Burada anlatacağım kısa tarihçe Avrupa ülkelerindeki politik mültecilerin dil öğrenme ya da öğrenememe serüvenidir.
Geçtiğimiz hafta sonu Zürih’te yapılan bir söyleşi toplantısında bu konuya da değindim ve benzeri her toplantıda olduğu gibi yıllardır İsviçre’de yaşamasına karşın dil öğrenememiş olanlara veryansın edenler oldu.
Toplantıdan sonra dönerken yolda dil öğrenemeyenlere haksızlık yapıldığını düşündüm. Evet, politik bir insanın yaşadığı ülkenin dilini 20-25 yıl içinde daha iyi öğrenmiş olması gerekirdi, ama hiç bilmiyor da değillerdi. Daha iyi olmaları gerektiğini kendileri de biliyordu ve bunun ezikliği içinde bildiklerini de yok sayıyorlardı.
Önce kavramı tanımlayalım: yaşadığı ülkenin dilini öğrenmiş olmak ne demektir?
- Günlük işleri –alışveriş vb. gibi- kendi başına yapabilmek demektir. Bu kadarını herkes biliyor denilebilir.
- Doktora, herhangi bir resmi kuruma gidildiğinde yanında tercüman götürmemek, derdini anlatabilmek ve karşı tarafın söylediğini da anlamak demektir.
- Kişinin çocuğu varsa ve okula da gidiyorsa, öğretmenlerin düzenli aralıklarla yaptığı bilgilendirme toplantılarına katılmak ve çocuğun okuldaki durumu hakkında bilgi sahibi olabilmek demektir.
- Resmi kurumlardan size gelen formlarda ne yazılı olduğunu anlamak ve genellikle kısa olan cevapları yazabilmek demektir.
- Ek olarak bulunduğunuz ülkenin dilinde günlük gazete de okuyabiliyorsanız, siz dili öğrenmişsiniz demektir.
Fazlası iyi olur ama şart da değildir.
Günlük gazete okuyamıyorsanız da fazla dert etmeyin, ama en azından televizyondaki haber bültenini anlayabiliyor olmanız gerekir.
20-25 yıldır bulunduğunuz ülkede bunları yapabiliyor olmanız gerekir. Yapamıyorsanız o zaman eleştiriyi fazlasıyla hak ediyorsunuz demektir.
Fazlası şart değildir, dedim.
Bunu pratik tecrübeye dayanarak söylüyorum. Türkiye’den değişik nedenlerle Almanya’ya gelen ve İngilizce bilen insanlarla karşılaşıyorum.
Bildikleri İngilizcenin düzeyi şudur: günlük işlerini bu dilde yapabilirler ve bir de çalıştıkları alanla ilgili –diyelim tekstil- İngilizce terimleri bilirler. Temsil ettikleri firmanın bu alanda ne yaptığını İngilizce olarak anlatabilirler.
İngilizce gazete okuyamazlar. Keza kitap okumaları da mümkün değildir. Alışık değillerdir ve İngilizce bilgileri de yeterli değildir.
Çalıştıkları alan dışındaki bir konuyu İngilizce olarak anlatamazlar. Önemli bir bölümünün peş peşe 5-6 cümle kuramadığını gördüm.
Türkiye’de bu insanlar İngilizce biliyor olarak kabul ediliyorlar.
Bu insanların İngilizcesi İngiltere’de ne oranda gelişirdi, bilinmez. Mutlaka gelişirdi ama gazete ve kitap okuyabilirler miydi; bilinmez.
Uzaktan atıp tutmak kolaydır. Türkiye’den herhangi bir Avrupa ülkesine gelip burada kalmak zorunda kalan insanların bir bölümünün ne hale düştüklerini hepimiz gördük. Bir bölümünün bırakın dil öğrenmeyi, insanlıkla ilişkisi bile kalmadı.
Yıllardır Avrupa ülkelerinde yaşayan ama bulundukları ülkenin dilini ancak çat pat denilebilecek ölçüde bilebilen arkadaşların çaba harcaması gerekiyor.
Yazının bundan sonraki bölümünde “neden böyle bir sorun var?” sorusuna yönelmek gerekir.
Politik bir insanın, dolayısıyla önemli bölümü en az lise eğitimi görmüş insanların, yabancı bir ülkede o ülkenin dilini neden öğrenemedikleri sorulmalıdır. Almancayı örnek olarak alırsak; edebiyat Almancası, iyi Almanca yazabilmek vb. beklenmiyor. Yazının başlarında sayılan beş maddenin içerdiği düzeyde dil bilinmesi yeterlidir. Böyle diyorum ama politik insanların yaşadıkları ülkenin dilinde politik görüşlerini ifade edememelerinin kendileri için sıkıntı yarattığını da biliyorum.
Daha iyi olması gerekirdi, neden böyle oldu?
Birinci neden; Türkiyeli politik mültecilerin klasik politik mülteci olmamasıdır. Klasik durum şöyledir: politik mülteci yabancı bir ülkeye gelir, dilini bilmez ve yalnızdır ya da çok az ilişkisi vardır. Hayatın zorlaması sonucu politik mülteciler genellikle hızlı dil öğrenirler.
Bizler ise klasik politik mülteci değildik. Bir Türkiye’den çıkıp bir başkasına geldik. Geldiğimiz ülkede –hele de Almanya’da- bizden önce gelmiş, yerleşmiş akrabalar, tanıdıklar, örgüt militanları vardı. Hemen hiç yalnız kalmayıp gelir gelmez bu çevreye girdik. Türkçe dışında bir dile ihtiyacımız yoktu çünkü daha önce gelenler hem yol yordam ve hem de biraz dil biliyorlardı.
İkinci neden; her politik mülteci kısa süre sonra döneceğini düşünerek gelir. Bu normaldir, daha sonra dönmenin şartları bir türlü oluşamayabilir. Normal olmayan, dönme düşüncesini kendine ispatlamaya çalışarak anlamsız yasaklara yönelmektir.
1980’li yıllarda Fransa ve Almanya’da dil öğrenmeye çalışanlara iyi gözle bakılmadığını ve hatta bazı örgütlerin dil öğrenmeyi yasakladığını biliyorum. Bu garip yasağın nedeni; “bunların dönmeye niyeti yok, dil öğrenip burada kalacaklar” anlayışıdır.
İngilizce, Almanca ve Fransızca önemli dillerdir ve nereye giderseniz gidin işinize yararlar. İsveççe, Fince vb. gibi sadece konuşuldukları ülkede işe yarayan dilleri öğrenmeyi erteleyebilirsiniz, ama diğerleri için bu doğru değildir.
Üçüncü neden; ilk yabancı dili öğrenmenin zor olmasıdır. Tek avantajınız öğrenmeye çalıştığınız dilin yaşadığınız yerdeki anadil olmasıdır. Avantajın bulunması bunun kullanılabileceği anlamına gelmez.
Dördüncü neden; dil öğrenmek sadece kelime, gramer, cümle öğrenmek değildir. O dili konuşan insanların kültürünün de belirli oranda öğrenilmesi demektir. Dil öğrenirken başlangıçtan itibaren belirli diyaloglar, günlük hayatın tipik konuşmaları, ülke hakkında bilgi veren metinler kullanılır. Eğer yaşadığınız ülkenin kültürüne tümden yabancı iseniz, dili öğrenmekte zorlanırsınız. Küçük yerleşim birimlerinden gelenler bu konuda daha fazla zorlanırlar. Ya da çok değişik kadın-erkek ilişkisi ortamına gelince “kabak çiçeği” misali öyle bir açılırlar ki, genellikle bir daha toparlayamazlar.
Son neden; insanın kafasının sürekli ayrılmak zorunda kaldığı ülkede olmasıdır. Anlaşılabilecek bir durumdur ve hatta böyle de olması gerekir ama kafayı yaşanılan ülkenin diline ve gerçeklerine de açabilmek gerekir.
Hiçbir şey için geç değildir.
Benden geçti, diye düşünüyorsanız, daha baştan kaybetmişsiniz demektir.
651 kez okundu.
Bıkmadan bu konuda yazdığın için çok teşekkürler Engin! Çarpım tablosunu öğrenmeyip Matematik dersine girenlere öğretmenin; “çarpım tablosu öğrenilmek zorunda”yı hatırlatması gibi oluyor okuyunca..
Bir 5-6 yıl önce böyle yazıları okuyunca, sonuna kadar okumaya bile katlanmak istemezdim. Kaç çeşit iç savaşı anlamak ve çözmek-çözümlemek zorunda insan! Sanırım sürgünde yaşamanın tipik-doğal reaksiyonuydu!
1. ve 2. Dünya Savaşı sonrasında, sürgünde yazan kadınların; “konuşmam lazım. Kendimi bu toprakların, yaşadığım anların insanları içinde ifade etmem-üretmem lazım, kendimi realize etmem, canlı bir varlık olduğumu hissetmem lazım” satırlarına rastlanıyor. Ve abartısız, açta kalsalar, dil öğrenmek en büyük savaşları oluyor; konuşmak ve yazmaktan vazgeçmiyorlar çünkü!
İçte verilmesi gereken ve hergün kazanmaktan vazgeçilmemesi gereken bu savaşı irdelediğin, bize sunmaktan vazgeçmediğin için tekrar teşekkürler…