SİYASİ MÜLTECİLERE YÖNELİK İNTERPOL ARAMALARI, İADE TEHDİDİ VE HUKUKSAL DURUM ÜZERİNE

 

  Fazıl Ahmet Tamer1621941_813505382008471_406367936_n

            Siyasi mültecilerin yaşadıkları ülkelerdeki en büyük sorunlarından biri de baskı ve zulümden kaçtıkları ülkeler tarafından çıkartılan ve en yaygın olarak uluslar arası polis teşkilatı interpol tarafından devreye sokulan uluslar arası arama kararlarıdır.

interpol        Aslında siyasi mülteciler 1951 tarihli Cenevre Mülteciler Sözleşmesi’ne göre başta zulüm gördükleri ülkelere iade edilmeme hakkı olmak üzere birçok temel hakka sahiptir. Buna rağmen bu kişiler, Suçluların İadesi Avrupa Sözleşmesi ve ülkelerin iç İnterpol mevzuatı gibi başka hukuksal metinler gerekçe gösterilerek sığınma talep ettikleri ya da çeşitli gerekçelerle bulundukları 3. ülkelerde tutuklanmakta ve kimi kez de iade işlemleri gerçekleştirilmektedir.

Halbuki Cenevre Sözleşmesi’nin 33/1. maddesine göre “Hiçbir Taraf Devlet, bir mülteciyi, ırkı, dini, tâbiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatı ya da özgürlüğü tehdit altında olacak ülkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermeyecek veya iade etmeyecektir”.

Geri göndermeme zorunluluğunu içeren bu madde mülteciler için önemli ve temel bir hak oluşturmaktadır. Ancak bu temel hak birçok devlet tarafından suçluların iadesi sözleşmeleri ve anlaşmaları, interpol mevzuatı vb. gerekçe gösterilerek ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.

Kısaca bilgi vermek gerekirse İnterpol’ün önceli olan “Uluslararası Kriminal Polis Komisyonu” 20 ülkenin katılımı ile 1923 yılında Viyana’da gerçekleştirilen “2. Uluslararası Polis Kongresi”nde kurulmuş ve 10 maddelik ilk tüzüğün kabul edilmesi ile resmi bir statü kazanmıştır.

Daha sonra 1955 yılında İstanbul’da yapılan Genel Kurul Toplantısında, İnterpol Tüzüğü ve Yönetmeliği hazırlanmış ve örgütün ismi “Uluslararası Kriminal Polis Teşkilatı ICPO-İNTERPOL” (International Criminal Police Organization) olarak belirlenmiştir.

Ülkelerin iç mevzuatlarında yer alan interpol örgütüne ilişkin yasa maddeleri ve diğer hukuksal normlar uluslar arası bir sözleşmeden kaynaklı değildir. İnterpol tüzüğünün çeşitli devletler tarafından onaylanması bir uluslar arası sözleşme olarak değerlendirilmemektedir.

Avrupa Suçluların İadesi Sözleşmesi ise uluslar arası bir sözleşme olup birçok durumda Cenevre Sözleşmesi ile çelişkili durumlar yaratmakta, buna ve diğer sözleşmelere dayanılarak kimi ülkeler tarafından siyasi nedenlerle suçlu ilan edilen mültecilerin iadeleri talep edilmektedir.

Yukarıda belirtildiği gibi Cenevre sözleşmesi ise siyasi faaliyetleri nedeniyle bir ülke tarafından baskıya maruz kalan kişilerin, teknik olarak o ülkenin ceza yasalarını ihlal etmiş olsa bile iade edilmemeleri gerektiğini öngörmektedir. Zaten muhalif kişilerin bir ülkede siyasi nedenle baskı görmeleri birçok durumda onların ceza yasalarını ihlal etmiş olduğu iddiaları, soruşturmalar ve davalarla birlikte gerçekleşmektedir. Hemen hepsi adli bir içeriğe büründürülen bu soruşturma ve davalar gerçekte olayın siyasi yanını ortadan kaldıramamakta, mülteciler sözleşmesinin tanıdığı hakları geçersiz kılamamaktadır.

Öncelikle ifade etmek gerekirse uluslar arası sözleşmeler birçok hukuk sisteminde yasalardan üstün olarak kabul edilmektedir. Yasalar bu sözleşmelere aykırı olmamalı, olduğunda ise sözleşmeler dikkate alınmalıdır.

Türkiye Anayasasının 90. maddesine göreUsulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”

İsviçre Anayasasının 5. maddesi Federal hükümetin ve kantonların uluslar arası yasalara uygun davranacağını belirtmektedir.

Almanya Anayasasının 25. maddesi uluslar arası hukukun iç hukukun bir parçası olduğunu ve yasaların üzerinde bulunduğunu belirterek Federal topraklar üzerinde yaşayan herkes için haklar ve görevler ihdas ettiğini ifade etmektedir.

Hollanda, Avusturya gibi ülkelerde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi anayasal değerdedir. Hollanda Anayasasının 94’üncü maddesine göre, uluslararası antlaşmalar kural olarak anayasal değer taşırlar (Aktaran Prof            Dr. Kemal Gözler – http://www.anayasa.gen.tr/insan.htm#_ftn1). Avusturya’da da 4 Mart 1964 tarihinde yapılan bir Anayasa  /s.35/  değişikliği ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine anayasal değer kazandırılmıştır(Aktaran Prof Dr. Kemal Gözler – http://www.anayasa.gen.tr/insan.htm#_ftn1).Kanunlar bu Sözleşmeye uymak zorundadırlar.

Fransa, Yunanistan, Kıbrıs ve Portekiz gibi ülkelerde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kanunların üstünde ama anayasanın altında değer taşırlar(Aktaran Prof Dr. Kemal Gözler – http://www.anayasa.gen.tr/insan.htm#_ftn1).

İspanyol Anayasası genel olarak uluslararası antlaşmalara tanıdığı değerden ayrılarak, insan haklarına ilişkin uluslararası andlaşmalara ayrı bir değer vermiştir. Anayasanın 10’uncu maddesi, Anayasanın hükümlerinin insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelere uygun olarak yorumlanması ilkesini benimsemiştir(Aktaran Prof Dr. Kemal Gözler –http://www.anayasa.gen.tr/insan.htm#_ ftn1).

1969 tarihli Antlaşmalar Üzerine Viyana Sözleşmesinin 27’nci maddesi, “bir tarafın antlaşmanın icra edilmemesine gerekçe olarak kendi iç hukukunun hükümlerini ileri süremeyeceğini” hükme bağlamaktadır.

Bu durumda ülkelerin yapması gereken uluslar arası sözleşmelere öncelik vermek ve bu sözleşmelere uygun davranmaktır. Yani hiçbir ülke, interpol mevzuatı dahil kendi yasalarını gerekçe göstererek bir mültecinin tutuklanmasını haklı gösterme imkanına sahip değildir.

Gelinen noktada konu ile ilgili iki ayrı tür sözleşme olduğu görüldüğünde (mevcut durumda 1951 tarihli Cenevre Mülteciler Sözleşmesi ve Suçluların İadesine Dair Avrupa Sözleşmesi) hangi sözleşmenin uygulanacağı ayrıca değerlendirilmelidir.

Bunun için temel nitelikteki insan hakları sözleşmelerini genel olarak incelemekte fayda bulunmaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1. maddesi şöyle demektedir: “Yüksek Sözleşmeci Taraflar kendi yetki alanları içinde bulunan herkese bu Sözleşme’nin birinci bölümünde açıklanan hak ve özgürlükleri tanırlar.” Bu sözleşmeyi onaylayan devletler açıklanan hakları ve özgürlükleri yerine getirmekle sorumludur. Bunlardan daha geri bir noktaya gitmeleri mümkün değildir. Tek istisna yine sözleşmenin 15. Maddesinde belirtilen “Savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka bir genel tehlike hali”dir ki, bu durumda bile mültecilerin durumlarıyla doğrudan bağlantılı yaşam hakkı, işkence görmeme hakkı, cezaların yasallığı gibi hususlarda bu hak ve özgürlükleri askıya almak mümkün değildir.

Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 2/1. maddesine göre: “Bu Sözleşmeye Taraf her Devlet, bu Sözleşmede tanınan hakları ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal, veya diğer bir fikir, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğum veya diğer bir statü gibi herhangi bir nedenle ayrımcılık yapılmaksızın, kendi toprakları üzerinde bulunan ve egemenlik yetkisine tabi olan bütün bireyler için güvence altına almayı bu ve haklara saygı göstermeyi taahhüt eder”.

Yukarıda belirttiğimiz gibi yine temel bir insan hakları sözleşmesi olan 1951 tarihli Cenevre Mülteciler Sözleşmesi’nin 33/1. maddesine göre “Hiçbir Taraf Devlet, bir mülteciyi, ırkı, dini, tâbiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatı ya da özgürlüğü tehdit altında olacak ülkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermeyecek veya iade etmeyecektir”.

Bir sözleşme olmamasına rağmen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi de siyasi ve moral açıdan neredeyse sözleşmelerin etkisine sahip olup, devletler kendilerini bu bildiriye uymakla yükümlü addetmektedir.

İşkence, kadın ve çocuk hakları vb. alanlarda birçok uluslar arası sözleşme de hukuksal, moral, siyasi açıdan bağlayıcılık özelliklerine sahiptir.

Bu sözleşmeler ve bildiriler insan hakları alanında temel metinlerdir. Ülkelerin uluslar arası geçerliliğe sahip anayasaları olarak kabul edilebilir. Hiçbir yasa ve sözleşme bu sözleşmelere aykırı olamaz. Devletlerin bu sözleşmelerden ayrılmaları ya da sözleşmelerin değiştirilmesi sözleşme içindeki hükümlerle özel kurallara bağlanmıştır.

Yukarıda alıntıladığımız maddelerde de görüleceği gibi devletlere uygulamalarında ve hukuksal mevzuatlarında uyacakları kuralları işaret etmektedirler.

İnsan hakları alanının hem genel ilkelerini çizerler hem de işkence yasağı, düşünce ve ifade özgürlüğü, mültecilerin geri gönderilme yasağı gibi somut düzenlemelerde de bulunurlar.

1951 tarihli Cenevre Mülteciler Sözleşmesi dışındaki temel insan hakları sözleşmeleri de işkence yasağı, özgürlük ve güvenlik hakkı, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi normlarıyla mülteciler için uygulanabilir hak kategorileri içermektedir.

Bu ilke ve hükümlerin daha gerisindeki düzenlemeleri yasa ve anayasalarla gerçekleştirmek mümkün olmadığı gibi bir başka sözleşme ile de bunu yapmak mümkün değildir. Zira belirttiğimiz gibi hem bu sözleşmelerden ayrılmak, kurallarından kendini bağışık tutmak özel usullere tabidir hem de moral, siyasi, felsefi olarak bu ilkeler insanlığın normatif hale getirilmiş en ileri değerlerini temsil ettiklerinden daha geri normların uygulamaya sokulması son derecede zordur. Daha ileri haklar getiren düzenleme ve sözleşmeler ise her zaman mümkündür. Devletler en fazla belirli kurallara uyarak sözleşmelerden ayrılabilir ya da maddelerinin değiştirilmesi için yine belirli kurallar içinde öneride bulunabilirler.

Bu anlamıyla farklı hukuksal norm ve sözleşmeleri bu genel metinleri ortadan kaldıracak şekilde yorumlamak da meşru, uygun bir hukuksal pratik olamaz. En fazla ihlal de bu yolla ortaya çıkmaktadır, zira hiçbir uluslar arası sözleşme açıkça yukarıda belirtilen temel insan hakları sözleşmelerine aykırı normlar içermemekte, bu sözleşmelerin yorumu yoluyla mağduriyetler yaratılmaya çalışılmaktadır.

Örneğin teknik olarak işlenen bir suç örnek gösterilerek Suçluların İadesi Sözleşmesi’ni Cenevre Sözleşmesi’nin aleyhine devreye sokmak uluslar arası hukukun, insan hakları ilkelerinin ihlali sonucunu doğuracaktır. Zira Cenevre Sözleşmesine göre hiç kimse ırkı, dini, tâbiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatı ya da özgürlüğü tehdit altına alınacak ülkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri gönderilmemeli, iade edilmemelidir. Bir suç bahane edilerek bu hükmü ortadan kaldırmak söz konusu olmamalıdır.

Siyasi nedenlerle işlenmeyen, tamamen adli nitelikteki suçlarla ilgili iade talepleri siyasi mültecilere yöneltildiğinde devletlerin en fazla yapabileceği şey, iade taleplerinin reddedilmesi, gerek görülmesi halinde, ileri sürülen adli suçların yargılamasının kişinin bulunduğu ülkede yapılmasının sağlanması olabilir.

Tekrarla belirtecek olursak mülteciler sözleşmesi gibi insan hakları sözleşmeleri hiyerarşinin en üstünde bulunurlar. Diğer sözleşmeler, yasalar, anayasa hükümleri bu sözleşmelere uygun olmak, uymak zorundadır. Diğer hukuk metinleri çelişkili durumlar yarattığında bu sözleşmeler uygulanmalıdır.

Bu hukuksal zorunluluğa rağmen birçok kez mülteciler çeşitli ülkelerde çıkartılan arama kararları gerekçe gösterilerek tutuklanmakta, aylarca cezaevlerinde tutulmaktadır. Çoğunlukla bu sürelerin sonunda Cenevre Sözleşmesi’nde belirtilen ve yukarıda ifade ettiğimiz haklar gerekçe gösterilerek serbest bırakılsalar da en küçük bir ilgisizlik ve boş verme halinde iadelerin yaşanması olası görünmektedir.

Muzaffer Acunbay hakkında Yunanistan ilk derece mahkemesi önce Türkiye’ye iade kararı vermiş, Yunanistan’da ve Avrupa’nın değişik ülkelerinde gerçekleşen kampanyalar sonucunda temyiz mahkemesi bu kararı bozarak Muzaffer’i serbest bırakmıştır.

Muzaffer Acunbay’ın serbest bırakılmasından kısa bir süre sonra ise yine İsviçre’de yaşayan siyasi mülteci Hüseyin Çınar Almanya’da interpol araması gerekçe gösterilerek tutuklanmıştır.

Bu kez Almanya’nın Karlsruhe Mahkemesi Avrupa Suçluların İadesi Sözleşmesi’nde yer alan asgari 18 ve 40 günlük sürelerle bağlı kalmadan, Cenevre Sözleşmesi’ni ve Almanya yüksek mahkemesinin içtihatlarını gerekçe göstererek dosyayı Türkiye’ye bildirmeden Hüseyin Çınar’ı 9 Mart 2015 tarihinde, tutuklandıktan bir hafta sonra serbest bırakmıştır. Bir haftalık tutukluluk süresi ciddi bir insan hakları ihlali anlamına gelse de önceki örneklerden daha kısa bir sürede ve dayandığımız gerekçelere uygun bir yaklaşımla Hüseyin Çınar’ın serbest bırakılması olumlu olmuştur.

Benzeri hak ihlallerinin yaşanması halinde dayanak noktalarımızdan birini daha oluşturacak olan bu karar umarız başta Almanya olmak üzere tüm ülkelere bir kez daha örnek olur ve Cenevre Sözleşmesi pratikte de anlamını bularak mağduriyetlerin önüne geçilir.

870 kez okundu.

Check Also

SÜRGÜNLÜK VE ETNOLOJİ – Engin Erkiner

            Sürgünlükle ilgili incelemeler, bu sürgünlük ülke içinde veya dışında …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir