BİZİM DENİZ MARE NOSTRUM
En uzun koşusuysa elbet
Türkiye’de de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu.
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak…
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi…
Acıyorsam sana anam avradım olsun.
Ama aşk olsun sana çocuk, Aşk olsun…
Can Yücel
Atilla Keskin
Yıllardır altı Mayıs’larda anma yazısı yazarım. Bu kez diğer yazdıklarımdan özde aynı ama ruhu ve duygusu biraz farklı bir altı Mayıs yazısı olacak.
Biraz öfkeli, biraz kızgın olacak belki.
Belki yaşanan şu barış sürecinde bir iç dökme, hesaplaşma olacak.
Yaptığımız, yapmaya çalıştığımız Mehmet Asal dostumun çok güzel formüle ittiği bir cümlede gizliydi:
BİZ BİR İSYAN ATEŞİ ÜFÜRMÜŞTÜK…
Bu ateşi üflerken, bu alevin tüm ülkeyi saracağını, sonuçta devrim olacağını umut ediyorduk. Ama hepsi o kadar…Devrimi gerçekleştiremesek bile, belki de gelecek nesillere İSYAN etmenin bir hak olduğunu vurgulamak için üfürüyorduk bu ateşi.
Genceciktik, tertemizdi ruhlarımız, duygularımız en uçlarda bulutların üstünde kanat çırpıyordu.
Hızlıydık, üniversite kantinlerindeki tartışmalar, dergi köşelerindeki çok derin teorik yazılar hızımızı kesemiyordu artık.
Koşarak gerçekleştirdiğimiz mitinglerde, yürüyüşlerde hızımızı denemiştik.
Bilincimizi fabrika önlerinde grevlerde, toprak işgallerinde, kanlı pazarlarda, Amerikan askerlerini denize dökerek bilemiştik.
Bilenen bilincimiz, coşkulu yüreklerimiz, „Yeter, yeter artık gün İSYAN günüdür,“ diye sürekli uyarıyordu bizi.
Teorimiz herkesin ve sıradan halkın anlayacağı kadar basit ve naifti:
„Sömürüye, haksızlıklara, ötekileştirmeye karşı yepyeni bir Türkiye’yi kurmak için İSYAN etmeliyiz,“ diyorduk ve ettik de.
Onsekiz gençtik idam cezası alan. Türk Ceza Kanunu’nun meşhur 146. maddesi gereğince cezalandırılmıştık. Anayasayı, Parlemantoyu ortadan kaldırmak vb. gibi sıralanan bir kanun maddesidir bu. Bizi sözde yargılayanlar, apoletli hakim müsveddeleri, yüksekteki kürsüye kurulmuş, yüzlerinde sahte bir maskeyle oturanlar, çoktan 146. maddede belirtilen suçu işlemiş olan darbecilerin emir kullarıydı.
Mahkemeden çok bir maskeli baloydu sanki yapılan. Savcı kılığındaki Baki Tuğ, (Ne gariptir benim memleketim, yıllar sonra bu eli kanlı savcı milletvekili olarak meclise girdi ve İnsan Hakları Komisyonu’nun başına getirildi.) biz miting alanına giriyormuşçasına mahkeme salonuna slogan atarak girerken. „ Asacağğım hepinizi, teker teker sallandıracağım,“ diye bar bar bağırıyordu.
İSYANIMIZ tüm mahkeme sürecinde devam etti. Deniz yoldaşın hakim bozuntularına parmağını uzatarak yaptığı konuşmanın resimlerine bakın. Yargılanan değil, yargılayandık.
Aradan tam kırk yıl geçti. Ellerindeki kalemleri kırarak bizlere idam cezası veren bu sahte hakimleri bugün kimse anımsamaz. Ama Deniz, Yusuf ve Hüseyin halkların kalbinde hala yaşıyor ve yaşamaya da devam edecek.
Bu ilginin, bu sevginin sebebi nedir? Bir çok neden sayılabilir. Ama sanırım temel neden: Yoldaşlarımın baskıya, sömürüye, ötekileştirmeye, haksızlıklara karşı hiç taviz vermeden son nefeslerine kadar dimdik durarak kavga vermeleridir.
Eğer bugün işçiler, emekçiler, gençler gösterilerde, yürüyüşlerde üstünde: „ Denizler Gibi Dimdik Yürünecek „ yazılı pankartlarla yürüyorlarsa bunun nedeni onların tavizsiz direnişidir.
YA KİMİLERİ NE YAPIYORDU O DÖNEM ?
