Sürgün içinde sürgün…… (24 Nisan Anısına)
Bu makalede, günün anlamına uygun olarak, 24 Nisan’la anılan ve sonrasında bıraktığı izleri ve sağ olarak kurtulanlar üzerinden anı tazelemek olacaktır.
16 Kasım 1918’de İstanbul’da yayınlanan Şand gazetesinde Merujan Barsamyan geriye dönüp şunları yazıyordu: „Altı yıl daha geçti çektiğimiz çilenin üzerinden, altı kara yıl. Ve işte umumi harbin hiç de kritik olmayan bir döneminde, sürgün ediliyorduk, pardon, teh-cir e-di-li-yor-duk“.
Bu, o topraklarda, kendi döneminde eşi görülmedik bir başka „sürgün“dü. Ve 1918 yılına geldiğinde, İttihat ve Terakki hükümeti devrilip yerine başka bir hükümet kurulduğunda, dönemin önde gelen sözcüleri, ermenilere şunu öğütlüyorlardı:
„Suç eski kabinenindir, milletin değil. Ermeniler kendilerine yapılan haksızlıkları unutmalıdırlar. Bunun sorumlusu biz değiliz, Türkleri değil, sorumlu hükümettir.“
Evet diyordu yazar: „İşte bazı Türk gazeteleri ve resmi şahıslar böyle ifadeler kullanıyorlar. Bize yapılan haksızlıkları unutmalıydık, çünkü bizi katleden, viraneye çeviren ve zorla Müslümanlaştıran Türk milleti değildi. Yapılan haksızlıkları unutmalıydık, çünkü bireysel suçlardı bunlar. İşte böyle…
Bütün suç yöneticilerin omuzlarına yüklenmelidir. Katledildik, soyulduk, zorla Müslümanlaştırıldık, tecavüze uğradık ama öyle işte…
Bir milyon can verdik, bir milyon can..! Doğranmış, işkence edilmiş, hapishanelerde gırtlaklanmış, dağ başlarında açlıktan düşüp kalmış… Ve böyle böyle milyonlara bedel bir zenginlik elimizden sökülüp alındı; taşrada soldurulmamış kadın bırakılmadı… Ama hepsini unuttuk, çünkü tüm bunları yapan Türk halkı değildi.
Hükümetti. Çetelerdi…“
Bu satırları aktaran Merujan Barsamyan „kendi acımı anlatacağım, acımın o dehşetli hikâyesini…“ diyerek şunları yazıyordu 1918 yılında:
„Kendi acımı anlatacağım, acımın o dehşetli hikâyesini… Bir an durup dinleyin beni, sizin dudaklarınızdan da kan hikâyeleri damlıyor olmasına rağmen bir kulak verin. 1895‘te babam katledildi, halamı öldürdüler, amcamın çocukları zorla Müslümanlaştırıldı. Kimdi babamı katleden? Bir birey, bir çete… Ve nasıl katledildi?
Dili ve sağ eli kesilerek. Avukattı ve Müslüman arkadaşları başarılarına katlanamıyorlardı. Bir anda tüm maddi varlığımızı kaybetmiştik. Katliamdan sonra eve döndüğümüz ne bir kaşık bulabildik evde ne bir bardak, ne de bir mendil. Ahşap döşemeleri, pencereleri bile alıp götürmüşlerdi.
Ve unuttum; benim gibi her bir Ermeni unuttu kendi çilesini. Ne diyordu çünkü Türk gazeteleri ve resmi şahıslar: ―Suç eski hükümetindir, milletin değil. Ve unuttuk; değil mi ki Türk‘lerle yan yana yaşamak zorundaydık. Ve çilemizin, özgürce uçamayan çilemizin kanatlarını kendi içimizde bile kesip aldık.
Unuttuk, çünkü suç… Suç Hamid‘indi, eski rejimindi. On dört sene geçti, rejim değişti. Yeni Rejim. Artık anayasamız vardı. Ve hemen ardından korkunç ve dehşet verici Adana katliamı geldi.
Her Ermeni yine çile çekti, acıdan şapşala döndü. Milletçe yaşadığımız trajedi en müthiş eziyetleri, katliamları tecrübe etti. Mağduriyetimizi, çektiklerimizi tüm dünyanın yüzüne haykırdık; acı dolu feryatlarımızı işiten dünya kendi ekseni etrafında dönmeyi sürdürdü. Kimse bizimle birlikte gözyaşı dökmedi. Ve ben unuttum, hepimiz unuttuk yapılan barbarlıkları, verdiğimiz kayıpları. Suç güruhundu, çetelerindi. Unuttuk, çünkü başka şansımız yoktu.
***
Altı yıl daha geçti çektiğimiz çilenin üzerinden, altı kara yıl. Ve işte umumi harbin hiç de kritik olmayan bir döneminde, sürgün ediliyorduk, pardon, teh-cir e-di-li-yor-duk. Maruz bırakılmadığımız acımasızlık kalmıyordu. Entelektüellerimizin büyük kısmı yok oluyor, taşradaki bütün Ermenilik ölüyor, yitip gidiyordu. Maddi kayıpların lafını etmek ise komik kaçar bu durumda.
Ben kendi hesabıma, annemi, iki kız kardeşimi ve çocuklarını, amcamın üç çocuğunu ve onların erkek çocuklarını, yani tüm akrabalarımı kaybettim. Sürgün edilmelerinin üzerinden dört yıl geçti ve bu süre zarfında hiç haber alamadım. Ve benim gibi, her Ermeni sevdiklerinden birkaçını kaybetti.
Bu dehşetli hikâyeyi anlatmaya devam edebilir miyim? Kim soğukkanlılığını yitirmeden dinleyebilir bunları?
Yüreğim, şöyle bir yükselip dünyada gelmiş geçmiş herhangi bir tarihi katilin bile aklından geçmeyecek barbarlıkların yapıldığı yerlerin üzerinde süzüldükçe paramparça oluyor. Bu kadar kanın, bu kadar gözyaşının ardından nasıl yaşıyorum, nasıl yaşıyoruz, düşündükçe kalbim duracak gibi oluyor..!
―Suç eski hükümetindi, milletin değil… Çeteler yaptı her şeyi…
―Artık Ermeniler katledilmeyecek.
İşte böyle yazıyorlar yine Türk gazeteleri, ve böyle buyuruyor Osmanlı parlamentosunun başkanı…“ 1
İşte “büyük felaket”ten kurtulabilen ermeni aydınlarının omuzlarına, fiziksel olarak ortadan kaldırılan halkının trajedisiyle birlikte birde bu “unut” baskısına nasıl başedecekleri gibi bir yük daha biniyordu. Barsamyan şunları söylüyordu:
“Bizim Panteonumuz mermer sütunlar üzerinde yükselmiyor; toprak, taş ve kayadan oluşan sonsuz bir kütle o. Bizim Panteonumuzun ucu bucağı yok; ölümcül gölgeliği Erzurum‘dan Harput‘a, Diyarbakır‘dan Ankara‘ya, Konya‘dan Der-Zor‘a uzanıyor. Bizim Panteonumuz evren kadar geniş; sütunları ağıtlarımızdan, kubbesi tarifsiz acılarımızdan yapılmış. Günlerdir bu sayfa üstüne düşünerek aklımı zorluyorum.
Gözyaşlarıyla ve kederimin fırçasıyla, artık Geçmiş‘e ait olan o büyük şehitlerin yüzlerini çizmeyi başaracağım.
Uyuşmuş, darbe yemiş gibi bir hal içinde zihnim. Bugünlerde gazetelerin sayfalarını kızıla boyayan korkunç katl ve işkence hikâyeleri -evet hikâyeler, o kızıl hikayeler- ve tanıkların bizlere sunduğu o gerçek dışı, ağır ayrıntılar, üzerimde tarifi zor bir etki yaratmaya başladı. Düşüncelerim hastalıklı bir bilinçsizlik hali içinde yürüyor adeta.
Artık yeter… Bırakalım bu ayrıntıları. Duyduğumuz kudurmuş nefret, intikam duygusu ve tiksinti, felaketin efendilerini ve cürmün muhafızlarını kendi ağırlığında ezmek, boğmak için zaten haddinden fazla gürlüyor.
Öldürdüler Ermenileri; öldürdüler en iyi düşünürlerimizi; bu bile kâfi…
Nasıl olmuş, hangi günmüş, hangi biçimdeymiş, kimin elindenmiş, beni o denli ilgilendirmiyor. Bütün Anadolu devasa bir mezara döndü, Ermeni mezarlığına. Artık gidip kişilerin gömüldüğü çukurları bir bir aramaya gerek yok.
Hac yolcusu izler arayacak olsa da orada, nafile…
Ermenilerin külleri her yerde, hayattaki her Ermeni‘nin kalbinde… ”2
O yılların önemli gazeteci ve yazarlarından Yenovk Armen, Şant‘ın ilk sayısında yayımlanan Hay Khoskin (Ermeni Sözüne) başlıklı yazısında şöyle yazar:
“[…] Fakat bizden, bu yeni Mülteciler grubundan kimse asla tüm sarsıcı dehşetiyle yazamayacak korkunç Felaket‘i (Ağed). Ne Homeros, ne Virgilius, ne Dante, ne Naregatsi, ne Varujan ne de Siamanto bu yeni Çarmıha Geriliş‘i yazabilecek kelimelere sahiptir. Ey Dil, her tür dehşetin ve çığlığın, her türlü gürlemenin ve tatlı melodinin enstrümanına hâkim olan engin okyanus, Yazıcılık manastırını tütsüleyen korkutucu fırtınadan sağ kalan putperestlerimize gücünün en sağlam, en yaratıcı nefesini ver, ver ki hep birlikte telafisizce kaybedilen büyük şehitlerin takımyıldızları hayatını anlatan ve Geleceğin ufuklarından doğan yeni Güneşi kutsayacak olan Irkın büyük yas öyküsünü söyleyebilsinler.”3
Görünen o ki Yenovk Armen‘in, Merujan Barsamyan‘ın ve muhtemelen dönemin başka birçok isminin beklediği, sıradan bir yazardan farklı, yaşananları kâğıda dökecek kalemlerin çıkmasıdır.
***
Asıl ismiyle Adom Yarcanyan. Kuyumcu Hovhannes Yarcanyan ve Nazeni Yarcanyan‘ın ilk çocuğu olarak diğer iki erkek kardeşi, eşleri, çocukları ve anneleriyle birlikte aynı evde yaşıyorlardı. Baba Yarcanyan işi sebebiyle sık sık İstanbul‘a yolculuk ediyor, onun yokluğunda aileyi çekip çevirmek nine Heğine Yarcanyan‘a kalıyordu.
Adom dahil ailedeki çocukların en büyük akşam eğlencesi, usta bir masal anlatıcısı olan ninelerinin anlattığı hikâyeleri ve efsaneleri dinlemekti. Kadınlardaki bu sözlü edebiyat geleneğine yatkınlık, ailenin çocuklarının yaratıcılığına küçük yaşlardan itibaren etki eder. Kardeş çocuklarının en büyüğü olan Adom ilk şiir denemelerini henüz 9-10 yaşlarındayken yazmaya başlar. Nersesyan Okulu‘ndaki öğretmeni ünlü etnolog ve rahip Karekin Srvantzdiyants (1840-1892), Adom‘un bu ilk denemelerini takdir etmiş, kendisine öykülerinden birinin kahramanı olan Siamanto‘nun adını, mahlas olarak kullanması için armağan etmiştir.
Yarcanyan ailesi 1891 yılında İstanbul‘a göç eder. Siamanto burada Üsküdar‘daki ünlü Berberyan Okulu‘na kaydolur. 1894‘te taşradaki Ermeni nüfusu vuran ilk Abdülhamid pogromları dalgası patlak verir. Baba Hovhannes Yarcanyan pogrom haberleri İstanbul‘a ulaşınca endişelenir ve halen Eğin‘de yaşamakta olan annesi Heğine‘yi, kız kardeşi Nartuhi‘yi ve evli kızı Azniv‘i ailesiyle birlikte İstanbul‘a getirmenin yollarını aramaya başlar. Ne ki 1895‘e gelindiğinde Eğin‘in Ermeni nüfusu da yaşanan pogromdan payını alır. Siamanto‘nun kız kardeşi Azniv, 22 yaşındaki kocasının gözleri önünde katledilmesine tanık olur. Yarcanyan ailesinden geride kalanlar Eğin‘deki tüm mal varlıkların kaybederek İstanbul‘a göç ederler.
Ailenin İstanbul‘daki üç çocuğu, Siamanto, Vahan ve kız kardeşleri Armenuhi, başta kardeşleri Azniv olmak üzere Eğin‘den gelen akrabalarının anlattıkları acı ve dehşet hikâyeleriyle sarsılırlar. 1896, Abdülhamid pogromlarının en şiddetli biçimde yaşandığı, bunlara tepki olarak Taşnak militanların Osmanlı Bankası işgalini gerçekleştirdikleri yıldır.
İşgal can kaybı olmadan sonlandırılmışsa da olayın faturası İstanbul‘daki Ermeni nüfusa kesilir; başkent kanlı bir pogroma sahne olur.4 Bu sarsıcı pogromlara tanık olan Siamanto henüz 18 yaşındayken öğretmeni Reteos Berberyan‘ın (1848-1907) da telkinleriyle eğitimine güvenli bir ortamda devam edebilmesi için Fransa‘ya gider.
1894-96 pogromlarının ardından yurtdışına çıkan Siamanto‘yu, diğer birçok Ermeni aydın gibi “1908 İhtilali”ne dek sürecek gönüllü bir sürgün dönemi bekliyordu. Genç şair, 1897-1900 yılları arasında Paris‘teki Sorbonne Üniversitesi‘nde edebiyat ve felsefe eğitimi alır. İlk şiirlerini bu yıllarda, başta Paris‘te ve farklı şehirlerdeki gazete ve dergilerde yayımlamaya başlar. Mezun olduktan sonra Cenevre‘ye geçen Siamanto, burada Taşnaktsutyun Partisi‘nin yayın organı Troşag‘da (Bayrak) çalışmaya başlar.
1902 yılında yayımladığı ilk kitabı Tütsaznoren (Kahramanca) Ermenilerin yüzyıllardır maruz kaldıkları zulüm ve katliamları ele alır. Siamanto‘nun düşünce dünyasının ilk yansımalarını barındıran bu kitapta, çok eski zamanlarda özgürlük yolunda savaşıp yaşamını yitirenler mezarlarından çıkıp halen baskı altında yaşamakta olan halklarıyla birlikte zafere doğru savaşmaya devam ederken tasvir edilir. Siamanto, Minas Hyüsyan‘ın deyişiyle ―ıstırabın ve isyanın şairi olarak tanınmıştır.
1908 yılına gelindiğinde, Siamanto artık yazdıkları geniş kitlelerce okunan büyük ve etkili bir şairdir. Meşrutiyet‘in ilanı üzerine ülkesine döner. Ne ki, on iki yıllık uzun bir aranın ardından döndüğü İstanbul‘da, Osmanlı Ermeni nüfusunun günbegün azaldığı, Ermeni coğrafyasının baskı ve zulmün etkisiyle boşalmaya başladığı gerçeğiyle yüz yüze gelir. Bunun üzerine şiir çalışmalarına ara vererek ABD‘ye, son yıllarda yaşananların da etkisiyle buraya göçmüş olan Ermenileri ―vatana dönmek üzere ikna etmeye gider. Yürüttüğü bu kampanya kapsamında Boston‘da Hayreni Hraver (Avanatan Çağrısı) başlıklı bir de şiir kitabı yayımlayan Siamanto‘nun girişimleri 1909 Nisan‘ında patlak veren Adana pogromunun ardından boşa çıkacak, şair 1911‘de İstanbul‘a dönecektir.
Birinci Dünya Savaşı‘yla birlikte askere alınan kardeşi Vahan Yarcanyan‘ın ardından Siamanto bir arkadaşına yazdığı 4 Eylül 1914 tarihli mektubunda, ―ikinci askere alma çağrısının yapılacağının konuşulduğu günlerdeki ruh halini şu sözlerle anlatır:
“Anadolu‘nun derinliklerinden gelmiş bu sırtlanlar sürüsüne karışıp askerlik yapmak nasıl mümkün anlamıyorum. Biraz param olduğunda gideceğim İstanbul‘dan, –şu an parası olanlara da izin vermiyorlar gerçi– yasak kalktıktan sonra ilk fırsatta biraz param olunca bir daha dönmemek üzere İstanbul‘dan uzaklaşacağım. Sırtlanların ordusunda askerlik yapmaktansa başkasına kulluk etmeyi yeğlerim. Bana bir nasihat edin, ikinci askerlik çağrısının yapılacağı tehdidine rağmen burda kalmalı mıyım, yoksa her şeyi göze alıp İstanbul‘dan kaçmalı mıyım? Burada tuzağa düşmüş gibi hissediyorum kendimi.”5
Başka bir arkadaşına yazdığı 5 Eylül 1914 tarihli mektubunda ―Her şey bizi keseceklerini/kıracaklarını fısıldıyor diyerek duyduğu derin endişeyi ifade eder. Yaklaşan yıkımı hissediyor, kaçmak için yollar arıyordu. Fakat bu mümkün olmaz. 24 Nisan 1915 gecesi Üsküdar İcadiye‘deki evinden alınarak Ayaş‘a sürülür ve Ağustos ayında orada katledilir.
Siamanto (Adom Yarcanyan, 1878-1915) ve Taniel Varujan (Taniel Çubukkâryan, 1884-1915); bugün, istisnasız tüm edebiyat eleştirmenleri tarafından Batı Ermeni şiirinin iki büyük şairi olarak kabul edilirler. Aynı gün, 24 Nisan 1915‘te tutuklanarak Ayaş‘a sürülmüş, buradaki birkaç aylık tutsaklıktan sonra Ağustos 1915‘te katledilmişlerdi. Her ikisi de, gerek Abdülhamid pogromlarının, gerek Adana pogromunun ardından -dehşetin şiirini yazma işine girişmiş, uluslarının adalet ve intikam sesine tercüman olmayı denemişlerdi. Siamanto -çilenin ve isyanın şairi olarak tanınmış, Taniel Varujan ise 1912 yılında yayımladığı Hetanos Yerker (Pagan Şarkılar) başlıklı kitabında başlattığı şiirsel paganizm akımıyla 1915 öncesi Batı Ermeni edebiyatına damgasını vurmuştu.
Şair Aharon, Şant‘a gönderdiği mektubunda bu büyük kaybı şu sözlerle anlatır:
“Işığı gördük… Ne taze Nesil ama bizimkisi. Çok yaşayın tanrılar. Fakat keşke burada, o muhteşem Taniel ve Siamanto da burada olsaydı… Ey mucize! Burda olsalardı Ermenistan bizim besinsiz kalmış gözlerimize daha bir başka, bir büyük ödül gibi görünmez miydi sence? […] Kim geri verecek onları bize..? Kim tekrar canlandıracak onları..? (…) Nerede yatıyorlar acaba şu an? Bu ne felaket bir düşmandı ki onların hiç olmazsa kemiklerini bile Ermenistan‘a hediye etmemize izin vermedi. Ah Taniel, Siamanto ve tüm Kutsal Ölüler, Ermenistan‘da bile kabirsiz kalacak olanlar…”6
Bu iki büyük şair 1920‘lerin sonundan itibaren oluşmaya başlayan eski veya yeni Diyaspora şehirlerinde eserleri defalarca tekrar baskı yapan, şiirsel yaratıcılıklarını ve hayatlarını konu alan sayısız araştırmaya konu olan bu iki isim bugün dahi batı Ermeni şiirinin hiçbir zaman aşılamamış ve –belki de– aşılamayacak iki zirvesi olarak tanımlanmışlardır.
Ermeniler, Savaş‘ın ardından başlayan Paris Barış Konferansı‘nda başta doğu illerinde kurulacak olan bir Ermenistan vaadi olmak üzere kendilerine sunulanların yakın zamanda gerçekleşeceğini umarlar. Bu umutla, Mütareke‘nin ilk günlerinden itibaren ―ulusun yeniden doğuşunu tasarlıyorlardı. Dergide yer bulan siyasi veya edebi ―Yeniden Doğuş yazılarındaki genel vurgu, Ermeni milletinin hak ettiği özgürlüğe sonunda kavuştuğu; yıkım ne kadar büyük olursa olsun, zulüm görmeye alışmış olan Ermenilerin küllerinden doğacakları ve maddi ve manevi ―Yeniden Doğuşu gerçekleştirebilecekleri yönündedir. Yervant Çapuryan 11 Ocak 1919 tarihli Şant‘ta şöyle yazar:
“Sanki Pyünig [Phoenix/Anka Kuşu] efsanesi Ermeni Milleti için yaratılmış. Ermeni Milleti kadar, dünyayı sarsan büyük felaketlerin içinden geçmiş bir millet yoktur tarihte. Fakat hepsi bir yana, o her zaman için küllerinden doğmayı bilmiş, kendisine yaşayabileceği maddi, ahlaki ve entelektüel ortamı yaratmayı başarmıştır. İşte, Ermeni köylüsü, yangınların dumanı söner sönmez, 1915‘te ülkesini yeniden inşa etmeye, sabanıyla toprağı sürmeye başladı. Ve entelektüeller kalemi ellerine alıp yabancı ufuklarda Ermeni Acısı‘nı, Ermeni‘nin Çilesi‘ni anlatıp ona çare bularak hesabın sorulacağı güne doğru kenetlenip, örgütlü ve hazır biçimde dehşetli bir ―Buradayım! diyerek varlığını göstermeye hazırlanıyor.”7
Hepimizde biliyoruz ki, Batı Ermenistan’da bu umut gerçekleşmez.
***
Felaket sonrası dönemde gerçekleşen ilk -soykırım anmasında özellikle Siamanto ve Varujan şiirlerine yer verilmesi dikkat çekicidir.8
Anmada’da okunan şiirlerden biri Siamanto’nun “Bir Annenin Rüyası” şiiriydi. Şair, ABD‘ye göç etmiş olan Ermenileri memleketlerine dönmeye davet etmek için çıktığı -ikna turunun meyvesi olarak 1910 yılında Boston‘da yayımlanan Hayreni Hraver (Anavatana Çağrı) seçkisinde yayımlanmıştı. Anavatana Çağrı, Siamanto‘nun, Ermeni ülkesinin -keder ve ıstırabını anlatan on iki şiirinden oluşuyordu.
Şiir uzaktaki oğluna yazdığı mektupta ölüler günü geceyarısında gördüğü rüyasını anlatan annenin dilinden yazılmıştır. Annenin, Abdülhamit dönemi pogromlar sırasında öldürülmüş olan dört oğlu rüyasında karşısına geçip diz çökerek ona hatıralarındaki -eski günlerin -şafaklarından, kutsallığından, tatlılığından, mutluluğundan, kahramanca cesaretinden, eşsiz güzelliğinden, bereketinden, sevgisinden ve şefkatinden bahseder.
Ölüler (Merelots) gecesi -yattıkları yerden kalkıp gelen dört kardeş, yanlarında getirdikleri, -yüreklerinde yeşerttikleri sevgi çiçeğini, -gözlerinden doldurdukları iki testi gözyaşını, -ruhlarından kopardıkları ateş rengi kan güllerini ve -göğüslerinden yaptıkları zırhı sırasıyla annelerine sunar ve her seferinde -o bomboş evde niçin hâlâ yaşamaya devam ettiğini sorarlar. Annelerinin yaşamaya devam ettiği Kulübe bir tabut yığını gibi sarsılıyor, Yapraklar fırtınayla ağaçlardan dökülüyor, Güvercinler derelerde masumiyetleriyle ölüyor, Kara yılanlar halen evin eşiğinde durmuş kurumuş kanlarını emiyorlardı.
Fakat anne ―O bomboş evde yaşamaya devam ediyordu ısrarla. Damının altında bir başına nasıl böyle çile çekersin? Anne rüyasında ―Bir fırtına gibi feryat figân ederek cevap verir çocuklarına:
“Dördü birden sustular… Senin adını verince ben,
Rüyamda, bir fırtına gibi feryat figân ederken,
Dördü birden, boyunlarını büküp, delicesine ağlamaya başladılar.
―Ama kardeşiniz, ölümünüzü görmeyen kardeşiniz hâlâ sağ,
Küçük kardeşiniz sağ hâlâ, yalnız onun için yaşıyorum ben.
Bu sözleri duyunca, dördü birden, kaburgalarını çatırdatarak,
Korkunç kara gözyaşları ölülerin, gözlerimin içine akarken:
―Bir kardeşimiz var! Bir kardeşimiz var! Hayatta bir kardeşimiz!
Ana… Ana… Yeni günlerin, yeni umutların sefaleti…
Şimdi artık nasıl geri dönelim yattığımız yerlere..! Nasıl dönelim..!”
Anne beşinci oğluna pogromu görmeyen, hâlâ hayatta olan küçük kardeşe işaret etmektedir. Geride kalan biri oldukça, tek bir kişi bile oldukça, yaşamak için yeterince sebep var demektir.
Anma heyeti bu şiir yoluyla, tüm Ermenilere, ―Evet, öldük, öldürüldük; ancak hâlâ yaşamaya devam edenler var, demek ki sefalet içinde de olsa bir umut var mesajını vermeye çalışıyordu.
Kan, gözyaşı ve umutsuzlukla örülü bir sonla biten bir şiir belki de, kitlelerin o andaki çok hassas olduğu tahmin edilebilecek ruh hallerine daha fazla hitap edebilirdi. Ancak gündeminde ―yeniden doğuş olan Mütareke aydınlarının, Barsamyan‘ın gazete yazılarında da ifade ettiği üzere ―gözyaşına, ağlamaya, ağıtlara değil, umuda, ―yeni yetişmekte olanın vaat ettiği geleceğe ihtiyacı vardı.
Milletin Yeniden Doğuş‘unun başlangıç noktası bizzat Felaket‘ken, genesis Felaket‘in kendisiyken, Felaket‘in şiirini kim yazacaktı? ―Ölümü (ya da doğumu) kim anlatacaktı?
Barsamyan‘ın ―yeniden doğuşun mümkün olduğunu kanıtlaması gerekiyordu. Bu noktada, Barsamyan‘ın yardımına yetişecek olan yine Felaket olmuştu. Felaket, bir yerlerde kendi şairini, Vahan Yarcanyan‘ı yaratmıştı. Vahan Yarcanyan sıradan bir şair değildi. Öldürülmüş birinin, öldürülmüş koca bir halkın en iyi iki şairinden biri olarak kabul görmüş birinin ruhunu taşıyordu.
Gerek Abdülhamid pogromlarının ardından gerek Adana pogromunun ardından Ermenilerin ortak çilesini, isyanını, adalet ve intikam talebini şekillendiren başlıca şairdi. Bu durumda, gerçekten hiçbir şey talep etme hakkına sahip olmadıklarını varsaysak bile, Ermenilerin 1915 öncesinde yaşadıkları katliamlara karşı tek bir şey yapma hakkına sahip olduklarını söyleyebiliriz: ―isyan etmek. Bu durumda, ―tek meşguliyetim şiir yazmaktır diyen Siamanto‘nun öldürülmesi, Ermenilerin ―isyan etme hakkının da öldürülmesi anlamına geliyordu. Çünkü onun şiiri, bu isyanın, halkın isyan kapasitesinin dile gelişiydi.
Vahan Yarcanyan, her şeyin yok edildiği o anda, benliğinin tüm olanaklarını zorlayarak, ağabeyi Siamanto‘nun ―isyankar Ruhuyla ve onun yerine yazma durumuna geçti. Yarcanyan, büyük bir başkalaşım geçirmiş ve içinde yeniden dirilttiği ―ölümü anlatabilmek için yazıya, edebiyata başvurmuştu.
İşte bu alanda beliren Vahan Yarcanyan, toplu ölüm anının içinden Felaket‘in öldürdüğü ağabeyinin yerine geçerek toplu imha iradesinin ortaya çıkardığı sonsuz ölümle karşı karşıya kalmış olan halkına, ―Ölümünüzü unutun! diyen soykırım iradesine karşı isyan etme kapasitelerini iade edebilmeyi amaçlıyordu: ―Ölümünüzü unutmayın!
Vahan Yarcanyan, Şant‘ın 23 Kasım 1918 tarihli 2. sayısında yayımlamaya başladığı -Zarhuranki Potorigner- (Dehşet Fırtınaları) dizisindeki şiirinden birini aktararak, şairin bu isyankar ruhu nasıl yansıttığını görelim:
Lanet ve İntikam Çığlığı
Şehit düşen ve yaşayan tüm Ermenilere hediye
Yıllardan beri ve bu gece yeniden şeytani iğrençlikteki yüzleriniz binlercenizin
Sürüngenler gibi akıp gidiyor yaralı ve yaslı gözlerimin önünden…
Ah! Nasıl lanetlesem sizi! Ve hangi kızgın kelimelerimle dağlasam kanlı duvarlarına kabrinizin
Mide bulandırıcı isimlerinizi cinayetlerin, şerrin ve felaketin
Sizler ki, dehşetle bir anıldı adlarınız, cellatbaşı çingene Mehmed Talat9,
Darağaçlarının hizmetkârı Ahmet Cemal ve asker kılıklı haydut general Enver,
Veyahut utanmazca o namı taşıyan siz doktorlar, kan içici Bahaeddin Şakir ve kana susamış Nazım,
Ve sen, merhametten nasipsiz iğrenç Reşit ve gecelerin sırtlanı Salih Zeki,
Ve siz komiserler, Azmi ile Bedri soysuzu ve sen mühtedi dinsiz Kemal,
Ve Atıf‘lar, Muammer‘ler ve Siz, payeli veya payesiz, susamış it sürüleri
Ve Siz! On binler ve on binlerce layık akılsız evlatları intikamcı Önder‘in [Halife‘nin].
Sırmalı askerler veya rütbeliler ve siz bir damla ışıktan mahrum bırakılmış ayağı çıplaklar…
Siz, zavallı Başkent‘in beş asırdır sahipleri, gözyaşına ve kana merhameti olmayanlar,
Siz, kan emici sülükler ve Kötülüğü yücelten Cinayet tellalları…
Siz, adaletsiz Yargıçlar ve utanmaz gavatları fahişe kanunun…
Siz, taş kalpliler, kayıtsızlar, sefa pezevenkleri ve ayakçıları
Siz, yüzyıllardır yaltaklanan karı kılıklı10 köleler ve sadakat cüceleri;
Siz, günahkâr benliğin timsalleri, fikr-i hürriyetin bihaber yoksunları
Ve ölümümüzün şöleniyle sarhoş, Siz, değersiz ve cüretkâr savaşçıları basının…
Uzağı göremeyen gözler ve kandilsiz zihinleri doğruluğun aydınlık mihrabının,
Siz, sözsüz şairler, maskeli ve kalpsiz duyarlılar
Ve Fikir Saraylarının yalancı sözcüleri ve iki büklüm eli boş çalışanları…
Ve bilhassa sizler, mücrimlerin şakşakçıları ve dilsiz, çenesiz savcılar
Ve ceset tepelerimizden altın kuleler inşa eden siz hilebaz satıcılar,
Ve şehit bir ırkın kızıl kitabını karıştıran siz kör tarihçiler,
Layık olmayanlar ve merhametin, güneşin, ışığın ve yaşamın önüne dikilmiş
İnsan kılıklı yılanlar ve kanımızın kokusuyla başı dönmüş siz sayısız kurt köpeği,
Cüppe ve etek öpmekten, siz, nefesi pis kokanlar,
Siz, kutsalları çiğneyen ve inançlarla alay eden, allahsız din adamları,
Siz, görkemli bayındır şehirlerin üstünde kanatlanmış, ateş kusan, alev dilli devler
Siz, masum ırkımı güpegündüz öldüren, uyumaz yırtıcı kurtlar
Siz, yaradanın alnına sürülmüş silinmez, yok edilmez lekeler,
Siz, göğün rengini ve anasının gözlerini daha tanımamış bebeklerin hissiz cellatları,
Siz, sefilane İyilik yoksunu, Kötülüğün secdeye gelmiş vârisleri
Siz, İrfan ve Kardeşliğin Kutsal hazinesinden nasipsizler,
Siz, dâhileri ve mahirleri katleden, güneşin ışığını hak etmeyen görmezler…
Siz, Fikir dilencileri ve siz, Düşüncenin acınası (yama yapan) eskicileri…
Siz, Kutsiyet gülü bacılarımızın duvaklarına el uzatan vicdansız sefihler…
İki büklüm babaları ve körpecik kızları dahi esirgemeyen siz cehennem zebanileri…
Bir damla süt için anasının memesine yapışmış Allah vergisi minik canları
Anasının koynunda o göğüsle birlikte hançerleyen siz Cürüm şövalyeleri,
Kocamış anaları ve gül misali ergenleri kılıçtan geçiren siz, insan yiyen kaplanlar
Siz, Felaketin kızıl sağanakları ve bir nebzecik Vicdanın parçalanmaz kayaları…
Siz, cinayetin siyah kar fırtınası ve bir damla insafın bulunmaz mağaraları…
Siz, Madde ve Altın‘ın esirleri ve ganimetin korkusuz, dalkılıç kahramanları
Düşman silahlarının gümbürtüsüyle dehşete kapılmış siz karı kılıklı sefiller
Ve silahsız bir ırkı kılıçtan geçirmeye yeltenen, siz, zırhlar kuşanmış cengâverler…
İşte elinizin on parmağından ve ağzınızdan ırkımın kanıdır akmakta olan,
Aka aka –kim bilir nasıl korkunç çağlayarak bu kez– gelip paramparça kalbimi boğan…
Ah, hangi acı dizelerle lanetlemeli cadı analarınızı, aymaz bir gecede rahmine düştüğünüz…
Ve günah yuvası böğrünü onların, günler boyu çamurunuzu karan…
Ve iğrenç rahimlerini, bir fesat anında sizi hayata atan…
Ey layık olmayan sizler, küle dönecek o şilteler, o felaket şilteleri ki
Kana bulanmış bir Sabah veya korku dolu bir Gece vakti karanlıktan aydınlığa sızdınız üzerlerinde
Taş kesecek hain eller, beşiğinizi kötülük saçarak sallayan…
Ve tutulsun o imansız diller, vicdan zerreciğinizi kindar türkülerle uyutan,
Uyuttular onu nice zamandır, Korku ve Dehşetin eşiğinde,
Kurumadı mı hâlâ o zehir dolu memeler, Kötülük tohumunu ağızlarınıza akıtan?
İşte kararıyor cehennemden çıkma hilal, cehennemi simanızı yıllarca aydınlatan
Ve yıkılıyor hınç tapınakları, bağdaş kurup Tanrınızın kelamına kulak verdiğiniz…
Ama hangi kem yıldız sizi kaybolunacak yollara yöneltecek…?
Ve hangi pınarı Evrenin, kanlı ellerinize bir damla su dökecek…?
Veyahut bundan böyle hangi değirmeni yeryüzünün bir tutam un akıtacak oluğundan ağzınıza…?
Ve insafsızlığa konak hangi buzullar bedenlerinize sığınak olacak …?
Veyahut hangi Kutsiyeti toprağın razı olacak iğrençliğinizin gömülmesine bağrına…?
Yok artık size bir nebze umut bile yeşeren baharların renklerinden
Yok artık size bir ışık huzmesi bile şenlenen yazların Cennetinden
Yok artık size kokunun zerresi bile vatanımda açan kıpkırmızı güllerden
Yok artık size bir esinti bile Ermeni göğünün kutsal kanatlı meleklerinin melteminden…
Siz, ne Ermeni fakirin paçavrasına ne de varsılın kırıntılarına layık olanlar…
Asırlarca akacak üzerinize coşkun ve kudurmuş İntikamımızın kurumaz çağlayanları…
Ve öfkemizin güneşiyle yanacak çıplak başınız, Şer yuvası…
Ve Ermeni bileklerinin ateşiyle moraracak dehşet içindeki dudaklarınız…
Artık kalplerimiz birer ocak ve gözlerimiz korkunun fenerleri…
İşte bundan böyle altın kalemim orağınızdır ve mürekkebim zehirli şerbet…
İşte ışığım karanlığınızdır ve savaş türkülerim cenaze ezginiz…
Fakat hele bir görün, ey akılsızlar, nasıl kalktı ayağa o ırk, nafile öldürmeye çalıştığınız,
İşte, binler binler koşuyor Ararat‘ın tepelerinde dalgalanan Üç Renge,
İşte ahdetmiş gidiyor Ermeni evlatları, haç çıkartarak ve yalınayak, öpüp gözyaşlarıyla kutsamaya,
Bayrağımızı, Bayrakların Bayrağını, renklerinden, kıvrımlarından, dalgalanışından, bugün
intikam, intikam, intikam akan…!
Vahan Yarcanyan
Merujan Barsamyan‘ın yaşam hikayesi: Merujan Barsamyan: 1882’de Eğin’in Abuçeh adlı köyünde doğdu. Eğitimini İzmit’te bulunan Armaş Ruhban Okulu’nda tamamladı. 1910-1913 yılları arasında Mer Daretzuytzi (“Bizim Yıllık”) adlı yıllığı yayınladı. Önceleri günlük sonraları haftalık yayınlanan Şant (“Yıldırım”) gazetesini abisiyle beraber yayınladı. 1931 yılında Paris’te Gyank u Arvest (“Yaşam ve Sanat”) adlı yıllık derginin editörlüğünü yaptı. Daha sonra Mıgırdiç Barsamyan ile birlikte bu dergiyi aylık olarak yayınladı. Başlıca eserleri arasında şunlar yer alır: Hayal, Aldatıcı Çiçekler, Krizantem, Şairin Kalbi ve İkinci Abdülhamid.(Arsen YARMAN, “Eğin (Agn) Ermenileri-II”, kebikeç, Sayı 38, 2014, s. 136)
Adom Yarcanyan(Diğer namı Siamanto)yaşam hikayesi: 1878’de Eğin’de, tüccar bir ailenin çocuğu olarak doğan Adom Yarcanyan, 1891’de babasıyla birlikte İstanbul’a göç etti. Kumkapı’daki Miricanyan ve Üsküdar’daki Berberyan okullarında okudu. 1896’da, 18 yaşındayken, İstanbul’da Ermeni devrimcilerinin eylemlerini takip eden pogromların hemen ardından yurtdışına çıktı. Paris’te, Avrupa Ermeni Öğrenciler Birliği’yle ve Abdülhamit rejimini devirmeye çalışan Taşnaklarla ilişki kurdu. Manchester’daki ‘Vağvan Tzaynı’ (Yarının Sesi) gazetesinde yayımlanan ilk eseri ‘Aksorvadz Khağağutyun’dan (Sürgün Edilmiş Barış) itibaren, 1894-96 yıllarında Anadolu’da yaşanan pogromların yarattığı dehşeti anlattı. Düşsel bir dünyada, acının, ölümlerin, yok olan ve yeşeren ümitlerin şiirini yazdı. Hıristiyan kaderciliğinin karşısına “Daha nice şafaklar var ki doğmadılar” diyen Rigveda felsefesini koyup, yeni nesilleri, geleceği hep birlikte kurmaya çağırdı(Rober Koptaş, “Siamanto: Acıya tanık” başlıklı makaleden, Agos, 30 Ocak 2009).
Vahan Yarcanyan’ın yaşam hikayesi: Büyük Ermeni şair Siamanto‘nun (Adom Yarcanyan, 1878-1915) tek erkek kardeşi olan Vahan Yarcanyan‘ın adına döneme ait birincil kaynaklarda hemen hiç rastlanmaz. Öyle ki burada aktarılan bilgiler, uzun uğraşlar sonucu bir araya getirilebilmiş bilgi kırıntılarından ibarettir.
Ağabeyi Siamanto gibi Eğin‘de doğmuş olması muhtemel olan Vahan Yarcanyan 1891‘de ailesiyle birlikte İstanbul‘a taşınır. Burada hukuk fakültesini bitirir ve avukatlık yapmaya başlar. Ailenin para kazanan tek üyesi olarak bilinen Vahan, Eylül 1914-Haziran 1915 arasında Osmanlı ordusunda oldukça zor şartlar altında askerlik yapmıştır.
Haziran ve Temmuz ayları boyunca, 24 Nisan 1915 gecesi tutuklanarak Ayaş‘ta hapsedilen ağabeyi Siamanto‘yla mektuplaşır. Vahan‘ın mektuplarının büyük şairin morali üzerinde büyük etkisi vardır. Siamanto‘nun Ağustos 1915‘te Ayaş‘ta katledilmesinin ardından Vahan‘ın izini sürmek bir kez daha imkânsız hale gelir. Mütareke‘nin hemen ardından, Kasım 1918-Temmuz 1919 arasında Şant‘ta yayımladığı şiirlerle tanınmaya başlar. 1915 öncesi dönemin edebiyat çevrelerinde adına rastlanmayan Vahan Yarcanyan‘ın Temmuz 1919‘da, Şant kapandıktan sonra şiir yazmaya devam edip etmediği bilinmemektedir. Kitap formunda yayımlanmış herhangi bir çalışması bulunmayan ve geç Mütareke dönemiyle birlikte, 1921 yılında Paris‘e göç eden Vahan Yarcanyan, yaşamını yitirdiği 1950‘ye kadar Paris‘te sürgünde yaşamıştır.
Şant Dergisi: Şant Dergisi (1911-1915) On beş günlük edebiyat ve sanat dergisi Şant‘ın ilk sayısı 28 Haziran 1911 günü yayımlanır. 24 Nisan 1915‘e dek 60 sayı yayımlanan, dönemin en nitelikli edebiyat ve sanat dergilerinden biridir. On beş günlük aralıklarla yayımlanan Şant, resimden müziğe, şiirden öyküye birçok konuya ve edebi türe sayfalarını açmışsa da, derginin en çok ilgi gören kısmının hemen her sayıda kendine yer bulan Türkiye Ermeni Edebiyatı başlığı olduğu anlaşılmaktadır. Yayımlandığı üç buçuk yıl boyunca Şant‘a, Yervant Odyan (1869-1926), Yervant Sırmakeşkhanlıyan (1870-1915), Onnik Çifte Sarraf (1874-1912), Zaruhi Kalemkâryan (1871-1971), Mikael Şamdanciyan, Şavarş Misakyan (1884-1957), Hagop Siruni (1890- 1973), Yenovk Armen (1883-1968), Arşak Alboyacıyan (1879-1963) ve Taniel Varujan (1884- 1915) gibi dönemin önde gelen entelektüelleri katkı sunar.
24 Nisan 1915, Soykırım‘ın başladığı gün, 1911-1915 arasında dört yıl boyunca kesintisiz yayımlanan Şant‘ın yayına son verdiği gün olmuştu. Merujan Barsamyan, 24 Nisan Cumartesi günü piyasaya çıkan 60. sayıda okurlara derginin artık, on beş günlük değil haftalık periyotlarla yayımlanacağı müjdesini vermiş, fakat Ermeni dünyasının en büyük beyinlerinin ölüme mahkûm edildiği gün, tutuklanıp ölüme sürülen yazarlarıyla birlikte Şant da ―ölmüştü. 16 Kasım 1918 tarihinde tekrar yayına başlayan Şand 38 sayı yayınlandıktan sonra 1919 yılında yayın hayatına son verir.(Ermenice bilenler, Şant’ın tüm sayılarını şu adresten edinmeleri mümkündür: http://tert.nla.am/mamul/Shant%20Kpolis/Table.html).
Bu makale, esas olarak, ARARAT ŞEKERYAN’ın “Edebiyat ve felaket: Şant Dergisi ve Vahan Yarcanyan Şiirleri (1918-1919)” başlıklı 2015 tarihli tez çalışmasına dayanılarak hazırlanmıştır.
111 kez okundu.