve Mümtaz Zeki Taşkın isimlerinin de altı çizilmelidir.
1940’lara doğru ortaya çıkan, başını Orhan veli’nin çektiği, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın da içinde yer aldığı “Garip” hareketi şiirde imgeyle, dilin olanaklarıyla, şiirselin konumu ve boyutlarıyla belli bir iletişime geçmiş, sonra da onu yadsımıştır. “Garip” hareketi esas olarak Nazım Hikmet’in başlattığı toplumcu gerçekçi şiir hareketine bir tepkidir. Varlık dergisi aracılığıyla sesini duyuran ve giderek yeniliğe açık çoğu şairi etrafında toplayan ve de bir akım olarak şiirimizi etkileyen “Garipçiler”; şiirin dil, içerik ve söyleyiş bakımından halkın anlayacağı şekilde yazılması anlayışını savunmuşlardır.
Birinci Yeni olarak da adlandırılan Garip Şiiri, bulanık bir bilincin şiiriydi. Çünkü onlar da Batı’da geliştirilmiş modernist şiiri, onun arkasında duran politik yönelimlerden ve düşünsel birikimlerden habersiz olarak almış ve kullanmışlardır. Garipçilerin yaptığı, şiiri biçimsel olarak dönüştürmekti. 1940’larda yaşanan toplumsal sorunlardan kopuktular, onların böyle bir kaygıları yoktu. Oysa o dönemde, tüm eksikliklerine rağmen toplumcu gerçekçi şairler politikayla ve toplumsallıkla iç içeydiler. Yaşanan somut ve nesnel gerçeklik karşısında belli bir duruşları vardı.
Toparlamaya çalışırsak, Nazım’ın şiiri, onu izlemeye çalışan toplumcu gerçekçi şairler, garip şiiri, bu akım ve hareketlerin içinde yer almayan başka başka şairler, bunların arasındaki çatışmalar, tartışmalar şiirimizin bundan sonraki seyrine ve gelişimine yepyeni boyutlar kazandırmıştır. Edebiyat dergilerinin, eleştirmenlerin şiirimize katkılarını asla yadsımadan şu saptamayı rahatlıkla yapabiliriz: Şiirimiz 1940’lı yıllarla birlikte ciddi bir gelişme göstermiştir. Şairler ya içinde yer aldıkları akım veya harekete bağlı kalmışlar, çizgilerini geliştirerek sürdürmüşler ya da farklı şiir yönelimlerine ilgi duymuşlardır.
Söz gelimi 1940 kuşağının çocuk şairi Atilla İlhan, hem toplumcu gerçekçi şiire hem modernist şiire yeni bir soluk getirirken, verdiği ürünlerle şiirinde farklı dönem ve çizgileri yansıtan ve de herhangi bir şiir yönelimi içinde yer almayan Fazıl Hüsnü Dağlarca şiirimizde bambaşka bir soluk olmuştur. Yine büyük kent insanının bunalımlarını dile getiren, yaşanan çağın ve evrensel değerlerin yanı sıra kendine özgü bir duyarlılıkla toplumsal sorunları yansıtan Behçet Necatigil, kendine has şiir dili ve ironisiyle modern şiirimize geniş açılımlar kazandıran Metin Eloğlu, sürekli yenilik peşinde koşan, arayan araştıran, şiirin gizli tarih ve gizli coğrafyasını kurcalayan İlhan Berk ve daha pek çokları benzer katkılar yapmıştır. İkinci Yeni hareketi, 70’lı yılların devrimci şiiri, Yenibütün, 80 sonrasının bireyci ve İslamcı şiiri hep bu gelişmelerin sonucudur.
İşte bu yüzden günümüz şiiri zengin bir birikime ulaşmış ve geniş olanaklara kavuşmuştur.
Şimdi izniniz olursa Enver Gökçe şiirine bu bağlamda göz atalım:
“Dost dost
İlle kavga”
1940 Kuşağı’nın Toplumcu Gerçekçi Şairlerindendir Enver Gökçe. Duruşuyla, şiiriyle çağdaştır, ilericidir, devrimcidir. Enver Gökçe halk şiirinin bir sözcüsü gibi algılanmamalı. Çünkü o, yeni koşullar altında daha çok bir sentezcidir.
Onun Şiiri, mümkün hayatlara ve mümkün insan ilişkilerine sevdalı bir şiirdir; kaynağını yaşanan hayattan alan ve yaşanması gereken bir hayata dökülen şiir… Bu yüzdendir ki 60’li, 70’li yıllarda gençlik hareketlerini ve sınıf mücadelesini en çok etkileyen şairlerden biri olmuştur.
Enver Gökçe, gerek estetik bakımdan, gerek gerçeğin dönüştürülüp yeniden üretilmesi bakımından ve de divan şiiri dâhil şiirin pek çok olanağından yararlanması bakımından Toplumcu Gerçekçi şairler arasında ayrı bir yere sahiptir. Bununla birlikte Toplumcu Gerçekçi Şiir’e büyük emekler veren bu alanda kendisine önemli bir yer açan şairdir de aynı zamanda Enver Gökçe.
Onun şiiri açık ve yalın anlatımıyla ezilen insanların sorunlarıyla ilgilidir. Ve de daha çok kısa dizelerle uzun ya da uzunca şiirler şeklindedir. Bu şiirler halkın dilidir. Onların acıları, onların sevinçleri…
“Can yoktu ki sevdalara düşe
Kurt yoktu ki kızıl kana üşe
Yoktum ki yol geçe
Yoktun ki haber ulaşa
Gül yoktu ki, dal yoktu ki…”
Eğer şiir bir dil işiyse, sözün yeni anlamlar giyinmesi ve de dilin ve gerçeğin yeniden yaratılması işiyse Enver Gökçe Şiiri’nde hemen hemen bu özelliklerin hepsini bulabilirsiniz. Enver Gökçe Şiiri, alır bizi el değmemiş duyarlıklara götürür, görüntüye gelmemiş olanla, arka çıkılması gereken düşüncelerle tanıştırır.
“…Devril başımdaki kader
Dökül dilimdeki yalan
Tutuş beynimdeki kibrit
Kirtim kirt
Kirtim de kirt…”
Enver Gökçe Şiiri’nin yönü uzaklaradır, gidilmemişlikleredir, güzel günleredir… Acılar içinde bile buram buram yarın kokar. Yaşanası bir dünya eğer bir bilinç, birikim ve de bir vicdan işiyse öyle bir gerçeklikte bir bildiri gibi durur Enver Gökçe Şiiri. Ve bir militan gibi yürür… Evet, bir kavganın şiiri… Dağlardan, ovalardan, mahallelerden, fabrikalardan, okullardan insanlığa ve aydınlığa doğru genişlemenin ve gelişmenin şiiri…
“…Biz olmasak gökyüzü, biz olmasak üzüm,
Biz olmasak üzüm göz, kömür göz, ela göz;
Biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak;
Biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday…”
Enver Gökçe Şiiri’nde izlek, tasarım, derin yapı ve geniş yüzey birbirinin içinde eriyerek yeni bir derinlik kazanır. Bir felsefeye yaslandığı ve de belli bir dünya görüşü içinde yatağını derinleştirerek aktığı için insanla kolay buluşur, onu etkiler ve bu yüzden de kalıcı hale gelir.
Denebilir ki Enver Gökçe Şiiri, uzaklara kurulan bir köprü şiirdir. Öte gerçekleri uyandıran bir şiir… Böyle bir şiir için gelecek beklenen bir şey değil, yapılan yaratılan bir şeydir.
“…Kore
Dağlarında
Tabakam
Kaldı
Mapus
Damlarında
Özgürlüğüm
Hey
Meri kekliğim
Yeter
Çektiğim…”
Enver Gökçe Şiiri’nde estetik asla dışlanmamıştır, fakat içerik hep ön planda tutulmuştur. Bu özellik Enver Gökçe’nin sınıf şairi olmasından kaynaklanır. Sözü kesilmişlerin sözü, kimsesizlerin kimsesi olmasından… Onun şiirinde halk daima sevdalandığı bir özne konumundadır.
“…Ben şairim
Halkların emrinde, kolunda, safında…”
Enver gökçe nasıl yaşıyorsa öyle yazmış, yazdığı gibi de yaşamıştır. Halk şairlerinin binlerce yıldır süzülüp gelen, kendilerini ifade etmelerinin bir biçimi olarak oluşturdukları saf dil ona da geçmiştir. Şiirlerini o dilin inceliklerinde işlemiştir. Bu incelik yeri gelmiş acımasız ve vurucu ifadelere dönüşmüş, yeri gelmiş düşlerinin, özlemlerinin içten ifadesini oluşturmuştur. Şiirindeki lirik tarafın kaynağı tam da bu olsa gerek.
“Güzel şeylere hasrettir memleketim
Güzel şeylere hasret bu dünya”
Enver Gökçe, şiirlerinin birer halkı ezgisi gibi okunmasını ve okunurken bir senfoni havası yaratmasını istemiştir hep. Şiirinde birim olarak dizeyi değil de dizelerin oluşturduğu öbekleri esas alması ki şiirimizde bunu ilk deneyen odur; Türk dilinin bütün kollarını; İstanbul ağzı başta olmak üzere, Türkmenceyi, Kırgızcayı, Göktürk ve Oğuz lehçelerini incelemesi onun şiirine bu olanağı sağlamış ve şiirini daha çarpıcı hale getirmiştir. Pablo Neruda şiirlerinin Türkçeye Enver Gökçe ile kazandırıldığını da yeri gelmişken belirtelim.
Ne yazık ki Enver Gökçe’nin şiirlerinin bir kısmı kayıp, bir kısmı gün yüzüne çıkmamış ve bir kısım şiirleri de yarım. Ne söylenebilir ki!
“…Ben küçük Yusuf’um Çit köyünde
Çapak çapak ela gözlerim
Kıl keçim kısır, anamın memesi yara…”
Bitirirken, Enver Gökçe Şiiri ile, içinden çıktığı ve yüreğinin derinlerinde hep yaşattığı Eğin Türküleri arasındaki ilişkiye değinmesek olmaz. O, bir Eğin Türküsü gibi duyumsadı ve bir Eğin Türküsü gibi yaşadı. Bir Eğin Türküsü gibi de iç burkarak öldü.
“Ölüm adın kalleş olsun!”
(15 Mayıs 2013-Enver Gökçe Sempozyumu’nda yapılan konuşma metni-İstanbul)
Kaynakça:
1- Hasan Bülent Kahraman- Türk Şiiri ve Modernizm -2000
2- Ahmet Necdet-Modern Türk Şiiri -1993
3- Metin Celal-Yeni Türk Şiiri -1999
4- Afşar Timuçin-Yeni Şiirimizin Kısa Romanı
5- Halim Şafak- Yolculuk Şiire-1995
6- Enver Gökçe-Bütün Şiirleri-1999
7- İlhami soysal-20.Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi-1998
8- Tahir Abacı-Varlık Dergisi-Temmuz 2000
1280 kez okundu.
bu değerlendirmelerin çoğuna katılmam mümkün değil.hayrettin geçkin arkadaşımızın kendi görüşleridir.saygı duyarım.bunların bilimsel,poetik ve etik hiç bir gerçekliği yok. saygıyla.garip şiiri ile ilgilidir söylediklerim.