O zamanlar, 1970’li yılların başlarında sadece adı sosyalist olan bir ülkeye kapağı atmış; bu ülkenin hissiz, kişiliksiz, soğuk odalarında kurulmuş radyoların başına oturmuş kimileri bize ilişkin, ‘narodnikler, maceracılar…,’diye yayınlar yapıyorlardı.
Kimileri de, Osmanlı Paşası olan dedelerinden kalma konaklarda, maun masalarının başına geçip bize ‘ne yapıp ne, yapmamamız’ konusunda derin yazılar yazıyorlardı.
Kimi anlı-şanlı yaşını başını almış devrimci ağabeylerimiz de: „ Durun çocuklar acele etmeyin, ordu kılıcını çekti yakınlarda Atatürkçü bir darbe olacak ve sosyalist bir Türkiye kurulacak. Sizlerde hak ettiğiniz koltuklara oturacaksınız,“ diyorlardı.
Dinlemedik, inanmadık…
Koltuklarla, iktidarla ne işimiz olabilirdi ki?
Biz zaten böyle oturulan koltukları paramparça etmek, kirli iktidarları yıkmak için İSYAN etmemiş miydik?
Ve ne gariptir, ve ne biçim bir riya, ne biçim bir ikiyüzlülüktür?
Aynı ağabeylerimiz darbe olduğunda istedikleri gibi sonuçlanmadığını gördüklerinde bu kez de: „ Gördünüz mü, uslu durmadınız, ortalığı karıştırdınız, ordunun sağcı bir darbe yapmasına neden oldunuz,“ demeye başladılar.
Oysa 12 Mart darbesi olduğunda, darbecilerden talepte bulunanların başına „balyoz!“ inerken kimimiz cezaevinde, kimimiz dağdaydık.
Kimileri de yaptıklarımızla, yapmaya çalıştıklarımızla burun kıvırarak oturdukları köşelerinden , bizimle akılları sıra ‘romantik devrimciler’ diye dalga geçmeye çalışıyorlardı.
Evet romantiktik…Romantik olmadan devrimci olunamayacağını bilecek kadar romantiktik. Duyguların şahlanmışına sahip olmadan devrimci olunamayacağını çok iyi biliyorduk.
HAYIR! ÖLENLER BOŞU BOŞUNA ÖLMEDİ
Kimileri ise bugün; ‘yazık oldu gencecik masum çocuklardı, boşu boşuna can verdiler,’ diye bir söylem tutturmuş gidiyorlar.
Hayır, ölenler, öldürülenler, katledilenler boşu boşuna ölmedi.
Tarihin tekerleği ne yazık ki, hep böyle döndü ülkemde. En küçük haklar bile bedel ödenmeden kazanılmadı. Bugün de öyle değil mi? Kazanılan kazanılmaya çalışılan haklar, ‘dağlar’daki yiğit, inanmış, ütopyasına sımsıkı sarılan gencecik insanlar tarafından gerçekleştirilmiyor mu?
Bu bizlere giydirilmeye çalışılan ‘masumiyet’ kisvesi de, doğru yorumlanmazsa, egemenlerin bir oyunu olarak anlaşılmalıdır.
Elbette masumduk. Ama halkın nezdinde, tüm ötekileştirilenlerin nezdinde, sömürülen işçilerin, yıllardır hiç bir hakkı tanınmamış kürt halkının nezdinde masumduk.
Masumduk çünkü; özgür, sömürüsüz, kardeşçe yaşanan bir Türkiye bizim ütopyamızdı.
Ama egemenlerin nezdinde hiç bir zaman masum değildik. Statükacıların, Kemalistlerin, bu düzenin, sürüp gitmesinden yana olan sömürücülerin, emperyalistlerin nezdinde hiç bir zaman ‘masum’ değildik.
Tersine bu sistemin yıkılması için ellerine silah almış İSYANCILARDIK. Yoldaşlarımın eylem biçimi, tuttuğumuz yol eleştirilebilir. Ama onların isyancı ruhunu örtbas etmeye çalışmak onlara yapılabilecek en büyük hakarettir. Onların bu yanını vurgulamadan, öne çıkarmadan, onlarla ilgili yazılacak her yazı, her estetik sanat eseri, her resim, her film, onları yüceltmeye, hak ettikleri yere oturtmaya değil, onların ruhuna hakaret anlamını taşıyacaktır.
Egemenler ve onların sözcüleri özellikle Deniz Yoldaş’a karşı çok ince, çok sinsice bir saldırıda bulunuyorlar. Deniz, aynı dönem, aynı ütopyo için mücadele etmiş, hatta bu uğurda can vermiş devrimcilerden farklılaştırılmaya çalışılıyor. Deniz mitleştirilip, adeta evliya mertebesin yüceltilirken; Mahir’ler, Kaypakkaya’lar, Cihan’lar o dönem can vermiş nice devrimci ‘anarşistler’ , ‘silahlı zorbalar’ olarak medya organları tarafından karalanmaya çalışılmaktadır.
Yöntemlerinde farklılıklar da olsa 1971 dönemi devrimcileri, devlete karşı olan, mevcut sistemi yıkarak yerine hakça bir düzen kurmak için mücadele eden isyancılardı. Üstelik Mahir, Cihan ve Kızıldere’deki diğer devrimciler Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamını engelliyebilmek için kendi canlarını feda etmekten çekinmemişlerdi. Ama düzenin şakşakçısı medya organları devletin bombalayarak, acımasızca katlettiği Kızıldere’de can veren devrimcileri hala karalarken, idam edilerek yaşantılarına son verilen Deniz ve diğer yoldaşlara karşı farklı bir yöntem uygulamaktadırlar.
Egemenlerin vermek istediği mesaj çok açıktır ve ne yazık ki, bu konuda belli bir başarı da sağlanmıştır. „ Gençlik heyecanıyla yanlış işler yapmış olabilirsiniz ama doğru yolu bulanlar, pişman olanlar için devlet müşfik kollarını uzatmaya hazırdır.“
Yakında AKP Deniz’lerin idam kararının bozulması için meclise bir kanun önergesi verirse hiç şaşırmamak gerekir.
Bugün 1970 dönemi devrimcilerini Deniz’leri, Kızıldere’de katledilenleri anlamak ve anmak onların yapmak istediklerini, ütopyalarını öne çıkarmakla olanaklıdır. Mahir Çayan ve yoldaşları başka bir örgütten olan Deniz’lerin kurtarılması için kendi hayatlarını hiçe sayarak eylem yapmışlardı. Ne yazık ki; Türkiye devrimci hareketi bu mirası doğru olarak sürdüremedi. Birlik yerine ayrılıklar ön plana çıkarıldı. Bugün Denizleri ancak ve ancak bu birlik çağrısını öne çıkararak doğru bir şekilde anabiliriz. Bu birlik çağrısının bugün ete kemiğe bürünmüş hali Deniz yoldaşın son sözlerinde apaçıktır. Bu birlik çağrısı Türkiye’deki tüm devrimcilerin, başta da Kürt, Türk ve Türkiye’deki tüm halkların devrimci birliği ve mücadelesi olarak anlaşılmalıdır.
Bu satırları yazdığım 2013 yılının Mayıs ayının başlarında hergün çokça sözünü edilen bir barış sürecini yaşıyoruz. Milyonlarca Kürdün hakları için verdikleri kavganın sanırım sonuna gelindi. Gasbedilen, yok sayılan haklarına sahip çıkmak için İSYAN etmeden hakların elde edilemiyeceğinin somut bir göstergesidir gelinen nokta.
İdam edildik, dağlarda, şehirlerde katledildik ama yenilmedik. Sağ kalanlar ve onların çocukları adım gibi eminim ki; özgür, toplumcu, kimsenin kimseyi ötekileştirmediği, emeğin hakkının alındığı yepyeni, kardeşçe yaşanan bir Türkiye’yi kuracaklardır. Yoldaşlarımın son sözleri bu güzel günlere özlemin son nefeslerinde dile getirilmesidir sanki:
DENİZ GEZMİŞ
„Yaşasın, Türkiye halkının bağımsızlığı; yaşasın Marsizm-Leninizm’in yüce ideolojisi; yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi; kahrolsun, emperyalizm!“
YUSUF ASLAN
„Ben halkımın bağımsızlığı ve mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar, şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz! Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika’nın hizmetindesiniz. Yaşasın, devrimciler; kahrolsun faşizm!“
Hüseyin İnan
„Ben, şahsi hiçbir çıkar gözetmeden, halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı, Türkiye halkına emanet ediyorum. Yaşasın, işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler; kahrolsun, faşizm!“
Atilla Keskin
5 Mayıs 2013
966 kez okundu.
Sayın Hocam
Ben İstanbul Üniversitesinde yüksek lisans öğrenciyim. Seneler boyunca devrimci ayaklanmanın başladığı yer o kadar çok değişime uğramış ki inanamazsını! Ben yıllardan beri sizi takip etmekteyim ve tüm kitaplarınızı okumaktayım, eğer mümkünse sizinde müsait olduğunuz bir gün bir yerlerde buluşup sizinle hem bir çay kahve içmeyi hemde kitaplarımı imzalatmayı çok ama çok isterim..
Saygılar..