72 Yıllık Sürgün ve Gurbetin Öyküsü

72-yillik-surgun-ve-gurbetin-oykusu-012

 

Malatya’dan başlayıp Londra’da devam eden yolculuğun adı: Ali Erdoğan

 

Sürgünün ve hasretin yıldıramadığı bir yürek. En büyük silahı kalemi olan, acılarını, hüzünlerini, umutlarını ve hasretini kaleme havale eden 72 yaşında bir genç. Genç diyorum, çünkü Ali dayı yeniden doğmuş. 25 yıllık bir hasretlikten sonra, ilk çıplak ayakla bastığı topraklara, her akşam kafasını yastığa koyduğunda kendisini başında bulduğu köyünün çeşmesine kavuşmasından sonra yeniden doğmuş Ali dayı, hafiflemiş, adeta ilaç olmuş tüm hastalıklarına…

 

1942 yılında Malatya’nın Bilegeni (Yapılıpınar) köyünde başlayan yolculuk, Türkiye’nin dört bir ucundan sonra Libya, daha sonra da Londra’da devam ediyor. ‘Oğlumu da alıp beraber dönerim’, niyetiyle geldiği Londra’da hikayesi 25 yıllık hasretliğe dönüşen Ali dayı ile 72 yıllık yolculuğunu konuştuk.

 

Ağlar, ama babasına ağladığını bilmez

 

Sekiz çocuklu bir ailenin en küçüğü olan Ali dayının babası daha o 4 yaşındayken bu dünyadan göçmüştür. O çocuk hafızasıyla babasının ölümünü şöyle hatırlıyor Ali dayı; ‘‘Bir ilkbahar günüydü, hafiften yağmur yağıyordu. Annem ağlıyordu, ben de annemin neden ağladığını bilmeden onun ağlayışına ağlıyordum. Sonra fark ettim ki babam ölmüş.’’

 

Ali dayının babası Elbistan’ın civar köylerinde çocuklara okuma yazma öğretirmiş. Tabi o zamanlar Arapça öğretirmiş. Ölmeden önce eşine Ali’yi mutlaka okutun diye vasiyet etmiş.

 

Kendi köylerinde okul olmadığı için yaklaşık bir saat mesafedeki başka bir köyde okula başlar Ali dayı. Daha okula başlamadan okuma yazmayı öğrendiği için direk öğretmen onu ikinci sınıfa atlatır. İlkokulu bitirdikten sonra, Ali dayı okumaya kararlıdır ve fakirlik, yokluk dinlemeden ortaokulu okumak için Elbistan’a gider. Bir arkadaşıyla beraber bir ev kiralarlar o yaşta ve okuluna devam eder.

72 Yıllık Sürgün ve Gurbetin Öyküsü 1

 

1960 yılında ihtilalin olduğu yılda ortaokuldan mezun olan Ali dayı okuldaki son günlerini şöyle anlatıyor; ‘‘Bir gün yiyecek hiçbir şeyimiz yoktu. Sokağa çıkma yasağı var ihtilalden kaynaklı. Ama açız ikimizde. Ben arkadaşa dedim ki al çuvalı çıkalım. Yakındaki pancar tarlasına gittik. Arkadaşa nöbet tut dedim, halbuki, zaten pancarın yeşili bir işe yaramıyor, ama biz yine de korkuyorduk. Pancarın yeşilini yolup eve getirip haşladık, yağsız bir şekilde, yiyip karnımızı doyurduk.’’

 

Fakirlik yüzünden değişmek zorunda kalan yönler

 

Zor koşullarda, yarı aç günlerden sonra bitirdiği ortaokul onun için okumanın sonu değildir. Liseyi okumak için yönünü Mersine verir. Yol parasını çıkarmak için birkaç günlük ticaret işleri yapar. Tam liseye başlayacakken kafasını bir soru işgal eder. ‘Ben Liseyi bitireceğim de, üniversiteye hangi para ile gideceğim?’. Bu soru Ali dayının yaşamına başka bir yön verir. Farklı arayışlardan sonra en son yolu Diyarbakır yatılı sağlık kolejine düşer. Sağlık kolejini bitirdikten sonra, hiç değilse üniversite okuma ihtiyacı duymadan meslek sahibi olur. Bu onun kafasını işgal eden sorunun cevabıdır aynı zamanda.

 

Solcu-Kemalist bir Kürd Ali

 

Diyarbakır sağlık kolejine girmek için beraber imtihana girdiği 550 kişiden seçilecek ilk 50 kişilik kontenjana girmeyi başarır. O yıllarda yazma serüveni başlar. Yerel dergilerde yazılar kaleme alır. Bunlar bazen edebi yazılar, bazen de yatılı kolejin koşullarıyla ilgilidir. O zamanda hak arama mücadelesini de başlatmış olur bu şekilde. Kendisini o dönemlerde Solcu-Kemalist olarak tanımlar. Kürtlük olmadığı halde, kolejde hep Kürd Ali olarak bilinir.

 

Soğuktan üşüdüğü ama yüreğinin ısındığı bir anda ‘gönlü de kayar’

 

1965’te sağlık kolejinden mezun olur olmaz Ankara’nın Çubuk ilçesinde sağlık memuru olarak işe başlar. Memur olur olmaz da sıra evliliğe gelmiştir artık ve yolu halasının evine düşer. Yolunun neden halasının evine düştüğünü şöyle anlatıyor Ali dayı; ‘‘Gittim gördüm beğendim ama hala kızını seçmemin sebebi şuydu. Memur olmak üst bir şeydi. Memurlar parmak ile gösterilirdi. Hele bizim bölgeden memur bulmak imkansızdı. Yabancı bir kız rahat edeceğine bir yakınım rahat etsin diye halamın kızı ile evlendim.’’ Halasının kızı ile ilk karşılaşmasını ise şöyle anlatıyor Ali dayı; ‘‘Halamın yaşadığı Akçadağ köyüne gittim. Yağmur yağıyordu, ıslandım, sora sora vardım evlerine. Evlerine sırılsıklam vardığımda bahçede halam ve hala kızım ekmek pişiriyordu. Ateşin yanına durdum ısınmak için. Ateşin yanında dururken baktım içim de ısınıyor, bir de baktım ki hala kızına bakarken içim ısınmış, gönlüm kaymış o an.’’

 

‘Kızılbaştır! Haketmiştir’ sözünden sonra gelen yumruk!

 

1966 yılında Muş’un Varto ilçesinde yaşanan ve 2500 kişinin hayatını kaybettiği depremden sonra ırkçılık denen virüs ile yakından tanışan Ali dayı başından geçen hikayeyi şöyle anlatıyor; ‘‘Depremden sonra bize de yazı geldi. Deprem mağdurları için bağış toplanacaktı. Bizde de evlenmek için sağlık raporu alanlardan bağış topluyorduk. Bir çift geldi. Ben de sordum deprem için bağış yaparlar mı diye. O da bana: ‘Ne vereyim kardeşim, onlar zaten Kızılbaştır, Allahın bilmem ne kullarıdır, hak etmişler’, dedi. O anda kendimi kaybetmişim ben de, adama iki tane yumruk atmışım.’’

 

Hem Kürt olmak, üstüne bir de Kızılbaş olmak Türkiye’de insanın doğuşuyla beraber gelen bir suçtu tabi. O yıllarda Alevilere yönelik linç kampanyaları katliamlara dönüşerek devam etmiş ve bu linç kültürü günümüze kadar devam etmiş.

 

Tabi her şeye rağmen ‘vatan borcu’ Ali dayının yolunu 24 ay sürecek İstanbul-Selimiye’ye düşürür.

 

Askerlikten sonra Adıyaman’a sağlık memuru olarak gittikten bir süre sonra Gaziantep’e narkoz teknisyeni olarak hastanede çalışmaya başlar. Siyaset yaşamında daha aktif bir şekilde çalışmaya başlar. Sağlıkçı sendikasında genel merkez yöneticisi olarak çalışır. DİSK bölge temsilciliği yapar.

 

Art arda gelen sürgünler 

 

1982’ye kadar devlet hastanelerinde çalışan Ali dayı, 8 defa ‘görünen lüzum’ üzerine farklı yerlere sürgün edilir. Sürgünlerden yorulan Ali dayı herkesin hayali olan ‘memurluktan’ istifa eder. Libya’da özel bir şirkette sağlıkçı olarak iş bulduktan sonra oraya gider. İki sene Libya’da yaşadıktan sonra memleket hasretine daha fazla dayanamayan Ali dayı Türkiye’ye geri döner.

 

Yaşadığımız acıların hafızamızı zayıflattığı bir dünyada Ali dayı İngiltere’ye geldiği yılı, ayı ve günü bile hatırlıyor. Sorsak saatini bile hatırlayacak belki. Hasretlik geçen günler sayılınca insan hatırlıyor demek ki. Ben de bir an düşündüm de, bir gün öncesi yaptığım bir şeyi unutuyorken, ben de geldiğim ay, gün ve saati bile hatırladığımı fark ettim. Hikaye aynı olunca, günler hesaplanınca hafıza o tarihi unutmuyormuş demek ki… Yolunun İngiltere’ye nasıl düştüğünü şöyle anlatıyor Ali dayı; ‘‘1988 yılının 10’uncu ayının 16’sında İngiltere’ye geldim. Oğlan buraya gezmek için geldi ama dönmedi. Ben de geldim ki beraber oğlumu da alıp beraber dönelim diye. Geldim ve ben de kaldım. Burada kaldığım yıllarda yazılar yazmaya devam ettim. 11 ayrı dergi ve birçok gazetede yazılarım yayınlandı. Bir gün dönmek istedim. Sonra öğrendim ki hakkımda büyük bir dosya hazırlanmış ve gitsem tutuklanacağım. Bu şekilde üzerinden 25 yıl geçti.’’

