KÜLTÜR VE LEİTKULTUR ÜZERİNE NOTLAR

 

Metin Ayçiçek metin-aycicek2_b

Ayaklarımıza yapışmış, bizimle birlikte geliyordu göç ülkelerine, ülkemizin kültürü. Damağımızda özenle taşıdığımız bir memleket yemeğinin tadı ya da günlük alışkanlıklarımızla; ‘grüß Gott’la anlaşmaya çalışan sosyal değer sistemlerimiz ya da tanıdık öykülerini anlatarak söylediğimiz şarkılarımızla birlikte yürüyorduk yaban ellerde.

Bizi sual edenlere boynu bükük benzi soluk yar söylemiyordu belki allı turnalar, ama kırk metre karelik evimizin duvarlarını kasabamızın köyümüzün resimleri süslüyordu dönüşü hep gelecek bahara kalan gurbet yıllarımızda.

Ayna kenarlarına sıkıştırdığımız sevgili resimleri solmaya yüz tutarken,  “Erzurum dağları kar ile bora”lı hüzün akşamlarında, Gastarbeiter şaşkınlığıyla ve yarım dudak bükerek dinlediğimiz Alpin müziği eşliğinde alışmaya çalışıyorduk belki de biranın buruk tadına.


Önce sağlıklı, genç erkek işçiler topluluğu idik; sonra “işgücü istedik, insanlar geldi” diyen Max Frisch’in kehaneti gerçekleşti. “Yarim Almanya’yı mesken mi tuttun” diyerek kenarı yanık mektuplar gönderen eşlerimizi istedik yanımıza. Mektuplarına çiçek deseni yerine ellerinin resmini çizen çocuklarımızı getirdik. Eş bulduk eşlendik; çocuk sahibi olduk. Bir göz odadan biraz daha genişçe bir yerlere yerleşmeye yöneldik. Sarı Mercedes fikrimizin ince gülü olarak kalsa da, çocukların kindergarten ya da okul sorunu da yüklüydü artık günlük yaşamımızda. Genç erkek topluluğu olmaktan çıkmıştık. Yaş gruplarımız, cinsiyet dağılımımız, sınıfsal farklılıklarımız, mesleki durumlarımız ayrışmaya başlamıştı birbirinden. Topluluk olmaktan çıkmış, toplum olmaya yönelmiştik.

Geri dönüş gelecek baharların ibibiklerinin ötüşüne bırakılmıştı artık. Yüreğimiz, göçmenlik olgusunu kabullenmemek için direnirken yaşam kendini dayatıyordu bütün gerçekliğiyle. Ve sonra, belki de Homeros’un o büyük göçmenliğin destanı Odysseia’sından günümüze dek bütün göç destanlarının bilinen  eski latince “obi bene, ubi patria” özetine teslim olduk, binlerce yıl öncekiler gibi. (“Nerede iyiysem, orası vatanımdır!”)

Önce, tüketim eğilimlerimiz değişti. Daha güzellerini almaya başladık her şeyin. Sonra yatırım hedeflerimizi değiştirdik çoğumuz: Terk ettiğimiz ülkeden bir yazlık almak yerine, yaşadığımız ülkeden bir daire almayı yeğlemeye başladık. Vatandaşlık başvuruları gün geçtikçe artmaya başladı. Buralıydık gali!

                                                                 

Öncelikle yaşam tarzımızda görülen bu değişimin, bilincimize yansımaması düşünülemezdi elbette. Çocuklarımızdan bağımsız olarak çocuklarımızın geleceği üzerine kurduğumuz “gavurlaşmak” korkusu, kimlik arayışlarımızı da yoğunlaştırdı. Düşüncede sağa sola savrulmalar başladı. “Kültürümüzü korumalıyız” sloganı bir çözüm önerisi gibi gelmekteydi önceleri. “Tamam, koruyalım” dediğimiz noktada ise o belalı soru ile yüz yüze geldik: “İyi de, nedir bizim kültürümüz? Neleri korumamız gerekir?”

Bu soru salt biz göçmenlere özgü klasik bir soru değildir. Aynı soruyu „yerli“ halk için soran düşünürler de bu alanda çalışanların çoğunluğu oluştururlar:

“Çok kültürlülüğe ve çok dilliliğe dayanan Avrupa ulusçuluğu, niçin o çok dilliliği Avrupa ile sınırlamaktadır? Nedir Avrupa denen? O ulusun içine alınan nedir? Avrupalı mıdır? Hayır. Bir tek ölçü vardır: refah, belli bir gelişmişlik ve sanayileşme düzeyinde olmak”. (Demir Küçükaydın. Irkçılık, Milliyetçilik ve Apartheit.)

Görüldüğü gibi burada Avrupalılık için verilen kriterler kültürle doğrudan bağlantılı nitelikler değildir. Bu kriterler, asıl olarak teknolojik gelişmeyi içerirler. Ama sıradan Avrupalı, bu gelişmişlik üzerinden kendini yüksek uygarlık olarak tanımlamaya her zaman yatkın olmuştur.

Peki ama kültür nedir?

Kültür, bilim insanlarının üzerine ortaklaşabildikleri bir tek tanım bulamadıkları nadir konulardan biridir. Binden fazla “kültür” tanımı olduğu sıkça tekrarlanan yaygınca bilinen bir şeydir. Antropoloji, sosyoloji, tarih, psikoloji hatta coğrafya gibi bilim alanlarıyla doğrudan ilişkili bir konu olması onun tanımında karmaşa yaratmaktadır. Ama yine de, bir tanım olarak yaygınca kabul gören şu tanımı verebiliriz: “Bir toplumun duyuş ve düşünüş birliğini sağlayan bütün değerlerinin toplamı.” Yani kültür, toplumsal ve tarihsel bir olgudur. Toplumsal bir varlık olarak insanın, doğayı kendisine göre yeniden değiştirip düzenlediği üretim süreci içerisinde, toplumsal olarak yarattığı düşünüş, sanat ve yaşam tarzına ilişkin olarak üretilen maddi-manevi değerler toplamıdır.

Bu tanım, öncelikle zaman ve mekana göre değişimi zorunlu olarak içermektedir. Örneğin, aynı etnik grup içinde yer alan halkların, yaşadıkları coğrafi koşullarda farklılıklar varsa, bu mekan farklılığından dolayı kültürleri de farklılaşacaktır. Örneğin, Fransa’da ya da Kanada’nın Qebek bölgesinde yaşayan Fransız kökenli halkların kültürleri birbirinden tamamen farklıdır. Bir halkın kültürü, zaman içerisinde de kaçınılmaz olarak değişecektir, değişmektedir.

İnsanın toplumsal varlık kazanmasından günümüze kadar, her toplum üretim süreci içerisinde bir diğeriyle ilişkide yer almış, sadece maddi mallar takasında değil ama manevi değerler ve artistik birikimler alanında da hem alıcı hem verici olmuştur. Bu karşılıklı ilişki, insanlığın kültürel birikiminin birbiri üzerinden yükselmesine olanak sağlamıştır. Halklar arası ilişkilerin sıklaşıp yoğunlaşması sonucu, kültürel benzeşmeler birbiriyle bütünleşerek, bütün insanlık için evrensel kültür ögeleri de yaratılabilmiştir. (Yalan söylemenin ya da çalmanın her toplumda ayıplanması gibi.)

Kültürler, yaşam koşullarıyla doğrudan bağlantılı olduğu için, bir kültürün (uygarlık kavramı ayrı bir anlama sahiptir) diğer bir kültür karşısındaki konumlanışı birbiriyle asla kıyaslanamaz. Yani, yüksek kültür-alçak kültür ya da gelişmiş kültür geri kalmış kültür ayırımı, kültürün doğası gereği mümkün değildir. Ülkelerin teknolojik ya da ekonomik gelişkinliklerinden; refah düzeylerinin yüksekliğinden kıyaslamalı olarak söz etmek elbette mümkündür. Bunlar, matematiksel sayılarla da belirlenebilirler. Fakat yemeğini kaşıkla değil eliyle yemekte olan bir toplumu, kaşıkla yemek yiyen bir diğer toplumla kıyaslayarak geri-ileri tanımlamaları içerisine yerleştiremeyiz. Ahlak anlayışları bize benzemeyen toplumları “ahlaksız” diye tanımlayamayacağımız gibi. Bu durumda söylenebilecek tek söz: “Kültürel özellikleri bizimkilere benzemiyor” ya da ikinci örnek için: “ahlak anlayışları bizimkinden farklı” biçiminde olabilir ancak. 

Yaşadığımız ülkede, son günlerin yoğun tartışma konularından birisini, CDU/CSU Federal Meclis Grup başkanı Friedrich Merz tarafından ortaya atılan Leitkultur kavramı oluşturmaktadır.

Türk gazetelerinde “Öncü kültür” olarak çevrilen kavram böyle bir çeviriyle Almancadaki anlamını vermediği gibi, temelden yanlış ve tehlikeli olan bir yaklaşımı Türkçede biraz da hafifletmektedir.

Kültür sözcüğünün başına bir sıfat olarak eklenen “leit” sözcüğü, “leiten” fiilinden türetilmiştir. Türkçeye tek bir sözcükle çevrilmesi mümkün olmayan bu fiil ve ondan türetilen sıfat kullanıldığı bağlama göre anlamlar kazanmaktadır. Kısaca bir göz atacak olursak, „Leiten“ fiilinin „Wahrig Deutsches Wörterbuch“daki karşılığı şöyle:

1,    Birine önderlik, öncülük etmek; Birini yönetmek, yönlendirmek; Bir şeyi (elektrik, su, ısı, ses, vb.) aktarmak, iletmek; emretmek; idari amir olarak yönetmek.

2,   Bir bölümü, şubeyi, okulu, işletmeyi yönetmek; Bir tartışmayı, toplantıyı yönetmek. Örneğin Leiter (yönetici, müdür) sözcüğü bu fiilden türetilmiş bir isimdir.

Aynı kelimeden üreyen sıfatlar da bu yeni sözcüğün gerçek anlamını kavramamıza yardımcı olacak niteliktedir. Leit sözcüğü ile bileşik olarak verilen şu örnekler yeterli olacaktır: Leitbild (ideal);

Leitartikel (gazetede başmakale); Leitfaden (öğrenme kitabı, kılavuz); Leitgedanke (büyük bir esere esin veren temel/ana düşünce); Leithammel: (Hammel: iğdiş edilmiş koyun; sürüye kılavuzluk yapan koyun, mecazi anlamda ise: sürünün/kitlenin düşüncesizce izlediği kılavuz); Leithund (körlere kılavuzluk yapan köpek); Leitsatz  (yönlendirici temel ilke, tez); Leitspruch (seçim sloganı, parola.)

Özetle: Leitkultur kavramını Türkçede “öncü kültür” ile ifade etmek yetersiz kalmaktadır. Öncülük kavramında yöneticilik, hakim olma durumu yeterince açık görülmemektedir. Türkçedeki en iyi karşılığı bence hakim kültür, yönetici kültür olurdu. Daha tarafsız ama zararsız olmayan bir başka karşılığı da “ideal kültür”, “örnek alınması gereken kültür” olurdu.

 

Böylesine tartışmalı ve çok anlamlı bir kavram türetilmesinin nedeni nedir?

Almanya´daki özellikle yeşiller, solcular ve kısmen de sosyal demokratlar tarafından öne sürülmüş ve bugüne kadar savunulmuş ama pratikte aslında bir ilerleme kaydettiği de söylenemeyecek multikultur kavramına ve buna bağlı proje ve programlara cepheden bir eleştiri veya saldırı yöneltme ihtiyacıdır.

“Çok kültürlü toplum” (Multikulturelle Gesellschaft), farklı kültürlerden insanların Almanya´da yaşadığını varsaymakta ve eskinin entegrasyon (bütünleştirme) politikası karşısına, bütün bu farklı kültürlerin kendilerini özgürce ifade edip geliştirilebilecekleri bir projeyi öngörmektedir. Böylece de entegrasyonun zorlayıcı yöntem ve amaçlarının karşısına, kültürlerden birine öncelik ve imtiyaz tanımaksızın, kültürlerin bir arada özgürce yaşayabilmelerinin doğal ve kendiliğinden bir uyum ortaya çıkaracağı varsayılmaktadır. Yani Multikulturelle Gesellschaft düşünce ve projesi, kültürler arası etkileşime açık, kültürler arasında iyi-kötü, ileri-geri ayrımı yapmaksızın; farklı olanın farklılığının tanındığı ve karşılıklı etkileşimin her bir kültürü ve tüm kültürlerin bir arada var olduğu toplumu zenginleştireceği varsayılmaktadır.

Çok kültürlü toplum projesinin Almanya´da pratikte aslında başarısız olduğu bir çok göstergeden anlaşılmaktadır. Sadece Türkiyelilerle sınırlı tutarak konuşursak, yaygınca görülen biçimiyle Türkiyelilerin çok kültürlülükten anladığı, cami açmak ya da Türkçe dersi gibi taleplerin ötesine geçmemektedir.

Türkiyeliler tarafından böyle de Almanlar tarafından çok kültürlülük çok mu iyi gidiyor? Belli bir kesimin ‘hobby’  ya da devletten destek alarak yürüttüğü “faaliyet” dışında ciddi bir şey olduğu söylenemez.  [Her iki kesimden istisna olarak gösterilebilecek olumlu çabaların bütün içinde şu ana kadar bir etkisi olduğu söylenemez). Sonuç: Çok kültürlülük adına ortaya çıkan şey, birbirinden izole yaşayan ve etkileşimsiz gettolardır.

(Bu sorunu aşan çok kültürlü toplumsal şekillenme model önerisi Interkulturelle Gesellschaft projesidir ki, bu öneri Multikulturelle Gesellschaft projesinin temel anlayışına, kültürler arası aktif geçirkenliğin toplumsal yaşam içerisinde gerçekleştirilmesi gibi bir amacı ve hedefi de eklemektedir. Böylece kültürlerin birbiriyle aktif iletişimi içerisinde, birbirinden etkilenmeye açık olmaları mümkün olabilir. Yani zoraki asimilasyonu temel alan ya da çağrıştıran çok kültürlü toplumsal model önerileri yerine doğal asimilasyonun önünü açabilecek bir süreç öngörülmektedir. Bu sürecin sonunda bir kültürün bir başka kültüre dönüşmesi değil, kültürlerin birbiri içinde eriyerek yeni bir kültürü oluşturması amaçlanmaktadır.)

Sorun, çok kültürlü+lük projesini şu andaki sonuca bakarak yargılamak değildir. Önce teorik olarak tartışılmalı, sonra da pratikçe nelerin yapılmadığı, nelerin bu sonuca yol açtığı ortaya konmalıdır.

Kavramı ortaya atanların, kavrama yükledikleri içerik çok açıktır. Yine Beckstein’dan sonuncu bir aktarma ile bir kültür kavramının içeriğinin böylesine boşaltılmasının politik hedeflerini de görmeye çalışalım. Söz konusu konuşmasını Beckstein şöyle sürdürür: “Gerçek bir uyum, aynı zamanda uyum sağlaması öngörülen insanların sayısının sınırlı olmasını da şart koşar. Hiçbir toplum, diğer kültürlerin mensuplarını, toplum içerisinde sorunlar oluşmadan sınırsızca kabul edemez. Ülkemizin uyum gücü abartılmamalıdır.” (Aynı kaynaktan.)

Açık söylemek gerekirse, CDU´nun bilinen yabancı karşıtı düşüncelerinin yeni bir kavram altında sunulmasından başka hiçbir anlama sahip değil Leitkultur sözcüğü.

Korkum odur ki, CDU/CSU bu düşüncelerinde yalnız değildir. “Değişim” ve “daha fazla demokrasi” iddiasıyla iktidara gelen Sosyal demokratlar da günümüze kadar gösterdikleri pratik ile onlarla benzer ortaklıklara sahip olduklarını sıkça göstermişlerdir. Ne yazık ki yeşillerde de “çok kültürlülüğü” terk etmek gerektiği yönünde eğilimlerin gün geçtikçe geliştiğini izlemekteyiz.

 

Irkçılık üzerine ciddi araştırmalarıyla tanıdığımız çağdaş düşünür Albert Memmi, ırkçılık kavramını geniş ve dar anlamda olmak üzere iki biçimde tanımlar. Dar anlamda ırkçılıktan anlatmak istediği şey, biyolojik-fizyolojik özelliklere (kan, kafatası, deri rengi vs.) dayandırılan klasik ırkçılıktır. Memmi bunu şöyle tanımlar: “Irkçılık, uydurulmuş veya var olan biyolojik farklara değer yüklenmesidir.” Geniş anlamda ırkçılık tanımı ise, çağımızın birincil tehlikesine ciddi bir uyarı çekmektedir.

Özellikle Avrupa’da yaygınca görülen eurosantrik (Avrupa merkezli) bütün düşünce sistemlerini kapsayan bir tanımdır bu. Memmi, geniş anlamda ırkçılığı, “uydurulmuş veya var olan farklara değer yüklenmesidir” diye tanımlıyor. Bu tanım kapsamı içerisinde, halklar ya da uluslar arasında var olduğunu düşündüğümüz (ya da gerçekten var olan) herhangi bir özellik, ırkçılığın temel dayanağını oluşturacak bir malzeme olarak kullanılabilir.

Çağımızda demokrasi anlayışına uzak saldırgan hegemonyacı politikalar, hem yakın tarihte “üstün ırk” iddiasıyla ortaya çıkan NAZİ saldırganlığının dünya halkları tarafından ağır bir yenilgiye uğratılarak savaş sonrasında artık biyolojik ırkçılık iddialarıyla ortaya çıkmayı güçleştirmesi, hem de modern bilimin özellikle genetikte gerçekleştirdiği atılımın biyolojik ırkçılık iddialarını bilim dışına itmesi nedeniyle günümüzde yeniden Mussolini’nin (İtalyan faşizminin) “büyük uygarlık” iddialarına yöneldiler. Leitkultur böylesi bir ırkçılık iddiasıdır.

 

Okuyucudan özür dileyerek, yapmadığım bir şeyi yapıp kendi kitabımdan (Felsefe ve Bilimde Irkçı Düşünce) bir aktarma yapmak istiyorum. Böylece tembellik hakkımı kullanmış olacağım: “Bireysel bir duygu olarak yorumladığı ırkçılığı, yabancıdan korkma dürtüsünün öne çıkarılışı olarak nedenlendiriyor Memmi.

Yabancı olanın yorumlanışı, yabancı olana anlam yüklenmesi ırkçılık için düşünsel biçimlenişin başlangıcını oluşturuyor… Memmi, ırkçılığın oluşum sürecinin üç aşamadan geçmesi gerektiğini söyler: Birinci aşamada, farklılık vurgulanır, öne çıkarılır. İkinci aşamada, saptanan bu farklılığa birtakım değerler yüklenir. Elbette yüklenen değerlerin genel bir teze dönüşmesi için, savın evrenselleştirilmesi, genelleştirilmesi gerekecektir. Ve nihayet üçüncü aşamada ise, yüklenen bu değerler bir taraf lehine kullanılır. İlk iki aşamanın tamamlanmış olması ırkçılık eyleminin doğması için yetmez. Sorunun sonuncu basamağı eylemin tamamlanmasını sağlayan temel faktördür. Yani, yaratılan (ya da bulunan) farklılıklara yüklenen değerler, bizden olmayanlara karşı kullanılmalıdır.“

 

www

Entegrasyon ya da Leitkultur ve benzeri kavramlar, aralarındaki derecelendirme farklılıklarına rağmen, sonuç olarak, Alman kültürünün öncülüğü, önderliği, hakim ve yöneticiliği konusunda esasta farklı değillerdir. Aralarında sadece retorik farkı vardır. Son yapılan Berlin mitinginin parolası bile bunu ortaya koyar: “İnsanlık ve Tolerans için ayağa kalkıyoruz!” Oysa hangi niyetle söylenmiş olursa olsun, “tolerans” (hoşgörü) kavramının bizatihi kendisi,  ayrımcı bir içeriğe sahiptir; yani güçlünün, egemenin davranış biçimini anlatan, egemenlerin dilidir. Hoşgörü, egemenin tanıdığı sınırlar içinde gerçekleşen bir tutum alıştır. Hakim olanın kafası atıncaya kadar tolerans gösterir, yani hoş görebilir. Burada karşısındaki kendisiyle eşit haklara sahip olarak gören bir anlayış yoktur.

 

Bir başka CDU’lunun sözleriyle bu yazıyı bitirmek istiyorum. “Almanya’nın sosyal, ekonomik ve dış politikadaki başarılarını klasik bir ulusal devlet olarak değil, demokratik, dünyaya açık ve Avrupa’ya entegre olmuş bir ülke olarak elde ettiğini” söyleyen CDU’nun eski Genel Sekreteri Heiner Geissler, kendisi için “Hıristiyan ve demokrat olmanın, Alman olmaktan daha önemli olduğunu” açıklamıştır.

Dilerim bu sözler, Leitkultur ırkçılarına bir şeyler anlatır. Halklar, tarihin lanetli sayfalarının bir kez daha kana bulanmasına izin vermeyecektir.

 

NOT: Bu yazı,14 yıl önce yazılmıştı. Ama özellikle Avrupa’daki seçimlerden sonra, sadece Almanya’da değil bütün Avrupa’da son yıllarda yükselen ırkçı eğilim ya da siyasetlerin aynı konularda tartışmayı yaygınlaştırdığını izlemekteyiz.

DİYALOG’da  (Münih Yabancı Veliler Derneği Bülteni – Bulletin des Ausländischen Elternvereins in München. Aralık –2000, Sayı 7) yayınlanan yazıyı bu nedenle yeniden ve güncellemeden aktarıyorum.

Metin Ayçiçek

796 kez okundu.

Check Also

SÜRGÜNLÜK VE ETNOLOJİ – Engin Erkiner

            Sürgünlükle ilgili incelemeler, bu sürgünlük ülke içinde veya dışında …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir