Pir Sultan Abdal, Alevi kültür ve düşünce dünyası ve aşıklık geleneği içinde kendine özgü yeri ve özellikleriyle başlı başına bir çizgidir. Bu bağlamda özenle belirtmek gerekir ki, “yol aşkı”yla yanıp tutuşan ve bu uğurda her türlü cefayı göze alarak ağır bir bedel ödeyen ve bugün simgesel bir kişilik olan Pir Sultan Abdal’ın yüzyıllar boyunca toplumun belleğinde, sazında ve sözünde yaşamasının, umudunu, özlemini simgelemesinin, bilincinde yer etmesinin, dayanıklılığını ve direncini güçlendirmesinin önemli bir nedeni olmalıdır. Bu arada şunu belirtelim ki, Osmanlı dönemi halk direnişinin de en temel simgelerinden biri sayabileceğimiz Pir Sultan, söylemi oldukça güçlü, özgün bir ozandır. Bu noktada üzerinde önemle durulması gereken boyutun, Pir Sultan çizgisini yaratan, onu özel ve özgün kılan unsurların neler olduğudur. Öncelikle vurgulanacak olursa, deyişlerinde işlediği konular çok yönlü ve kurgusu sağlamdır. Söylemindeki renklilik, duruluk ve derinlik, ezilen toplumsal kesimlerin özlemi, dili ve deyimleriyle olan uyum, günceli ve bireysel olanı dile getirirken tarihsel ve toplumsal olanı yakalaması, bilincinin yüksekliği ve kararlı duruşuyla, bunların söylediği söze yansıması, deyişlerinin etkisini artıran ve yaygınlık alanını genişleten unsurlardır. Pir Sultan’ın bu bakımdan söz ustalığında en üst düzeye vardığı rahatlıkla söylenebilir.
Dikkatle irdelendiğinde Pir Sultan’ı etkin kılan söyleminin ve eyleminin, içinde bulunduğu koşullara, kendisini çevreleyen olaylara göre biçimlendiği görülüyor. Bu doğal bir durum. Fakat bu noktada önemli bir ayrıntıyı daha vurgulamakta yarar var. Pir Sultan kapalı köy sınırları içinde, dar bir kapsam üzerinden değerlendirilecek bir kişilik değildir. Bu yapının -yani sınırlı köy ilişkilerinin- dışına çıkan Pir Sultan’ın geniş bir çevreye yayılan iletişimi, ilişkileri ve tanıklığı bilincinde belli bir sıçrama yaratarak düşünce dünyasını genişletmiştir. Sağlam duruşundaki önemli boyutlardan biri, bilincindeki bu derinliktir. Bu durumu döneme ilişkin olaylar ve belgelerle karşılaştırma yaparak deyişlerinden de izlemek olanaklı.
Bu arada Pir Sultan Abdal’ın mahlasının çözümlemesinin yapılması da, bazı konuların daha iyi anlaşılabilmesi açısından bir ipucu olabilir. Aşıklığı yanında, aynı zamanda Hacı Bektaş dergahından icazetli bir Alevi dedesi olan Pir Sultan Abdal’ın asıl adı -söylenceler ve kendi deyişlerinden de anlaşıldığı gibi- Haydar’dır. Mahlasındaki “Pir” deyimi Alevi toplumunda “dedelik” makamını ifade eden bir deyimdir. Alevi-Bektaşi söyleminde “Sultan” deyimi ise, ulular, önde gelenler, “hakikat” makamına, “gerçek erenler” katına ulaşanlar için kullanılan bir kavramdır. Bununla maddi dünyanın sultanlarına karşı çıkılarak, bir çeşit manevi dünyanın sultanları oldukları belirtilmektedir.
“Abdal” kavramı ise, Hak yoluna bağlanan, Hak yolunda çile çeken, nefsinden arınarak dünyanın varlığından vazgeçen insan anlamına gelir. Dolayısıyla Pir Sultan’ın mahlası bütünüyle Alevi-Bektaşi düşünce dünyasının değişik bir boyutta yansımasıdır. Yani mahlası bile Osmanlı sistemi ve egemen çevrelerin kabullendiği resmi öğreti açısından “Kızılbaş”lığını ve “yola gelmez”liğini ele veren unsurlardan biridir. Bunun diğer anlamı ortodoks sisteme karşı doğrudan “heterodoks/aykırı/karşıt” tutumdur.
16. yüzyıl özgülünde bunun şeklinin Alevilik-Kızılbaşlık düşüncesi/öğretisi biçiminde ortaya çıktığı görülmektedir. Dolayısıyla Osmanlı yönetiminin genel çizgisinin bir parçası olarak konuyla ilgili katı tutum ve davranışlara, inanılmaz saldırganlıklara, acımasız/kanlı kıyımlara izin veren, teşvik eden ferman ve fetvalar göz önüne alındığında “Pir Sultan Abdal” mahlasının bile saldıranlar açısından ne anlama geleceği, onlarda ne gibi çağrışımlar uyandıracağı aşağı yukarı tahmin edilebilir. Ayrıca Sarı Görez Müftü Hamza, İbn-i Kemâl ve Ebussuûd Efendi gibi dönemin ulemaları tarafından verilen “Kızılbaş’ın katli vâciptir… Bu tâifenin kıtali sair kefere kıtalinden ehemdir… Kızılbaş kıtali kâfir kıtalinden daha sevaptır… Zikr olınan tâife kâfirler ve mülhidlerdür… bunları kırub cemâatlerin dağıtmak cemi müslümanlara vâcip ve farzdur” şeklindeki fetvalar ve bu doğrultuda ortaya çıkan eylem ve uygulamaların ise Pir Sultan gibi duyarlı bir aşığı nasıl etkileyeceği, benliğinde nasıl derin izler bırakacağı ve iç dünyasında nasıl fırtınalar koparacağı kolaylıkla kestirilebilir. Dolayısıyla mahlası bile içinden geldiği öğretiyle bu denli bütünleşen ve yaşanan toplumsal gerilim ve kıyıma vurgu yaparak “Bülbül figan eder bağ-ı gülşanda / Mansur’un kimsesi yoktur meydanda / Bunca sefillerin boynu urganda / Seher vakti On İki İmam gel yetiş” diyen Pir Sultan’ın deyişlerin tamamını, -toplumsal boyutu gözden kaçırarak- yalnızca bireysel yaşamını yansıtan deyişler olarak algılamanın ve değerlendirmenin doğru olmayacağı kanısındayız. Deyişte geçen “bunca sefillerin boynu urganda” vurgusu da bu söylediklerimizle örtüşen çok yalın bir vurgudur. Aslında böyle bir durumun, genel olarak yöneticilerle barışık olmayan, sistemin yapılanmasından uzak duran, sistemin baskı ve kıyımıyla çeşitli şekillerde karşı karşıya kalan toplumsal duyarlılığı yüksek bütün aşıklar için geçerli olduğu söylenebilir.
Bu bakımdan açıkça ifade etmek gerekirse, Alevi-Bektaşi toplumunun en duyarlı noktalarından biri olan “Pir Sultan olayı”, Anadolu halkına karşı yüzyıllardır yürütülen saldırganlık ve geleneksel egemenlik anlayışının ortaya çıkardığı çelişki ve çatışmaların ürünüdür. İnsanı insana düşüren bu yapı, yüzyıllar boyunca Pir Sultan’ın kişiliğinde gözlediğimiz “olaya” benzer birçok olayın yaşanmasına sebep olmuştur. Oysa ki toplumlar, ezme, yok etme, dönüştürme ve talan yöneliminden uzak bir biçimde, birbirini saygı ve hoşgörüyle karşılayarak barış içinde birarada yaşamayı, dostluğu ve kardeşliği öğrenebilseydi, uygarlıkların, kavim ve kültürlerin harman olduğu bu coğrafyada bugün inanılmaz bir gelişmişlik -ve de insancıllık- düzeyi yakalanabilir ve bu derin yaralanmalar yaşanmazdı. Fakat bunlar bir türlü olmadı. Bugün bu “olmazlığın” nedenini araştırmak ve gün ışığına çıkarmak önemli bir sorumluluk olarak karşımızda durmaktadır.
Bunca acı ve kırım neden yaşandı? Yaşanan bunca olumsuzluklardan insanlık ne kazandı? Bu coğrafyayı, yüzlerce yıldır egemen kesimlerle aynı çizgiyi paylaşmayan, farklılık ve değerlerini özenle koruyan topluluklardan arındırma çizgisinin arkasındaki düşünsel yapı nedir ve bu siyasal gelenek ve düşünce sisteminin günümüze yansımaları nelerdir? Bu ve benzeri soruların bir yanıtı olmalıdır. Bunlar, çoğunlukla görmezden gelinen önemli bir boyuttur.
Tarihin bütünsel ve doğru kavranışı için sanırım sorunları biraz daha deşelemek ve soruları sürdürmekte yarar bulunmaktadır. Toplumlarda neden hep zorluk içinde bulunanlar, çaresizler, baskı altında tutulanlar, yoksullar, bunalanlar eylemi ya da söylemiyle direnişe geçer? Direnişlerin sebep ve sonuçları, toplumsal yaşama yansıma boyutları nelerdir? Ayrıca eylemlerin bastırılmasıyla birlikte ortaya çıkan sonuç yalnızca “birkaç baş”ın gitmesi midir? Durum böyleyse Pir Sultan benzeri “başverenler”in adları neden unutulmaz? Zamanın onca yok ediciliğine karşın, bıraktıkları “iz” toplumların belleğinden yüzyıllardır neden silinmez? Bu soruların yanıtını vermek kuşkusuz kolay değil. Şurası açık ki, soruların çoğalmadığı, geçmişin ve bugünün sorgulanmadığı, yaşama ilişkin itirazların olmadığı toplumlarda, toplumsal gelişmeleri yakından izlemek ve yakalamak mümkün değildir.
Bu bağlamda irdelediğimiz ve Pir Sultan Abdal’ın asılmasına uzanan direnişin nedeni, Osmanlı yönetiminin uygulayageldiği geleneksel arındırma çizgisi ve bu çizginin arka boyutunda aranmalıdır. Bununla “sesini yitirmiş bir toplum”un yaratılmak istendiği açıktır. Konuşmayan, görmeyen, itiraz etmeyen bir toplum… Bu noktada acısını içinde taşıyan ve korku duvarlarını aşarak bunu dillendiren insanın çeşitli biçimlerde saldırıya uğraması -asılması ya da başka şekillerde katledilmesi- anlaşılmayacak bir durum değildir. Olaya bu boyuttan bakıldığında, ne yazık ki bu coğrafyada değişik kimliklere, değişik inanç ve kültürlere sahip birçok topluluğun gözyaşının bulunduğu da görülmektedir. Bu arada belirtelim ki, bu tip deneylerde uygulanan “kul”laştırma, saldırganlık ve talan zihniyeti belli bir süreç sonunda toplumların karşısına ağır bir “bedel” çıkarır. Bu nedenle bugünü anlamak için geçmişe nesnel bir gözle bakmak gerekmektedir.
Alevi tarihi acı ve kıyımla yoğrulmuş çileli bir tarihtir. Nesnel bir duruşla bu tarihin neresine bakılırsa bakılsın, yaşanan acılar karşısında “insan olan”ın yüreği burkulmakta ve insanın nasıl dayanıklı, nasıl dirençli bir varlık olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Anadolu Alevi-Bektaşi toplumunu yüzyıllar boyunca derinden etkileyen, en önemli ve adı en çok bilinen halk ozanlarından olan Pir Sultan Abdal, bu tarih ve düşünce/inanç dünyasının tartışmasız en önde gelen isimlerinden biridir. Bu derin etkinin kökeninde, toplumsal sarsıntı ve bunalımların yoğunlaştığı bir dönemde asılarak öldürülmesi olduğu gibi, Pir Sultan’ın duyarlılık, coşku ve kararlılığını yansıtan ve toplumun eğilim ve özlemiyle örtüşen deyişlerinin gücünü de unutmamak gerekir. Gerçekten de, kendisini çevreleyen koşullar içerisinde düşünüldüğünde Alevi toplumunun, duygu ve düşünce dünyasını çok yönlü ve derinlemesine kucaklayan, dili işlek ve yalın, vurgusu belirgin ve kurgusu oldukça sağlam olan bu deyişlerden etkilenmemesi mümkün değildir. Hatta, geleneğin güçlü olduğu geçmiş dönemi bir yana bırakalım, günümüz toplumunda bile bu deyişler aynı şekilde etkilidir ve coşkuyla söylenmektedir.
Eldeki verilerden ve tanıklıklarımızdan yola çıkarak, Pir Sultan’ın Alevi-Bektaşi toplumunun benliğindeki etkisinin giderek artan, silinmez bir etki olduğunu rahatlıkla söylemek olanaklıdır. Sanıyorum çağlara hükmederek ve giderek büyüyerek bir toplumun benliğinde, belleğinde ve bilincinde bu kadar derin bir yer etmek, kimliksel bir simge haline gelmek kolay değildir. Bunun elbet bir sırrı, bir hikmeti olmalıdır. Alevi-Bektaşi toplumunda yaygın bir gelenek olan aşıklık geleneği de, Alevi-Bektaşi-Kızılbaş kültürü ve düşünsel birikiminin ana damarlarından biridir ve kırsal alanda/köy toplumunda cem töreni gibi toplumsal yaşamın şekillenmesi açısından büyük önem taşıyan bir kurumun en temel unsurudur. Bu nedenle bu geleneğin taşıyıcısı durumundaki aşıklar, Alevi toplumunda büyük önem taşımaktadır. Bu önemin boyutu, bir döneme damgasını vuran kıyım ve acıların tanıklığını yapmış, peşinden büyük bir “dram” yaşamış Pir Sultan Abdal gibi önemli bir “öncü direngen kişilik” olursa, ister istemez farklılaşmakta ve giderek artmaktadır.
Alevi-Bektaşi aşıklık/zakirlik geleneğinin önemli bir temsilcisi olarak Pir Sultan’a seçkin bir konum kazandıran bu durum, aslında bir çeşit ince elekten geçme halidir. Çünkü, kurumsal olarak aşıklık geleneği ve usta-çırak ilişkisinin oldukça oldukça güçlü olduğu bir dönemde aşık olarak öne çıkmak, tutunmak, saygın ve etkin bir konum kazanmak kolay değildir. Bunun için üstün bir yeteneğe ve güçlü bir donanıma sahip olmak gerekir. Pir Sultan’ın yetişmesine öncülük eden, katkı sunan, saz çalmasına, deneyim kazanmasına yardımcı olan bir ustası var mıdır, bilemiyoruz. Çok ayrıntılı incelemelerimize karşın deyişlerinde de bu yönde açık bir ipucu yakalayamadık. Yalnız o dönemde tekke ve zaviyelerin aynı zamanda birer eğitim merkezi; kendilerini, kendi deyimleriyle “Hakk’a adayan dervişler”in -erenlerin, abdalların, pirlerin- ve aşıkların sürekli uğrak noktalarından biri olduğu düşünülürse, bu yetişmede hangi unsurların etkili olduğu tahmin edilebilir. Ayrıca cem törenlerinde sürekli deyişleri söylenen kendinden önceki usta aşıkların da bu yetişmede önemli bir payı olduğu sanırım rahatlıkla söylenebilir.
Günümüz açısından değerlendirecek olursak, değişen dünya ve yaşam koşulları gereği çoğunlukla büyük kentlere göç eden ve hızlı bir çözülme süreci içerisinde birçok temel değeri sarsıntıya uğrayan Alevi toplumunda, Pir Sultan Abdal’ın ortak değerler bağlamında kuşkusuz en temel, en birleştirci simgesel unsurlardan biri haline geldiği görülmektedir. Başka bir deyimle günümüzde, değerlerin hızla yozlaştığı bu talan ikliminde, Pir Sultan artık halkın iyiden, güzelden, daha eşit, daha adil, baskısız ve talansız bir yaşamdan yana sürekli değişen, büyüyen, gelişen toplumsal boyutlu özlemler dünyasının önemli bir simgesidir.
Geleneksel ve gelenekselliğin ağır bastığı ya da gelenekten izler taşıyan toplumlarda etkin bir unsur olarak, o toplumların benliğiyle özdeşleşen simgeler ve kimlikler toplumsal ilişkilerin şekillenme-sinde de önemli bir etkendir. Somut duruma baktığımızda tarihsel boyutlu öncü kimlik ve simgelerin, Alevi-Bektaşi toplumunun düşünce, ilişki ve gelenek dünyasında da önemli bir yer tuttuğu ve toplumun benliğiyle özdeşleştiği görülüyor. Pir Sultan’ın da bu özdeşleşmenin yalın bir örneği olarak öne çıktığını belirtmek gerek.
Özgürlüğün olmadığı, kuşatılan umutların gizli ve kuytularda boy verdiği yerde, halk en başta türkü ve deyişler gibi sözlü kültürel değerleriyle konuşur. Bir başka deyişle türküler en temel iletişim araçlarından biri haline gelir. Pir Sultan’ın türkülerinin bu denli yaygın ve etkin olmasının bir başka nedeninin, yüzyıllar boyunca halkın özlemler dünyasıyla bütünüyle örtüşmesinden kaynaklandığı nesnel bir bakışla kolaylıkla görülebilir. Diğer bir deyimle bu deyişler, geçmiş yüzyılları bir yana bırakalım, günümüz insanının bile duygusunu, düşüncesini, derdini, dileğini en yalın, en çarpıcı biçimde yansıtır niteliktedir. Geçmişi günümüze, bireyseli toplumsala bağlayan ve ezilenlerin ortak sesi haline gelen bu evrensel boyutlu ses/söylem deyişlerde hemen belli olmaktadır.
Topluluk/cemaat yapısı ve kimlikleri içinde bireylerin kimlik oluşumu ve dayanışmasını sağlayıcı birtakım tarihsel kırılma noktaları ve simgesel unsurlar vardır. Sözgelimi, Alevi-Bektaşi düşünce sistemi içerisinde Kerbelâ olayı nasıl bu temel kırılma noktalarından birini, yani egemen yapıdan kopuş ve en temel karşıtlık noktalarından birini teşkil ediyorsa; yine benzeri şekilde Hallac-ı Mansur, Hacı Bektaş, Nesimi nasıl bir temel simgeyse, bugün Pir Sultan Abdal da Alevi-Bektaşi toplumu açısından böyle bir temel simge haline gelmiştir. “Yücelt ki, yücelesin” denir ya, bugün Pir Sultan Abdal yücelmişse, böylesine yaygın, etkili bir simge haline gelmişse; açık ki, bu insanı yücelttiği, bütün varlığını insana adadığı ve “her keramet insanda” dediği içindir.
Oldukça yüksek bir donanıma sahip olduğu belli olan Pir Sultan’ın deyişlerinde, eylemini, söylemini, düşünce ve davranışını düzeyli, çekici ve etkili kılan önemli bir nakış, önemli bir çizgi, tutarlı bir duruş ve söyleyiş göze çarpmaktadır. Bu, yaşama biçimini savunmak için sonuna dek direnen, mücadelesini ödünsüz sürdüren; “yol”u, inancı uğruna “ser”ini vermekten çekinmeyen sağlam bir kişiliğin, kararlı bir insanın duruşunu, duygu, düşünce, davranış biçimi ve coşkusunu yansıtan bir çizgidir. Ayrıca bu coşkuyla birlikte geleceğe yönelik bir umut, bir iyimserlik sürekli öne çıkan bir boyuttur. Deyişlerin yansıyan bir başka boyutu ise hüznün dirence, acının bilince dönüşmesi halidir. Bütün bunlar, onca baskı ve kıyıma karşın, karşıtlık -yani karşı karşıya gelme, gerginlik ve çekişmeler- içinde Pir Sultan’ın duruş noktasını ve tutumunu kesin ortaya koyan yansımalardır. Bu anlamda, özlem yüklü, hüzünlü bir yolculuğun öyküsü olan ve acılardan damıtılan bu deyişler, Pir Sultan’ın yaşam biçimi ve duruş noktasının anlatım tarzı olarak bir dönemin sözlü gelenekte yaşayan belgeleri biçiminde algılanabilir.
“Ey benim divane gönlüm / Dağlara düştüm yalınız…/ Durmadan üç gün üç gece / Söylesem derdim yalınız…/ Hak dedim durdum yalınız”, “Kalktı göç eyledi divane gönlüm / Yola varmak ister yoldaş bulunmaz / Gurbet ilde kaldım ben de yalınız / Aradım gönlüme hâldaş bulunmaz”, “Hani benim ile lokma yiyenler / Canı başı dost yoluna koyanlar / Sen ölmeden ben ölürüm diyenler / Dostlar da geriye kaçtı bulunmaz // …Garip başa bir iş gelse zamanda / Orda her kişinin dostu bulunmaz” dizelerinde çok yalın yansıdığı gibi Pir Sultan’ın bütün tutkusuna ve direncine karşın -öyle ki bu, kan ile yoğrulan, aşk ile ayakta tutulan bir dirençtir- bazı deyişlerinin iç dünyasında hüzünlü bir yalnızlık sezilmektedir. Sanıyorum bu yalnızlık, Pir Sultan’ın derinliğine, duyarlılığına, gözlem ve sezgi gücüne erişememiş bir çevre içinde gözlemlediği tutarsızlık, döneklik, iki yüzlülük sarmalı, sistemin sunduğu “ulufe” karşılığı uğruna “can-baş” verilen değerlere sırt dönme, işbirliği ve ihanet ve bu çember içinde kuşatılmışlığın benlikteki yansımaları ve bu yansımanın insan psikolojisinde yarattığı derin sarsıntılarla açıklanabilir. Bu derin sarsıntıya bir çeşit “benlik yaralanması”da denilebilir. Bu noktada neredeyse her sözünün başında yinelediği, düşünce dünyasının en temel motiflerinden biri olan “Şah” algılaması bir anlamda bir dayanak, bir sığınma ve tutunma merkezi olarak da değerlendirilebilir. Gerçekten de, Alevi-Bektaşi toplumunun çok boyutlu özlemler dünyasının temel unsurlarından biri olan bu motifin, Pir Sultan’ın umudunu diri kılan, direncini ayakta tutan, düşünce dünyasına derinlik katan bir boyut olduğu görülmektedir.
Deyişlerinden anladığımız kadarıyla yoğun ve geniş boyutlu bir düşünsel birikime ve duruş noktasından ödün vermeyen bir kişiliğe sahip olan Pir Sultan’ın, dönemin gelişmeleri ve konuyla ilgili anlatılardan yola çıkarak fırtınalı bir yaşamı olduğunu sanırım rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat bu fırtınaların sonunda büyük sıkıntı ve acıların yaşandığı da ayrı bir gerçek. Konuyla ilgili bugüne dek birçok araştırma yapılmış olmasına karşın, henüz olayın kesinliğe varan biçimde açıklığa kavuşturulduğunu söylemek pek olanaklı değil. Bu araştırmalar, belki birçok noktada ipuçlarının yakalanmasına yardımcı oldu, yeni ufuklar açılmasını sağladı; fakat olayı çözmeye yetmedi. Uzun zamandır bu alanla ilgili olarak araştırma ve incelemeler yaparken bizi bilinenlerden farklı sonuçlara götüren birçok yeni belge ve bilgilere ulaştık. Bunların en önemlilerinden biri 1560 yılında Sivas (Rum) eyaletinde beylerbeyilik yapan yeni bir Hızır Paşa’ya ilişkin somut bulgu ve belgelere ulaşılmasıdır. Sanıyorum bu belgeler birçok çelişki ve karmaşıklığın giderilmesine ve bazı konuların kolaylıkla çözümüne büyük ölçüde yardımcı olacaktır.
Pir Sultan Abdal gerçeğini doğru anlamak için süreçle -buna dönemin koşulları da denilebilir- doğru ilişkilendirmek gerek. Bu yaklaşım, olayların nesnel kavranışı açısından sağlam bir temele oturtulması, olayın çok yönlü ve derinlemesine çözümlenmesi anlamına gelir. Bunun için dönemin toplumsal yapısını -toplum-düzen ilişkilerini- doğru okuma/kavrama, doğru yorumlama ve anlamlandırma büyük önem taşımaktadır. Pir Sultan’ın karanlıklarda kalmış ya da yeterince bilinmeyen yaşamı ve kendisini çevreleyen koşullar -kısa bir tanımlamayla Pir Sultan gerçeği- bir bakıma Osmanlı’nın gizli tarihidir. Pir Sultan gerçeğini çözmenin, bu anlamda Osmanlı’nın gizli tarihini çözmek anlamına geldiğini söylemek olanaklı. Yani bir başka deyişle Pir Sultan gerçeğini kavramak, aynı zamanda Osmanlı sisteminin gizlenen yüzünü anlamak, karartılan geçmişi aydınlatmak ve kendi tarihiyle yüzleşmek anlamına gelir. Döneme ilişkin bu gizli tarihin ve toplumsal olaylara temel oluşturan sistemin yapısal özellikleri-nin her nedense -bilinçli ya da bilinçsiz- hep atlandığı, görmezden gelindiği veya önemsenmediği görülmektedir. Bu açıdan, çalışmamızda açıklamasını yapmaya çalıştığımız konular, en azından bu gizli tarihin ve sistemin yapısal özelliklerinin aydınlatılmasına yönelik bir çalışma olarak da düşünülebilir. Tarihin karanlıkta kalmış tozlu sayfaları aralandığında ve olaylar, sorgulayıcı bir bakış açısıyla nesnel bir temele oturtulduğunda, sorunları gerçek boyutlarıyla kavramak ve çözmek kolaylaşacaktır.
Bir gereklilik olan bu yaklaşım, toplumların tarihiyle soğukkanlı bir yüzleşmesi olarak algılanabilir. Bu doğrultuda yaptığımız, bir anlamda karanlıkta kalmış “yitik sevdalar”ın arayışıdır. Zorluk ve sıkıntıların çok, belge ve bilgilerin kıt olduğu bir yolda, iğneyle kuyu kazarcasına -bütün bulguları çok yönlü değerlendirerek ince ince, adım adım- dünden bugüne bunca zamanın koygun karanlığını aralamak -bu arada “fincancı katırları”nın ürkütülmesini de hesaplamak gerek-, bunca dokunulmayanın ve gizli kalanın üstüne yürüyerek karanlığa ışık sızdırmak kolay iş değildir. Bir halk deyiminde söylendiği gibi “dert bir olaydı, ağlaması kolaydı.” Diyeceğimiz o ki, kendisiyle hesaplaşma süreci yaşamayan, duruş noktasını sorgulayamayan, değerlerini, tarihsel ve toplumsal birikimini her ne şekilde olursa olsun yeterince gün ışığına çıkaramayan toplumlarda, aydınlanmayı sağlayabilmek için sıkıntılara katlanmak bir bakıma zorunluluk olmaktadır.
Burada tartışmasız bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor. Açık ki, toplumlar yaşanan acılar ve ödenen bedellerle yüzleşerek aydınlık bir geleceğe taşınabilir. Bu yüzleşme aynı zamanda kendi gerçeğini tanıma durumudur. Bu bakımdan geçmişi bilmeden ve aydınlatmadan bugünü anlamak ve geleceğe güvenle bakmak mümkün değildir.
Bir toplum geçmişini ne kadar görebiliyorsa, geleceğini de o kadar görebilir. Belleği zayıf, bilinci bulanık ve çarpıtılmış, düşünsel birikimi yetersiz toplumların neden çok yalpaladığı, neden geleceğe ilişkin sağlıklı bir altyapı oluşturamadığı ve neden adaletsizlik ve haksızlıklar ile toplumsal bozulma ve dengesizlikler karşısında çözümler üretmekte zorlandığı, bu açıdan bakıldığında kolaylıkla anlaşılabilir. Çünkü geçmişini bilmeyenin ve geçmişinden dersler çıkarmayanın ne bugünü aydınlanır, ne aydınlık bir geleceği ne de böyle bir gelecek kurgulama cesareti olur. Bu açıdan bakıldığında geçmişi bilmek, bir bakıma bugünü anlamanın ve geleceğe dönük sağlıklı ve kalıcı çözümler üretmenin en temel güvencesidir. Pir Sultan Abdal’a ilişkin çalışmalarımız da, bu açıdan geçmişi çok yönlü ve derinlemesine kavrama ve bugüne bağlayabilme uğraşının boyutlarından biri sayılabilir.
Araştırmalarımızın ulaştırdığı sonuçlardan yola çıkarak burada şunu söyleyebiliriz ki, 16. yüzyılın başından itibaren Anadolu’da yaşanan büyük-küçük bir yığın acı, kıyım, talan ve katliamın tanıklığını yapmış, -deyişlerinden anlaşıldığı kadarıyla- acıları ve yıkımları neredeyse canında damıtarak büyük bir birikime ulaşmış, güçlü ve deneyimli bir aşık olan Pir Sultan Abdal, belki de yaşamının en olgun döneminde “siyaset” edilmiştir.
Saldırganlık ve şiddet ortodoks zihniyetin en temel unsurlarından biridir. Bu zihniyet dünyası, bu yapılanma üzerinden egemenlik alanı yaratma, genişletme ve pekiştirme gibi bir anlam içerir. Bu bağlamda çok açık görülüyor ki, sistemin yapılanmasına uygun olarak Osmanlı yönetiminin zihniyeti de zorbalık ve baskı altında tutma üzerine şekillenmiştir. Bu durumun yönetimin etkinliğini sağlamlaştırma araçlarından biri olarak görüldüğü de anlaşılıyor. Bu yöndeki algılama ve uygulama, döneme ilişkin belge ve kaynaklarda da açıkça yansımaktadır. Osmanlı kurumlarının, kurumlaşma sürecini tamamlaması ve bütün alanlarda etkin unsur olmasıyla birlikte saldırganlık ve şiddet eğilimi içeren bu zihniyetin adım adım, ayrışma ve kimlik kayması sonucu ortodoks çizgi çevresinde kümelenen yığınlar arasında da yayıldığı söylenebilir. Bunun yansımalarını, araştırmalarımız sırasında ayrıntılı bir şekilde incelediğimiz “Mühimme Defterleri”nde bulunan hükümlerde açıkça görmek olanaklı. Bu durumun, baskı ve kıyımlarla birlikte yaşanan “kimlik savrulması” sonucu ortaya çıktığı düşünülebilir. Şurası açık ki, çeşitli biçimlerde ezenlerin safında yer aldıktan sonra, dönüşüm, ezilmişlik ve örselenmenin acısını ve hıncını başka ezilenlere yöneltmek insan psikolojisinin temel boyutlarından biridir. Mühimme defterlerinde gördüğümüz, sistemin dayatmalarıyla bir çeşit “kimlik dönüşümü”nün yansıması olarak da algılanabilecek olaylar, bu durumun göstergesi olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla bu yapı içerisinde, kendinden olmayana hoşgörüyle bakmak ve onunla barış içinde bir arada yaşamak olanaklı değildir. Osmanlı sistemi – Alevilik/Kızılbaşlık ve Pir Sultan ilişkilerini bu bağlamda da değerlendirmek yararlı olacaktır.
Merkezi yönetimin öngörü ve buyrukları doğrultusunda, 16. yüzyılın başlarından başlayarak Kızılbaş toplumunun arasına bir zulüm kasırgası gibi dalan Osmanlı güçleri, Yavuz Sultan Selim dönemi gibi kimi özel dönemler baskı ve kıyımları daha da yoğunlaştırarak, “devletin selameti için” bir batında binlerce insanın kanına girmiş; öyle ki, deyim yerindeyse vardığı yerde taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamıştır. Bir bakıma Alevi-Kızılbaş toplumu acıyla, ölümle sınanmıştır. Deyişleri ve sözlü gelenekte günümüze kadar söylenceler şeklinde aktarılan davranış biçiminden anlıyoruz ki, bunca saldırı ve kıyıma karşın Pir Sultan, yelin esişine, dalganın vuruşuna, kılıcın kesişine göre eğilip bükülen bir kişilik değildir. Her demde dik durması, sonuna dek direncini koruması ve yaşadığı akıbet -yani siyaset edilmesi de- bunun açık kanıtıdır.
Bu son, bir yazgı gibi açık seçik karşısında durmasına karşın, deyişlerinin iç evrenine baktığımızda, olanca direngenliğiyle, umudunu yitirmeden ayakta kaldığı görülüyor. Üstelik bu, yaşanan bütün bozgun ve yıkımlara karşın en zor koşullarda ortaya konulan bir davranış biçimidir. Bu durum, onun nasıl bir derinliğe ulaştığını, nasıl bir kararlılığa vardığını gösteren önemli bir kanıt, önemli bir göstergedir. Bu noktada Pir Sultan’ın, “Kadılar müftüler fetva yazarsa / İşte kement işte boynum asarsa / İşte hançer işte kellem keserse / Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan”, “Dost elinden dolu içmiş deliyim / Üstü kan köpüklü meşe seliyim / Ben bir yol oğluyum yol sefiliyim / Ben de bu yayladan Şah’a giderim //Alınmış abdestim aldırırlarsa / Kılınmış namazım kıldırırlarsa / Sizde Şah diyeni öldürürlerse / Ben de bu yayladan Şah’a giderim” dizeleri çok iyi anlaşılmaktadır. Bu bakımdan denilebilir ki, Pir Sultan Abdal acıların ve sevdanın izdüşümüdür.
Toplumsal etkinlik açısından, bulunduğu çizgide eğilmeden yürümek, bireysel tutarlılık ve direncin sürekliliği önemlidir. Davranış biçiminin seyrinden çok açık anlaşılıyor ki, Pir Sultan’ın duruş noktasında öne çıkan bir başka önemli boyut bireysel tutarlılıktır. Bu, ancak sistemi kendi benliğinde çözümleyerek, kararlılığa varmış, korku duvarlarını aşmış, ödünsüz bir duruş sergileyen, dirençli bir insanın/kişiliğin davranış biçimi olabilir.
Dönemin yoğun gerginlik yaşanan olumsuz koşulları içinde, eyleminin nedenlerini, düşünsel kökeni ve toplumsal dayanaklarını bildiği çok yalın belli olan Pir Sultan gibi ödünsüz, birikimi acılarla yoğrulmuş, ateş ve fırtınaların içinde yaşayan ve sazı/sözü bu kadar güçlü kılan eylemci bir aşığın; duruş noktasının sürükleyeceği seyri, yaşayacağı akıbeti, eyleminin izleyeceği süreci ve varacağı sonucu kestirmesi zor değildir. Pir Sultan’ın deyişleri iyi deşelendiğinde bu izleri kolayca yakalamak mümkündür. Bu bakımdan deyişler aynı zamanda bir tarihsel sürecin, bir duruş noktasının belgesi olarak algılanabilir. Şu çok net bir şekilde söylenebilir ki, kendini çevreleyen bütün unsurlar bir arada değerlendirildiğinde, haraç ve talan, eşitsizlik ve baskı üzerine kurulu, ortodoks düşünce dünyasından beslenen Osmanlı düzeninde, Pir Sultan’ın ve aynı doğrultuda davranış sergileyenlerin yaşam hakkı bulması bir hayli zordur.
Açık ki, her değer kendi dünyası içinde olumludur. Alevi-Kızılbaş cephesinde olumlanan Pir Sultan gibi bir öncü ve söz ustasının -hem de etkili bir söz ustasının-, Ortodoks İslami düşüncenin keskin bir temsilcisi olan Osmanlı yönetimi tarafından olumlanması düşünülemez. Sistemin olumlamadığı bir değere karşı yönelimin niteliği ve şekli ise tahmin edilebilir. Yani yolu iyi bilen ve “yol sefili” olduğunu sakınmaksızın söyleyen birine sistemin temsilcileri kayıtsız kalamazdı. Dolayısıyla, Pir Sultan’ın söylem ve davranış biçimi kendi değerler dünyası açısından nasıl tutarlıysa, sistemle uyuşamayan karşıtlara yönelik anlayış ve uygulamalar da Osmanlı düzeninin değerler dünyası ve düzenin yapısal özellikleriyle doğrudan uyum içindedir.
Çelişki ve bunalımların keskin olduğu toplumlarda, önderlik büyük önem taşır. Toplumda belirgin bir yeri olan, onların inanç dünyalarına öncülük eden, toplumsal ilişkilerin yönlenmesinde etkisi bulunan Pir Sultan Abdal gibi “idol” haline gelmiş bir kişiliğin, bu keskin çekişmeler içerisinde yöneticiler tarafından -ortadan kaldırılması gereken- engel olarak görülmesi olağandır ve düzen açısından düşünüldüğünde bunda şaşılacak bir yanda yoktur. Bu noktada asıl sorulması gereken, bu kıyımların toplumlara ne kazandırdığı ya da bir başka söyleyişle toplumların bu kıyımlarla ne yitirdiğidir.
Gerçekliği yakalayabilmek için olayı kendi koşullarından koparan/soyutlayan, nesnellikten uzak yaklaşımlardan özenle uzak durmak gerekir. Bu bağlamda şunu açık belirtmek gerekir ki, simgesel kişiliklere ilişkin çözümlemeler, onların tarihsel ve toplumsal konumuyla birlikte ele alınmalıdır. Bu durum Pir Sultan için de geçerlidir.
Söylemi ve eylemi çok açık kanıtlıyor ki, insanı ve doğayı kutsayan, “Meylim muhabbetim kaldı insanda”, “Eğer göğerüben bostan olursam / Şu alemin diline destan olursam / Kara toprak senden üstün olursam / Ben de bu yayladan Şah’a giderim”, “Bakmaz mısın yeryüzünde bostana / Özün turab etmiş kendi mestane / Burda alçak olan orda üstüne / Gel gönül topraktan alçak olalım” diyen Pir Sultan, belli bir kemalete erişmiş, dünyayı gönül gözüyle gören, “Hak” aşkıyla yanan, her varlığa sevgiyle bakan bir aşıktır. Onun bu tutum ve davranışı, halkın gönlünde, dilinde ve telinde yaşamını sürdürmesinin -diğer bir deyişle ölümsüzlüğün- en büyük etmenlerinden biridir, denilebilir.
Kısacası Pir Sultan, söylediği söz ve bu söze uygun eylemiyle var olmuş, deyim yerindeyse sevdası, sazı/sözü ve ödünsüz direnci kendisini ölümsüz kılmış, yalnızca Alevi-Bektaşi toplumunda değil, günümüzün nerdeyse baskı altında tutulan, ezilen, haksızlığa uğrayan bütün toplum kesimlerinde bir temel simge haline gelmiştir. Yeri gelmişken belirtelim ki, Osmanlı yöneticilerinin bütün çabasına/niyetine karşın, bu kıyımların Pir Sultan’ın yaşamında önemli bir yeri olan Şah Kalender gibi öncüleri de ölümsüz kıldığı kesin. Bu noktada Pir Sultan’daki derinliği yakalayabilmek için olayların arkasındaki, karanlıklar içinde kalan yalın gerçekliği iyi anlamak, doğru yorumlamak gerekiyor. Elde ettiğimiz bulgulardan çok açık anlaşılmaktadır ki, -kendince çözümü bu “siyaset etme”lerde arayan Osmanlı yöneticilerine ne kazandırdı bilinmez ama-, bu olayın Anadolu Alevi-Bektaşi toplumunun yüzyıllardan beri içten içe “kanayan yara”larından biri olduğu açıktır.
Yaşamda -ve de evrende- hiçbir olay tek boyutlu olmadığına -ve de olamayacağına- göre Pir Sultan olayını da çok yönlü değerlendirmenin gerekliliği tartışmasız açık. Biz bu bağlamda, mümkün olduğunca ulaşabildiğimiz bütün kaynak ve belgeleri en ince ayrıntısına varıncaya değin elden geçirerek, konuya çok yönlü bakış açısıyla değişik boyutlardan çözümler getirmeye çalıştık. Alan araştırmalarında ise olguları gözlemeye, anlamaya ve karşılaştırma yöntemini kullanarak sonuca ulaşmaya özen gösterdik. Şunu açıkça söylemekte yarar görüyoruz ki, ulaştığımız veriler, bizi bugüne dek bilinenlerden çok farklı sonuçlara taşıdı.
Birçok düşünce/inanç ve eylem önderinde olduğu gibi, yaşamı söylencelerle örülerek belleklere yerleşen Pir Sultan Abdal, yüzyıllar boyunca Alevi-Bektaşi toplumunun canevine nakışlanmış derin bir acıdır. Öyle ki, çoğunlukla Pir Sultan’ın deyişleriyle de bütünleşen ve kuşaktan kuşağa, dilden dile, telden tele aktarılan bu söylencelerin ve Pir Sultan’ın eğilmeyen/bükülmeyen kararlı/inançlı duruşunun, ezilen toplumsal kesimlere bir yanıyla hüzün, bir yanıyla umut ve direnç taşıdığını gözlemlerimizden yola çıkarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Sözgelimi, söylencelere göre, içinde “Şah” deyimi geçmeyen üç deyiş söylerse Hızır Paşa tarafından bağışlanacağı bildirilmesine karşın, söylediği her üç deyişin her dörtlüğünde inatla “Şah” sözcüğünü yinelemesi, bu kararlı tutum ve davranışın tipik yansımalarından biridir. Bu noktada belirtmek gerekir ki, toplumu derinden etkileyen düşünce/inanç ve eylem önderlerinin yaşamının söylencelerle örülmesinin, özellikle köylü, göçebe/yarı göçebe toplumlarda bir gelenek haline geldiği görülmektedir. Alevi-Bektaşi toplumunda “erenler kültü” olarak adlandırabileceğimiz “menakıpnâme geleneği” de bu durumun ilginç örneklerinden birini teşkil etmektedir. Aslında “toplumsal direniş kültürü”nün bir parçası olan bu söylenceler, toplumsal ilişki, çelişki ve değerler dünyasının farklı bir boyutta yansımasıdır, denilebilir.
Olaya nesnel bir yaklaşım içinde çok yönlü ve derinlemesine bakıldığında, Pir Sultan’ın en temel çelişkisinin Osmanlı düzeniyle yaşanan çelişki ve gerginlik olduğu görülüyor. Açıkça söylemek gerekirse bunun en başta gelen nedeni, kuşkusuz Osmanlı sisteminin düşünsel yapısının ortodoks bir düzlem üzerine oturması ve ekonomik düzenin tam bir soygun ve talan zihniyeti üzerine kurulmasıdır. Bu yapıya uygun ve bu koşulların doğal sonucu olarak ortaya çıkan toplumsal dengesizlikler ve uygulamaların hoşgörü ortamı, barışçıl tutum ve davranışlardan bütünüyle uzak ve toplumu sindirmeye yönelik olmasının; kimi zaman düşük yoğunluklu, kimi zaman yüksek düzeyde, fakat kesintisiz ve kaçınılmaz bir biçimde çelişki, gerilim ve çatışmaların sebebi haline geldiği ve giderek sistemi kaçınılmaz bir çürüme ve çöküşün içine attığı söylenebilir. Dolayısıyla Pir Sultan’ın düzene karşı duruşunun bir boyutunda bu temel gerçeklik aranmalıdır.
Ekonomik, siyasal, kültürel ve güvenlik yapılanmasıyla bir toplumsal sistem; her yönüyle toplumların şekillenmesi, kişilik oluşumu, davranış biçimleri ve ilişkilere doğrudan etki eder. 15. yüzyılın sonlarından itibaren çeşitli nedenlerle gittikçe yoğunlaşan çürüme ve yapısal bozukluklarından kurtulamayan Osmanlı sistemi, Alevi-Bektaşi toplumu karşısında olumsuz motivasyon üreten, çatışma ve gerilimi artıran bir işleve sahip olmuştur. Ortaya çıkan saldırganlık ve kıyımlar da sistemin bu yapısal özelliğinin sonucudur.
Bir toplumsal gerçeklik olarak gerilim ve çekişmenin üst boyutu olan çatışma, farklı kimliğe sahip merkezkaç -yani merkezden uzak duran ya da kendini merkezi sistemden dışlayan- topluluklarda, sistem dışı kurumların oluşumu ve ortak değerlerin daha sıkı savunulmasını sağlayıcı bir etki yaratabilir. Bu bağlamda, ortodoks düzlemdeki duruşuyla olumsuz ilişkiler üreten Osmanlı toplum düzeninde Pir Sultan Abdal; “siyaset edilme” pahasına, yaşama biçimi ve düşünce dünyasında yalın bir şekilde yansıyan farklı oluşum ve değerlerin, nasıl inanç ve inatla savunulduğunu gösteren önemli bir simgesel örnektir. Bir başka deyişle, Pir Sultan’ın simgeleşmesine de yol açan başta gelen önemi, acılarla yoğrulan ve tarihi kanla yazılan bir yolda yürüyerek kendi çağının tanıklığını yapması ve bu tanıklığın bedelini en ağır biçimde -kendi canıyla- ödemesidir. Öyle ki, sistem kaynaklı hiçbir dış baskı, saldırı ve kıyım bu “dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diyen inatçı savunma ve direniş çizgisini hiçbir zaman kıramamış, “dönüş” yolunda en küçük bir adım attıramadığı gibi, en küçük bir kararsızlık ve duraksama dahi yaşanmamıştır.
Gelişmeleri hızla kavrama, çözüm üretme, karar alma ve kararı uygulamaya koyabilme yeteneği, öncü olabilmenin; etkili, yönlendirici ve kalıcı olmanın, toplumda iz bırakmanın en temel özellik-lerinden biridir. Bu aşamalar birbirini izleyen süreçlerdir. Bunlar, anlık bir zaman dilimine sığabileceği gibi, uzun bir sürece de yayılabilir. Öncelikle Pir Sultan’ın yaşamından kesitleri ve birbirini izleyen toplumsal süreçleri incelediğimizde, sezgi ve davranışlarıyla Pir Sultan’ın öncü bir aşık olduğu, çok açık söylemler içerisinde bulunduğu, inandığı yönde çalışmalara giriştiği, kararlı davrandığı ve doğru bildiğinden şaşmadığı hemen göze çarpmaktadır. Bir de bunlara ek olarak, Pir Sultan’ın aşıklık geleneğine ilişkin çok açık biçimde öne çıkan yetenekleri göz önüne alındığında, neden hiçbir zaman unutulmadığı, dahası anıldıkça toplumun canını acıtan, yüreğini kanatan derin bir yara olduğu kolaylıkla anlaşılır.
Deyişlerinden anlaşıldığı kadarıyla Pir Sultan’ın geniş ilişkileri olduğu, belli bir dergah eğitiminden geçtiği, uzak yerlere -dergah ve zaviyelere- gidip geldiği açık. Dolayısıyla Pir Sultan köy sınırları içine sığmayacak kadar geniş, derinliği olan bir aşık. İlişkilerini, düşünce, duruş ve davranışını bu bakımdan ayrıca değerlendirmek gerek.
Pir Sultan Abdal’ın yüzyıllara yayılan etkinliği, güncel olanı söylerken tarihsel olanı, bireysel olanı söylerken toplumsal olanı yakalamasının göstergesidir. Konuya başka bir açıdan yaklaşacak olursak, deyişlerinin yüzyıllar geçmesine karşın güncelliğini yitirmeyerek günümüzde bile -sanki günümüzde söylenmişçesine- canlılığını korumasının nedeni nedir? Bunun, o dönemde ortaya çıkan söylem ve dileklerin, bastırılan, kesintiye uğrayan ve örselenen düşlerin günümüzle örtüşerek, toplumun özlem ve beklentilerine denk düşmesinden kaynaklanan bir durum olduğu açıktır. Kısaca betimlenecek olursa, Pir Sultan’ın özlemi, hak-adalet, bolluk-bereket ve kırılmadan-ezilmeden, barış içinde bir arada yaşama özlemidir. Bu özlem, insanlığın her dönemdeki özlem ve istemlerine denk düşen bir boyutttur.
Savunduğu değerler dünyası, Pir Sultan’ı yüzyıllar boyunca böylesine etkili kılan, onun duruş noktası ve dünyaya bakışıyla ilgili bu değerlerdir. Demek ki, bu değerler yüzyıllar sonra bile insanları sürüklemekte, bu söylemin derinliğinde insanlar, “insan sıcaklığı”nı, insan benliğini kavuran acılarla birlikte, kendi özlem ve dileklerini bulmaktadırlar. Böyle bir durum, psikolojik olarak insanların umutlarının yenilenmesini ve canlılığını korumasını sağlayıcı bir motivasyon yaratmaktadır.
Alevi-Bektaşiler kendi “yol”larındaki insana dönük hoşgörü ve saygının enginliğini/derinliğini anlatmak için, “bütün tavlalardan boşanan bizim tavlamızda eğlenir; fakat bizim tavlamızdan boşanan eğlenecek yer bulamaz” derler. Bu hoşgörü anlayışıyla şekillenen Pir Sultan’ın, deyişlerinde insanı sarmalayan, insanı yücelten ve değerli kılan -“yaratılanı hoşgördük, yaratandan ötürü” diyen- bir yaklaşım öne çıkar. Bu kolaylıkla anlaşılmayı ve halkla bütünleşmeyi sağlayan önemli bir düşünsel açılımdır.
Adı, acı ve hüzün, direniş ve “hakça düzen” istemiyle özdeşleşen Pir Sultan Abdal’ın “çok keramet var insanda” anlayışıyla ördüğü deyişlerinde yavanlık olmadığı gibi üst düzey bir olgunluk, düşünsel birikim ve söylem hâkimdir. Haksızlık ve kıyımlara karşı boyun eğmeyen tavrı, korkusuz söyleyişi ve direnci, kullandığı sözcük ve yarattığı güçlü imgeler; duyguyu, coşkuyu, umudu ve acıyı içinde saklayan ince ve derin bir duyarlılıkla, bu deyişlerde hemen kendini belli eder. Aslında Pir Sultan’ın deyişlerinde yoğun bir renk olarak karşımıza çıkan “Hak-Muhammet-Ali” motifi de bu bağlamda insanı kutsayan, bütün değer ve yaklaşımların temel noktası haline getiren “hakça düzen”e yönelik algılamanın simgesel boyutlu yansımalarından biridir. Alevi-Bektaşi yolağındaki yoğun motiflerden biri olan bu “üçleme”ye yalnızca Alevi-Bektaşi öğretisinde değil, başka inanç sistemlerinde de rastlanmaktadır. Konu değişik boyutlardan irdelendiğinde Alevi-Bektaşi düşünce dünyasındaki bu üçlemenin, bir anlamda “Hak ile Hak olma” anlayışının, -diğer bir deyişle olgunluk ve kemâl aşamalarına, yani dördüncü kapı olan “hakikat”a ulaşmaları bağlamında “Hakk”ın Muhammet-Ali’de tecelli ettiğini ve ikisinin bir kişiliği yansıttığını ve Ali’nin doğruluğu, Hakk’ı, adaleti temsil ettiğini vurgulayan anlayışın- değişik bir söylemi/yansıması olduğunu söylemek gerekir. Bu nedenle bu düşünce sistemi içindeki “Ali tasarımı”nda, “erişen-ulaşan, saklayan-bekleyen”, “çağrılan yere yetişme, mazlumları koruma, dara düşmüşleri dardan çıkarma” motifi yaygın bir şekilde görülür.
Pir Sultan’ın deyişleri ve uzun bir döneme yayılan direnişine bakıldığında, düşünsel duruşu ve eyleminde ödün vermez bir tutum gözlemlenmektedir. Bu tutum, sistemle uzlaşma ve işbirliğine açık kapı bırakmıyor. Daha önceki baskılar ve söylencelere göre, tüm teklif ve dayatmalara karşın Pir Sultan’ın Hızır Paşa karşısındaki direnci de bunu kanıtlıyor. Bu konuda günümüze kadar gelen işbirliği tekliflerine ilişkin söylenceler de büyük bir olasılıkla gerçeği ifade ediyor olmalı. Çünkü Osmanlı toplum düzeni içinde örneğine çok rastlanan bu türden ilişki ve teklifler -bir bakıma pasifize etme, etkinlik alanlarından uzaklaştırma girişimleri- yadırganacak bir durum değildir. Aslında bu noktada, çoğu zaman inançsal kalıplar içerisinde ifade ediliyor olsa da, bu örtünün altındaki gerçeklik ve istemler, kuşkusuz Pir Sultan’ın duruşu ve direnişinin arka boyutunu aydınlatmaya yetecektir. Çünkü o dönemin tarihsel ve toplumsal koşulları, değerler dünyası ve gelişmişliği içerisinde başka bir ifade biçimi de mümkün olamazdı. Sonuç olarak şekli ne olursa olsun, bu ifade biçimi, örtünün altındaki nesnel gerçekliği -buna sınıfsal boyutlu gerçeklikte denilebilir- yakalamaya/anlamaya engel değildir. Bu anlamda olaya, kendi koşulları içersindeki bir yaklaşımın, çelişki ve çatışmaların geri plan ve kökenini kavramayı kolaylaştıracağı açıktır.
Çalışmalarımız sırasında sıkça gördüğümüz üzerinde durulması gereken önemli bir durum da Pir Sultan’ın deyişlerinin birçok çeşitlenmesine rastlanmasıdır. Bu noktada deyişlerin aslını, değişmemiş olanını bulmaya çalışmanın altından kalkılması neredeyse mümkün olmayan bir iş olduğunu öncelikle belirtmekte yarar görüyoruz. Doğrudan Pir Sultan’ın kendisinden ya da en azından yaşadığı dönemden elimize konuyu aydınlatacak yazılı kaynaklar ulaşamadığına göre, sözlü kültür geleneğinin egemen olduğu yüzyıllara yayılan süreç içerisinde bu çeşitlenmeleri doğal karşılamak gerekir. Sözel geleneğin baskın olduğu toplumda, doğası gereği başka türlüsü de mümkün olamazdı. Ayrıca bu çeşitlenmelerin aşıktan kaynaklanıp kaynaklanmadığı da kesin olarak belli değil. Fakat bununla birlikte bu çeşitlenmelerde çoğunlukla dize ve sözcük değişimi olsa da, söyleyiş ve biçimsel özelliği, düşünsel örgüsü ve kurgusuyla deyişlerin ana dokusunun hiçbir zaman bozulmadığı görülmektedir. Bu yargıya, gerek Pir Sultan’ın, gerekse başka Alevi-Bektaşi aşıkların binlerce deyişinden oluşan elimizdeki kapsamlı birikimi gözeterek vardığımızı belirtelim. Tanıklık edenler bilir ki, özellikle Alevi törenlerin bir parçası olan ve kuşaktan kuşağa -kutsal emanet gibi- aktarılan deyişlerde, ana dokunun bozulması kolay, -hatta mümkün- olmayan ve gelenek içinde yadırganan bir durumdur. Bu nedenle bütün çeşitlenmeleri gözeterek Pir Sultan’ın deyişlerinin ve onu çevreleyen koşulların çözümlemesini yapmak yerinde bir tutum olacaktır.
Bu bakımdan bir değerlendirme yaparken, “Pir Sultan’ın eserini en güzel açıklayacak sözcük ‘imece’dir. Onun şiiri… imece ile dokunmuş bir halk kumaşıdır.”1 gibi bir yaklaşımla Pir Sultan’ın deyişlerini büyük ölçüde halkın yarattığı algılamasına yol açmak bize göre isabetli bir tutum değil. Elbette sözlü kültür geleneğinde değişim kaçınılmaz. İnsan belleğine, sözlü taşıyıcılara dayalı değerler olmasından dolayı eklemeler, çıkarmalar, değiştirme ve atlamalar pekalâ olası. Fakat bunlardan yola çıkarak Pir Sultan’ın deyişlerini halk düzdü, koştu gibi bir anlam çıkarmak, bir anlayışa varmak isabetli bir yaklaşım olmasa gerek. Kaldı ki, Pir Sultan’ın deyişleri içerisinde biz bu durumun önemli bir ağırlık oluşturduğu kanısında da değiliz. Bu düşünceye uzun araştırma ve incelemelerimiz sonunda bütün çeşitlenmeleri sözcük sözcük, dize dize karşılaştırmalı inceleyerek vardığımızı da ekleyelim. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, özenle incelendiğinde, sözlü gelenekte değişime, yer yer bozulmaya uğrasa da temel kurgu, düşünsel örgü, söyleyiş biçimi ve ayakların nerdeyse hiç değişmediği, hatta özenle korunduğu, dizelerde anlam yükü ve uyumun fazlaca sarsılmadığı görülüyor. Derlediğimiz deyişler -ki çeşitlenmeleriyle birlikte bini aşkın deyiş- içerisinde bunun yüzlerce örneğine rastlamak olanaklı. Bu bakımdan katmalar ayıklandığında deyişlerden hangisinin Pir Sultan’a ait olup olmadığı konusunda net bir değerlendirme ve seçim yapmak, yaklaşık bir ölçü oluşturmak zor bir iş değil.
Burada önemli bir durumu daha belirtmekte yarar görüyoruz. Uzun araştırmalarımıza dayalı belge ve bilgilerin sunduğu verilerden çok açık anlaşılmaktadır ki, bugüne dek iddia edildiği gibi Pir Sultan’ın 1547’lerde ya da 1589-90’da asıldığını söylemek pek olanaklı değildir. Çünkü Pir Sultan’ın yaşamını 1547 sonrasına -özellikle 1560’da Rum/Sivas Beylerbeyiliği’ne atanan Hızır Paşa dönemine- taşımak için elimizde bir hayli veri bulunmaktadır. 1589-90’lara taşımak için ise zorlamalar dışında herhangi bir net verinin bulunmadığı açıkça görülmektedir. Konuya ilişkin ilk araştırmayı yapan kimi yazarlarda bütün olasılıkları değerlendirerek, ne zaman asıldığı konusunda net bir belirleme yapmamalarına karşın Pir Sultan’ın Şah Tahmasp döneminde asıldığını ve Pir Sultan’ın asılma tarihini 16. yüzyılın son çeyreğine taşımanın mümkün olmadığını söylemektedir.2Ayrıca yine aynı araştırmacılar tarafından, Pir Sultan’ın deyişlerinde “Urum’a birkaç kez yürüyüş yapan” kuvvetli bir şah -ya da daha doğru bir deyimle şahlara- vurgu yapıldığı belirtilmektedir. Bu araştırmacıların, Şah Kalender isyanından habersiz görünmelerine ve Pir Sultan’ın yaşamındaki yerini “es” geçmelerine karşın, eldeki verilerden hareketle, bize göre bu yürüyüşü yapanlardan biri, 1527 yılında isyan edip “Urum’a yürüyüş eyleyerek” Rum eyaletini bir anlamda “hallaç pamuğu” gibi atan Şah Kalender; diğeri Şah İsmail’den sonraki Safevi devletinin güçlü hükümdarı, Çaldıran sonrası örselenen umutların yeniden dirilmesine vesile olan, Anadolu’daki Kızılbaş halifelerle ilişkileri sürekli canlı tutarak, bu anlamda Osmanlı yöneticilerini hükümdarlığı süresince her zaman tedirgin eden Şah Tahmasp’tır.
Bu konuda -tespit ettiğimiz yeni Hızır Paşa’ya ilişkin- daha önce bazı bulgular elde edilmese bile, mevcut bilgilerden yola çıkarak konu çeşitli açılardan değerlendirildiğinde, Pir Sultan’ın “siyaset edilmesi” el yordamıyla da olsa aşağı yukarı 1560’lı yıllara denk geliyordu. Diğer bir deyişle verilerin ağırlıkla düğümlendiği dönem bu tarihti. Fakat 1560’lı yıllarda Sivas/Rum eyaleti beylerbeyi bir Hızır Paşa’nın varlığı bilinmediğinden, sorun bu noktada tıkanıyor ve çözümsüz kalıyordu. Çünkü hangi boyuttan bakılırsa bakılsın Hızır Paşa konusu ister istemez öne çıkıyordu. Bu anlamda bu yeni Hızır Paşa’nın tespitinin bu çözümsüzlüğü büyük ölçüde ortadan kaldırdığını söylemek olanaklıdır, diyebiliriz. Yine bu verilerden yola çıkarak belirtelim ki, Pir Sultan idam edildiğinde yaklaşık altmış beş ile yetmiş yaş arasında olmalıdır. Diğer bir deyişle, bu kaynakların topluca değerlendirmesinden hareketle Pir Sultan’ın ileri yaşlarda idam edildiği söylenebilir.
Araştırma ve incelemelerimiz sırasında öncelikle Mühimme defterlerinde, 1560’lı yıllarda Sivas Beylerbeyiliği yapan yeni bir Hızır Paşa’yla ilgili, birçok konuya açıklık getirmemize yarayan kesin belgelere rastlamamız ve diğer bulgularımızla birlikte Pir Sultan’ın deyişlerinin harmanlanmasından elde ettiğimiz sonucun, sorunu büyük ölçüde başka bir alana taşıdığını ve çözdüğünü gördük. Bununla birlikte, -sözgelimi Pir Sultan’ın asılmasına ilişkin idam fermanı gibi- bazı konuları kesinliğe kavuşturucu kimi belgeler bugün için elde edilemese de, ileride bunların da elde edilebileceğini, yeni bulgularla birlikte bazı konuların daha açık bir şekilde çözüme kavuşturulacağını düşünüyoruz. Ayrıca Pir Sultan’ın musahibi olduğu söylenen Ali Baba’nın 1574’de ölmesi de konuyla ilgili değerlendirilmesi gereken bir başka durumdur. Bu gerçeklik söylencelerle bir arada değerlendirilecek olursa, Pir Sultan’ın bu tarihten önce asıldığı ayrıca kesinlik kazanır ki, bu durum da bulgularımızla uyum içindedir.
Osmanlı döneminde, sistemin bu geleneksel yapısıyla çatışmalı bir konum sergileyen Alevi-Bektaşi toplumu içinde, duruş noktası ve ödün vermez tavrıyla yer yer değindiğimiz gibi tartışmasız öncü bir kişilik olan Pir Sultan Abdal, kendi döneminde ve sonrasında da etkili bir kişiliktir. Osmanlı yöneticilerinin husumetini üzerine çekmesinin nedeni de kuşkusuz bu kişiliğidir. Çeşitli dönemlerde etkili ve saygın kişilere yönelen Osmanlı yönetimi, onlara saldırıyla birlikte belki direnç noktalarının kırılacağını, toplumsal muhalefetin sindirileceğini ve toplumun, sistemin yapısına uygun bir biçimde dönüştürülebileceğini hesaplamasına karşın, yaşanan somut gelişmenin bu hesaba hiç uymadığı ve hiçbir dönemde toplumsal direnişin bütünüyle bastırılamadığı görülmektedir. Pir Sultan ve benzeri olaylar, bu durumun yalın ve çarpıcı örnekleridir.
Deyişlerinden ve davranışlarından ya da diğer bir deyişle söyleminden ve eyleminden anlaşılıyor ki, Pir Sultan çok boyutlu, sözünü sakınmaz güçlü bir aşık. Dolayısıyla dönemin toplumsal ilişkileri ve gelişmelerinden bağımsız olarak bu çok boyutlu ve güçlü kişiliği değerlendirmenin eksik ve yetersiz kalacağı açıktır. Bu anlamda onun derinliğine ulaşabilmek için öncü ve etkin bir aşık kişiliğiyle birlikte dönemin toplumsal, ekonomik ve siyasal yapısını da çok iyi çözümlemek ve olayların birbiriyle bağlantısını iyi kurmak gerektiği, açık biçimde görülmektedir. Ayrıca Pir Sultan’ın oluşturduğu değerler dünyasının bir parçası olan ilişkiler ve sergilediği davranışlar, yaşamında belirleyici dönüm noktaları olmuştur. Hacı Bektaş tekkesiyle ilişkiler ve çevresinde gelişen olaylar ve eylemler, bunlardan özellikle Şah Kalender ve eylemiyle ilişkisi ve sistemle yaşadığı gerginlik, Şah İsmail, Şah Tahmasp ve Safevilerle yönelik eğilim, yaşanan toplumsal “travma”lara bağlı olarak ortaya çıkan sıkıntı ve bunalımlar, bu durumun açık örneğini teşkil etmektedir. Bu durum karşısında ayrıntılı inceleme ve değerlendirmelerin gerekliliği, doğal olarak kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Burada değinilmesi gereken bir durumda Pir Sultan’ın deyişleri içinde önemli bir yoğunlukta “Ali” ve “On İki İmam” motifinin görülmesidir. Bu noktada özellikle bir boyutu bilince çıkarmakta yarar var sanırım. O da şudur: İnsanın yarattığı ve kutsadığı değerlere yaslanarak umudunu koruması, özlem ve inancını güçlendirerek yeni bir dünya kurgulaması ve dayanma gücünü, direncini ayakta tutması en temel özelliklerinden biridir. Bu motiflerin deyişlerde bu yoğunlukta yansımasının önemli bir nedeni olarak sanırım bu gerçekliğe vurgu yapmakta yarar bulunmakta.
Pir Sultan’ın deyişlerinde yine yoğunlukla yansıyan ve üzerinde durulmasında yarar gördüğümüz önemli motiflerden biri de “Şah” ve “Mehdi” gibi “kurtarıcı simgesi” olarak niteleyebileceğimiz ve “Pir”, “Mürşid” gibi öncüleri işaret eden motiflerdir. Pir Sultan’da geçen bu simgesel motifler Hz. Ali ve Hüseyin’den Safevi devletinin kurucusu Şah İsmail, oğlu Şah Tahmasp ve 1516-1527 yılları arasında Hacı Bektaş postnişini olan ve 22 Haziran 1527 yılında Nurhak Dağları – Başsaz Yaylasında katledilen Şah Kalender’e kadar geniş bir yelpazede çeşitlilik gösterir. Konuya ilişkin çalışmamızda uzun uzun irdelediğimiz gibi, Pir Sultan’ın kişiliğine etki eden en önemli gelişmelerden biri ise aktif ve etkin kişiliğiyle öne çıkan Şah Kalender’in isyanıdır. Bugüne dek gölgede kalan ya da görmezden gelinen bu gerçekliğin yine çalışmamız içerisinde belgeler ve diğer tarihsel verilerle birlikte uzun uzadıya açıklaması yapılmıştır. Özet olarak bu yansımalarda yansıtıcının -yani Pir Sultan’ın- iç evrenini, özlem ve eğilimlerini, kuşatılmışlığını ve gerilimlerini büyük ölçüde izlemek olanaklı.
Genel olarak Pir Sultan Abdal’da “Şah”, “Mehdi” kavramları kurtarıcıları; “Pir”, Mürşid”, “Rehber” kavramları ise doğru yola ve olgunluğa -yani kemâlete ve Alevi-Bektaşi düşünce dünyasında adım adım geçilen aşamalara- taşıyıcıları simgeler. Bu temel kavramlar Alevi-Bektaşi öğretisi içerisinde de önemli yer tutar. Bu nedenle bu kavramların sık sık yinelenmesi, deyişlerin etkisini azaltmadığı gibi ağırlıkla imgeleri güçlendirici, söz etkinliğini artırıcı bir işlev görür.
Pir Sultan Abdal’ın, baş eğmez, özünü saklamaz, sözünü sakınmaz, baskı ve kıyımlar karşısında ödün vermez tutum ve davranışının, yöneticileri ister istemez ürküttüğü ve endişeye düşürdüğü anlaşılmaktadır. Asılması olayının köken ya da arka planındaki önemli boyutlardan biri de, sanırım bu tedirginlik olmalıdır. Osmanlı sisteminin oturduğu düşünsel zemine göre Pir Sultan “reayadan biri”dir. Reayanın kendini farklı kılan, bilince ve sistemi sorgulamaya taşıyan değerlere yönelmesiyse yönetimi elinde tutanların en çok ürktüğü/korktuğu konuların başında gelir. O nedenle bu türden gelişmelerin ne pahasına olursa olsun engellenmeye çalışıldığı görülmektedir.
Ezilen toplumsal kesimlerin özlemler dünyasını besleyen, umudunu dirilten ve direncini güçlendiren böylesi dirençli bir tutum, sistemin oturduğu düzlem ve bu düzlemi besleyen düşünsel şekillenme açısından doğal olarak bir “tehlike” oluşturur. Bu anlamda Pir Sultan’ın eylemini ve söylemini kendileri için tehlike sayan yönetici kesimler, onu idam ederek ortadan kaldırma yoluna gitmişlerdir. Fakat bugün somut durumdan yola çıkarak değerlendirdiğimizde, sistemin bütün çabasına karşın -geleneksel kulluk anlayışının bir parçası olarak-, hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran, farklılıklara yaşam hakkı tanımayan, dönüştürmeye, yok etmeye ve sindirmeye yönelik bu uygulamanın istenilen sonucu vermediği görülmektedir.
İnsanın gerek birbirine, gerekse doğaya karşı savaşımı, tarihin her döneminde kesintisiz süregelmiştir. Bu çelişki ve çekişmenin seyri, özgürleşme, eşitlik ve adalet istemiyle orantılı bir durumdur. Yöneticilerin uygulamaları “sisteme göre meşru” bir zemine kaydırılarak, bu çekişmenin Osmanlı döneminde de karşıtlar arasında çeşitli şekillerde sürdüğü görülmektedir. Önce bir durumu açıklamak gerekirse, bir sistemde yasa ve düzenlemeler, sistemin ömrünü uzatmak, düzeni elinde tutanların egemenliğini pekiştirmek, çıkarlarını korumak ve kollamak gibi bir işleve sahiptir. Bütün düzenlemeler esas olarak egemen olanların istem ve çıkarları doğrultusunda şekillenir. Bu bağlamda, bu yapının karşısına çıkan kesimlerin “suçlu” duruma düşmesi yadırganacak bir durum değildir. “Suç”un niteliğine uygun yaptırımlar da ister istemez bu sisteme ve çıkarlar ilişkisine göre şekillenir. Pir Sultan’ın içinden geldiği topluma ve kişiliğine yönelen “uygulama”ların, sistemin yapısı ve düşünsel geri planıyla uygunluk içinde olduğu açık bir şekilde göze çarpmaktadır. Olay, meşruluk açısından değerlendirildiğinde ise her eylemin kendi koşulları içerisinde meşru olduğunu unutmamak gerekir. Nasıl ki, bulunduğu düzleme uygun olarak Osmanlı yöneticilerinin hak ve özgürlükleri tanımayan, adaleti gözetmeyen davranış ve tutumları sistem tarafından meşru sayılıyorsa, bu uygulamalar karşısında direniş ve savunma da o denli meşruiyet kazanır. Bu durumda ister istemez sistemin oturduğu zemin, “yasal düzenleme” ve uygulamaların meşruiyetinin sorgulanması gündeme gelir. Pir Sultan’ın ve içinde bulunduğu toplumun savunma ve direnişinin de bu bağlamda, kendi koşulları açısından meşruiyetini görmekte yarar bulunmaktadır.
Bu çekişmeler içinde kimi zaman taraflardan biri bastırılsa ya da çelişki durgun bir seyir izliyor olsa da, karşıtlar arası ilişkide amaç ve öngörüler her zaman birbirine aykırıdır. Kimsenin ezilmediği, emeğin talan edilmediği adil, eşitlikçi ve barışçıl bir düzen özlemi Alevi-Bektaşi dünyasında her zaman baskın bir özlem olagelmiştir. Bu nedenle, yapılanması dengesizlik, baskı ve talan üzerine kurulu bir düzende amaçlar arası uzlaşma sağlamak mümkün değildir. Dolayısıyla sistemin yapısal özelliklerinden dolayı Pir Sultan’ın düzenden beklentilerinin şiddetle karşılanması, kimi zaman üst düzeyde, kimi zaman düşük yoğunluklu saldırılarla sesinin-soluğunun kesilmeye çalışılması olağandır. İnsanın büyük evrimler yaşayarak doğanın efendisi olmasından sonra bu kez kendi aralarında “efendilik savaşı” başladı. Bu efendilik/egemenlik savaşımında Pir Sultan Abdal, Anadolu coğrafyasında “efendiler”e karşı direnişin, etkinliği giderek artan önemli bir simgesel örneğidir. Bu nedenle adının bugün bile bazı kesimlerde rahatsızlık, hatta “öfke ve tepkiler” yaratmasının şaşılacak bir yanı yoktur.
Karşıtlar arası ilişki, kaygan bir zeminde bulunan, kırılgan bir ilişkidir. Bu ilişki içerisinde sistem bir tarafın çıkarına ve zihniyet dünyasına göre yapılanır; bu yapılanmanın ardından insanın üzerine ne denli çok varılır, özgürlükler budanır ve ağır baskılarla birlikte yaşama hakkına ne denli çok müdahale edilirse; insanda direnme eğilimleri o oranda yükselir ve dışa vurur. Diğer bir deyimle devlet aygıtını elinde tutanlar, bunu toplumsal bağlamda denge sağlayıcı, uzlaştırıcı ve güven ortamı yaratıcı bir unsur olarak kullanma yerine; bastırma, egemenlik ve çıkar sağlama yönünde bir baskı unsuru olarak görür ve kullanırlarsa, toplumsal kesimler arası kırılma, yabancılaşma, kopuşlar ve ardından karşı karşıya gelme ve direnişler kaçınılmazdır. Bu boyut Pir Sultan’ın dizelerinde şöyle yansır: “İki kardeş karşı karşı salındı / Ciğerciğim delik delik delindi…”
Bu “karşı karşıya gelme”lerden Pir Sultan’ın yaşadığı derin acıyı, anlaşılıyor ki, gözünü ve kulağını halkın çığlıklarına kapayan Osmanlı yöneticileri yaşamamıştır. Bu anlamda halkın “hünkâr sağır olmuş ünümü duymaz” sözü, herhalde boşu boşuna söylenmiş bir söz değildir. Böyle bir ezme/bastırma, çığlıkları duymazdan ve görmezden gelme, bağnaz ve katı bir düşünsel yapılanma ile buna uygun olarak şekillenen tek yönlü koruma ve kollama, aslında bir anlamda “toplumsal kışkırtma”yı da içerir. Bundan sonrası ise doğal olarak çatışma ortamıdır.
Çatışma, karşıtlar arası çelişkinin varılabileceği en üst noktadır. Bu anlamda bu noktada sorumlu olarak, insanı bu duruma -bu karşı duruşa- iten koşulları ve yapılanmasıyla bu durumun yaratıcısı olan sistemi özellikle sorgulamak gerekir. Direnişlerin boyutları ve şekli ise her zaman değişebilir. Kimi zaman pasif biçimde ortaya çıkan direnişler, koşullara göre kimi zaman aktifleşebilir. Bunun boyutunu önceden kestirmek ve belirlemek zordur. Pir Sultan’ın yaşamı içerisinde de bu boyutlar çeşitli şekillerde görülmektedir.
Farklılığın yoğun olduğu, dengelerin büyük önem taşıdığı toplumlarda ilişkiler, duyarlılık ve özen gerektirir. Oysa ki, duyarlılık ve özen bir yana, rüzgâr her demde bildiği gibi eser, kılıç her demde bildiği gibi keser ise, elbette toplumsal kesimler arasında büyük uçurumların yaşandığı; çürümüşlük, hoşgörüsüzlük, horlanma ve olumsuzlukların had safhaya vardığı bozuk, dengesiz bir yapı içerisinde, ezilen toplumsal kesimlerin olaylara bütünüyle duyarsız ve tepkisiz kalması düşünülemez. Kısacası düzen bir kez bozulduktan, kaynaşma başladıktan ve çelişkilerin uzlaşma zemini ortadan kalktıktan sonra sistemde yeniden dengeyi kurmak, güven oluşturmak, barışı ve toplumsal uzlaşmayı sağlamak kolay değildir. Dolayısıyla, bu koşullarda halkın deyimiyle “kaynar kazan kapak tutmaz.” Bu nedenle Alevi direnişinin temelini Osmanlı sisteminin hızla bozulan ve çürüyen yapısı ve saldırganlık siyaseti içerisinde aramak doğru olacaktır. Pir Sultan’ın şu dizeleri, çelişme ve baskılarla birlikte, içten içe biriken yoğun tepkileri anlatmaya sanırım yetmektedir. “Kimimiz dardadır kimimiz bunda / Kimi zulümatta kandadır kanda…” “Türkmen kalkıp yaylasına yürümez / Yıkılmış aşiret il bozuk bozuk” ya da “Geçmişim serimden korkmam ölümden / Münkir bilmez erenlerin yolundan / Yezit oğlu yezitlerin elinden / Çok demdir didardan kaldım erenler.”
İnsanlar, bir olgunun/yapının kendilerine karşı -kendi dünyaları içinde- ifade ettiği anlam ve algılamaya göre tavır/davranış sergiler. Başka bir deyimle olgunun, bireyin yaşamındaki yeri ve etkisi, tepki ve davranış biçimleriyle uyum halindedir. Bu noktada topluma giderek yabancılaşmış Osmanlı sisteminin, Pir Sultan’ın yoğun özlemler dünyası ve içinden geldiği toplum karşısında ifade ettiği anlam nedir? Bu sorunun yanıtı, tartışmasız, olayın önemli boyutlarından birinin anlaşılması ve aydınlanmasının önünü açacaktır.
Özgürlük, yaşama ilişkin değerleri ve koşulları düşünmek, sorgulamak ve kendini savunmakla başlar. “Sessizliğin sesi” olan Pir Sultan’ın söylemi ve çevresinde gelişen eylemler bu anlamda -Pir Sultan açısından düşünüldüğünde meşru bir zeminde- kendini savunma durumudur. Diğer bir deyişle, farkında olunsa da olunmasa da içsel özgürlüğün, yaşanan çelişki ve tepkilerin dışa vurumudur. Her eylem kendi yasaları içinde meşru olduğuna göre, olaya Pir Sultan özgülü ve Alevi-Bektaşi toplumu cephesinden bakıldığında, ortaya çıkan direniş ve talepler doğallıkla meşru bir zeminde durmaktadır. Ayrıca bu bağlamda ister istemez şu soru akla gelmektedir. Sistemini talan üzerine kuran, başkalarının ürettiği değerleri çeşitli yollarla -çoğunlukla zor yoluyla- elinden alan, farklı yaşam biçimi ve kültürel değerlere yaşam hakkı tanımayan bir zihniyetin neresi meşrudur? “Meşru olmak” yalnızca egemenlik aygıtını elinde tutmak anlamına mı gelir? Bu sorunun yanıtı, bazı konuların anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Üstelik Osmanlı yöneticileri bu meşruiyeti “din/inanç sistemi” üzerinden sağlamaya çalışmıştır.
Osmanlı sistemi, bütünüyle “kullaştırma” zihniyeti üzerine kuruludur. “Kul” ise başta sultan olmak üzere sistemi elinde tutanlar için yalnızca mal ve hizmet üretmekle yükümlüdür. Bunun dışında, kulluk dışı farklı bir görüntü sergileyecek ya da kendini “reaya” olmaktan çıkaracak hiçbir eylem ve davranış içine giremez. Etkin ve yönlendirici bir kişi olarak, kendine uygun görülene itiraz eden ve Osmanlı sisteminin kullaştırma zihniyetine teslim olmayan Pir Sultan’ın, ileri düzeyde bir bilinç birikimine sahip olduğunu, Alevi-Bektaşi öğretisi ve kaynaklarının da bu bilinci sürekli beslediğini söylemek gerekir. Tekke ve zaviyelerden, cem ayinleri, muhabbet toplantı ve törenlerine kadar birçok kurum, bu bilinç oluşumunda apaçık okul işlevi görür. Bu nedenle Osmanlı döneminde ısrarla merkezi sistemden kendini dışlayan Alevi-Bektaşi toplumunu, eğitimden ve öğretimden uzak, yalnızca aktarım yoluyla gelen sözel bilgilerle yetinen toplum olarak algılamak doğru değildir. Bu kültürün en temel kaynaklarından olan Alevi-Bektaşi şairlerindeki felsefi derinlik, “dört kapı – kırk makam” yoluyla yapılan aşama, ulaşılan bilgi ve olgunluk düzeyi, bu düşüncemizi kanıtlar niteliktedir.
Bu konuda üzerinde önemle durulması gereken bir boyut daha var: Alevi-Bektaşi düşünce dünyasında insanlar “özgür ve eşit canlar”dan oluşan bireylerdir. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Elbette, söylemini, düşünce ve davranışlarını böyle bir yapı içinde oluşturan, geliştiren ve olgunlaştıran, böyle bir düşünsel dünyadan soluklanan, aşıklık sanatında en üst düzeyi yakalayan Pir Sultan; Osmanlı sisteminin baskısına boyun eğemez, dayatılan “kulluk zihniyeti”ne teslim olamazdı. Alevi-Bektaşi toplumunun söylemiyle “mazlum-zalim” ikileminde, kıyıcılardan yana tavır alarak işbirliğine giremezdi. Bir başka deyişle kısacası, bu bilince ulaşan biri, kuşkusuz belki ser verir ama, koşulları gereği baskı ve talan odaklarını görmezden gelerek suskun kalamaz. Dolayısıyla böyle bir davranış biçimi Pir Sultan’ın doğası ve düşünsel şekillenmesiyle uygunluk içindedir.
İnsanlığın, özgürlük ve “insanlaşma” yönündeki uzun yürüyüş tarihi boyunca, çeşitli boyutlarda direniş ve çatışmalar her zaman yaşanmış ve yaşanacaktır. Belki kimi dönemler şekli ve ifade biçimi değişecektir. Ama varoluş koşulları ortadan kalkmadıkça direnişlerin bitmeyeceği, kimliğinden/benliğinden uzaklaştırma, kimliğini/benliğini yozlaştırma ve dönüştürme girişimleri, baskı ve dayatmalar karşısında mücadelelerin süreceği de bilinmelidir.
Kısaca söylenecek olursa, çekişme ve çatışmaların altyapısını hazırlayan, direnişleri yaratan; insanın içinde bulunduğu, kendisini çevreleyen tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullardır. Üretim ilişkilerinden, dengesiz gelir dağılımına, dayanılmaz boyutlara varan soygun ve sömürüden, can güvenliğini ortadan kaldıran baskılara dek çeşitli alanlara yayılan çelişkilerdir. Bir de bunlara üretime ve doyuma yetmeyen olumsuz doğa koşullarını ve geri kalmışlıktan dolayı kırsal alan/köylü toplumlarında yapılan üretimde verimliliğin sağlanamamasını, ayrıca bu yapıyla uygunluk içinde olan sistemin üzerine oturduğu ve bâtıni anlayışla bütünüyle çelişen düşünsel altyapıyı ve hoşgörü temelinde birarada yaşamaya kapılarını bütünüyle kapatan yaklaşım ve uygulamaları da eklemek gerekir. Bunlar toplumların dayanma/katlanma gücünü tüketen ve ister istemez kimliğini, yaşam hakkını savunmaya zorlayan unsurlardır. Alevi-Bektaşi toplumuyla Osmanlı sistemi arasındaki yaşanan çelişkinin özü aslında budur. Bu çelişki, aynı zamanda bu toplumsal çevrelerin kendini merkezi sistemden soyutlamasının ve Pir Sultan gibi önemli bir “simgesel şair”in “siyaset” edilmesinin de en temel nedenlerinden biridir.
Osmanlı sisteminin düşünsel altyapısını, ağırlıkla “Sünni İslam” olarak tanımlanan “Ortodoks İslami düşünce”nin oluşturduğunu yeri gelmişken bir kez daha belirtmekte yarar görüyoruz. Türkmen boyları, gerek geçmişinden taşıdığı toplumsal ve kültürel değerler, gerekse içinde bulunduğu üretim ilişkileri ve yaşam biçimi dolayısıyla kendi değerler dünyasına uymayan “Ortodoks İslami yapı”yı bir türlü benimseyememiştir.
Sazından, sözünden, töre ve törenlerinden vazgeçmeyen, daha da ötesi ortodoks sistemin “haram” saydığını “helâl” sayan, “helâl” saydığını ise kendine ait saymayarak şiddetle reddeden bu toplulukların, bâtıniliğin ve Safevi düşünsel yapılanmasının adı olan “Kızılbaşlık”tan oldukça derin bir şekilde etkilenmesi üzerine, Osmanlı yönetiminin, “devlet düşüncesi” haline gelen “Ortodoks İslam”ı “karşı düşünce sistemi” olarak daha yoğun ve daha da katı bir biçimde sahiplendiği ve toplumsal yaşamın her alanında dayanak yaptığı görülmektedir. Bu sahiplenmenin diğer adı Osmanlı vakanivüslerinden tarihçi Solak-zâde’nin deyimiyle, “dinin merasimlerini bozarak ve İslam şeriatının levazımını tezyif eyleyen… rafiziler, fesat ve haydutluk erbabı dinsizler ile… bâtıl mezhep ve âtıl itikadllara, bir bölük kötü yollu dinsize” karşı savaştır. Yine Osmanlı vakanüvislerinin tanımlama biçimi, Kızılbaş toplumuna tepkisel yaklaşım ve bakışın tipik bir örneğini oluşturmaktadır. Sözgelimi, yine 16. yüzyılın önemli vakanivüslerinden Celâlzâde Mustafa’nın Kızılbaşları tanımlama ve sunma şeklinin karşıtlık, kin ve düşmanlığın boyutunu sergilemeye yettiği, sanırım rahatlıkla söylenebilir. Bu tanımlama şöyledir: “Tâ’ife-i evbâş-i Kızılbaş, mezâhib hirâş, fırkâ-i hûn- pâş ve din- tirâş ve rafz- faş…” (günümüz diliyle ‘bozuk mezhepliler, kan döken topluluk, dini saptıran, inanç bozukluğu belli olan rezil Kızılbaş toplumu’…)
Barışçıl, eşitlikçi, insanı kutsayan ve hakkı/adaleti temel alan anlayışıyla, kendine özgü bir yapılanma olan “Kızılbaşlık İnancı” ve içerdiği motifler, kimi araştırmacılar tarafından günümüzde de “Anadolu’da itikadi burhan” olarak değerlendirilmektedir ki; kendine özgü özellikleri, töre ve törenleriyle “ortodoks inanç dünyası”na bütünüyle aykırı böyle bir yapılanmanın, sosyo-ekonomik ve kültürel temellerini görmezden gelerek, bu yönde bir değerlendirmeye gitmenin çok da isabetli bir yaklaşım olmadığını söylemek gerekir. Ayrıca bu bakış açısı, konuya “sapkınlık” boyutundan bakan anlayışla büyük ölçüde örtüşen bir yaklaşımdır. Bazı araştırmacılar ise, Alevi-Bektaşi yolağını kendi gerçekliği içinde değerlendirme yerine, temel değerlerinden kopararak, görüldüğü kadarıyla önkoşullanmanın etkisiyle, içeriğinden ne anlaşıldığı açıkça belli olmayan “Türkmen Sünniliği” gibi zorlama bir kalıbın içine sokmaya çalışmaktadır ki, ortodoks yapıyla Alevi-Bektaşi yolağını nesnel bir bakışla karşılaştıranlar, bu oluşumların her açıdan ne denli farklılıklar içerdiğini kolaylıkla görebilir. Bunlar, bir bakıma geleneksel koşullanmanın yansıması olan yaklaşımlardır.
Sonuç itibarıyla Pir Sultan, Anadolu Alevi-Bektaşi düşünce ve eylem dünyası içerisinde önde gelen bir kişiliktir. Günümüzde ise Pir Sultan’ın simge haline getirilmesinin toplumun savunma gücünü ve direncini besleyen unsurlardan biri olduğu ve bugün toplumsal kimlik tanımlamasında Pir Sultan’ın önemli bir yer tuttuğu görülüyor.
Sözümüzü bağlarken bir kez daha altını çizerek vurgularsak, bütün boyutlarıyla Pir Sultan olayı ve savunduğu değerler dünyası, insanlığın özgürlük ve insanlaşma yönündeki uzun yürüyüş tarihinin bir parçasıdır. Bedeli acılarla ödenerek günümüze taşınan bu insancıl birikim, umarız ki, bu aşamadan sonra eşitlik ve adalet, dostluk ve barış kültürünün gelişiminde, saygı ve hoşgörünün egemen olduğu insancıl bir yaşam ikliminde gerektiği gibi değerlendirilir.
1 İlhan Başgöz, Pir Sultan Abdal ve Pir Sultan Abdal Geleneği, (Sabahattin Eyuboğlu, Pir Sultan Abdal, Cem Yayınları İst. 1977 içinde), Sayfa 11.
2 Bkz. Abdülbâki Gölpınarlı – Pertev Naili Boratav, Pir Sultan Abdal, DTCF Yayını, Ankara 1943, Sayfa 78-79.
2486 kez okundu.