 

25 yıl sonra dönüş bileti almadan İstanbul uçağına biner

 

‘Gurbeti gurbetçiden sorun’ diyen Ali dayı 25 yıllık hasret öyküsünü şöyle anlatıyor; ‘‘Gözünü yumup uykuya daldığında, kendini ülkende olduğunu sanıyorsun. Gah bir obada kuzu güdüyorsun, gah bir yamaçta kenger topluyorsun. Bazen çoban çeşmelerin başında, çobanın sana yaptığı kotmacı kaşıklıyorsun. Ya da bir kuytuda ilk göz ağrınla fısıldaşıyorsun. Ve yahut komşunun bahçesinden ceviz aşırırken bahçe sahibi seni kovalıyor. Ter içinde kalmışsın… Kapının tıkırtısıyla uyanıyorsun… Böyle sayısız gecelerim olmuştu…’’

 

Geçen yıl çıkan dördüncü yargı paketi ile beraber 25 yıllık hasret öyküsünü sonlandırma kararı alan Ali dayı, tek yönlü uçak biletini alır ve ilk gördüğünde ‘gönlüm kaydı’ dediği hala kızına (eşi) bile söylemeden İstanbul uçağına biner. Gerisini de Ali dayıdan dinleyelim; ‘‘Bileti tek yönlü aldım, çünkü dönmeyebilirdim. Türkiye’ye gideceğimi eşime bile söylememiştim. Vatan hasreti her şeye baskın çıkmıştı. Uçak İstanbul semalarında inişe geçince adrenalim yükselmişti. Gümrük polisine İngiliz pasaportumu uzattım. Görevli, bir pasaporta bir bana baktı. Heyecanım doruktaydı. Tansiyonumu ölçecek bir cihazın olacağını sanmıyorum o an. Gümrük polisi pasaporta damgayı vurduktan sonra artık rahatlamıştım. İlk işim eve telefon etmek oldu. Telefonda eşime dedim ki: Bir uçağa bindim… Uçak piste inince, burası İstanbul dediler. Eşim şoke olmuştu. Ağzına gelenini söyledi. Dediklerinin hiç bir kelimesini duymamıştım. Çünkü hazzın doruğundan yüzüyordum…’’

 

25 yıllık hasretin bitişinde yeniden doğmuş kadar hafiflemek

 

Çocukken yaşadığı köyde 50 hane varken, şimdi 3 kalmıştı. 3 ay kaldığı süre içerisinde 11 köy, 34 tane yerleşim yeri gezdiğini söylüyor Ali dayı. Sonrasını o anlatıyor; ‘‘Hasretimi giderdim, yeniden doğmuş gibi oldum. Geçen yıldan bu yana 4 kere daha gittim.’’

 

‘Kiracının evinde kiracıyım’ diyen Ali dayı ayda üç kitaptan aşağı okumadığını belirtiyor. Hiç unutmadığı kitaplardan birisi de Orhan Hançerlioğlu’nun ‘Erdem açısından düşünce tarihi’ adlı kitabı. En sevdiği sanatçı da Mahsuni…

 

Hep bir hukukçu olmak istediğini ve bu isteğin içinde kaldığını söyleyen Ali dayı yaşadığı en mutlu an olarak ta, 25 yıllık hasretin bittiği gün olduğunu söylüyor.

Ali dayıya birkaç cümlede kendini tarif etsen ne derdin diye soruyorum; ‘‘Önce insan, sonra Kürd, daha sonra da Aleviyim. Ali Erdoğan, hep başkası için yaşayan, kendisi için bir şey yapmayan bir insan.’’

 

En büyük istemi Babasından kalan 120 yıllık el yazmalı kitabı basmak

 

Babasının geride bıraktığı 120 yıllık el yazmalı bir defter, Ali dayıda müthiş bir heyecan yaratmış. Henüz ne olduğunu bile bilmediği, babasının 120 yıl önce Arapça diliyle yazdığı bir defter geçiyor Ali dayının eline. Defterin tüm sayfalarını tarayarak İstanbul’da bir tercümana göndermiş. Şimdi büyük bir heyecan ve dört gözle tercümandan gelecek haberleri bekliyor.

 

72 yıllık uzun bir yolculuktan sonra Ali dayının şimdilik tek istemi, babasından kalan tek miras olan ve içeriğinin ne olduğunu merak ettiği, Arapça el yazmalı kitabı baskıya hazırlamak…

 

Alaettin Sinayiç/Londra-Telgraf

72 Yıllık Sürgün ve Gurbetin Öyküsü 1

685 kez okundu.

Check Also

SÜRGÜNLÜK VE ETNOLOJİ – Engin Erkiner

            Sürgünlükle ilgili incelemeler, bu sürgünlük ülke içinde veya dışında …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir