RÖPORTAJ: KÖKSAL AKPINAR
Sanatçı Ahmet Kaya’nın sürgün yıllarını anlatan “Yağmurlu Ülkenin Sürgünü” isimli belgesel çalışmasıyla gündeme gelen yazar-yönetmen Hayri Argav, 12 Eylül döneminde yargılandı ve uzun yıllar cezaevinde yattı. Bu süreçte ağır işkencelere de maruz kalan Argav, kitaplarının toplatılması sonrasında Almanya’ya gitti. Almanya’da geçirdiği 20 yıllık sürgün yaşamının ardından geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye döndü. Argav’la 20 yıl öncesini ve sonrasını konuştuk.
12 Eylül askeri darbesinden sonra yargılandınız ve işkence gördünüz? O süreçten kısaca biraz bahsedebilir misiniz?
Baskı, işkence, ölüm ve kötü cezaevi koşulları 12 Eylül’ün dramatik yanını oluşturuyor. Bu süreci fazlasıyla yaşayanlardan biriyim. Altı ay gibi uzun bir süreyi gözlerim kapalı olarak “sorgu” denen bir işkence merkezinde geçirdim. Yaşadıklarımın yanında birçok şeye tanık oldum. Henüz daha 3 günlük iken annesiyle birlikte hastaneden alınarak getirilen bebeğin ölmesi bunlardan biridir. Altı ay sonra üzerinde sigaralar söndürülmüş bir beden, parçalanmış ayaklar ve hareket etmeyen iki kolla yarı çıplak bir halde, bir koğuş kapısından içeri atılmıştım. Işıktan gözlerim kamaştı, kimseyi seçemedim uzun süre. İşkenceden kurtulduğumu sanmıştım. Ama yanılmışım. Cezaevi koşulları oldukça kötüydü. Hakaret, şiddet burada da sürüyordu. Ve üstelikte işkenceler, çıkarıldım koğuşun bir altındaki katta yapılıyordu. Bir buçuk yıl boyunca aşağıdan gelen çığlık seslerini dinlemek zorunda kaldım. Kadın, hatta çocuk çığlıkları pencerelerden içeri dolardı. İşkencenin en zor olanı, başkalarının çığlıklarını dinlemektir. Çünkü daha derin bir etki ve iz bırakıyor insanda. Basının, hukukun ülkeyi terk ettiği yıllardı. Sesimizi ailelerimize bile duyuramıyorduk; bir daha görüştürmezler diye. Gördüğümüz işkenceleri mahkemelere kabul ettiremiyorduk. Yaptığımız suç duyurularını savcılar ya duymazlıktan geliyorlardı ya da “bizi ilgilendirmez” diyorlardı. Beş buçuk yıl sonra tahliye olduğumda tam 17 ay fazla yatmıştım.
Ülkeden ayrılmak zorunda kaldığınızda neler hissettiniz?
Cezaevinden çıktıktan sonra bir gazetede çalışmaya başladım. Bu arada 12 Eylül’ü anlatan bir de roman (Güneş Doğmadan Asılmak) yazdım. Arkasından Askeri darbenin idamlarını araştırmaya başladım. Bu çalışmayı yaparken birçok kez gözaltına alındım ve ölümle tehdit edildim. Böyle bir çalışmanın yapılmasını istemiyorlardı. Faili meçhuller dönemiydi. “Başıma birçok şey gelebilir”di. Kitap (O Şafağın Atlıları / 12 Eylül İdamları) çıktıktan hemen sonra toplatıldı. Bana yeniden cezaevi yolu göründü. Cezaevi yaşamını biliyordum. Sürgün yaşamım böyle başladı.
Giderken bir daha dönebileceğinizi düşündünüz mü?
İnsanın ülkesini, halkını terk etmek zorunda kalması kadar daha acı bir şey tanımadım. Acı ve utanç içinde kalıyor insan. Korkaklıkla suçluyor kendini. Doğup büyüdüğün topraklar geride kaldıkça küçülüyor insan. Biliyorsunuz ki her şey orada, o terk ettiğiniz ülkede kalıyor. Kendinizi basit buluyorsunuz. Bütün bunlara karşın, biliyorsunuz ki rejim sizi sürüyor. Gittiğiniz yer, belki sizi bir daha geri vermeyecek. Bir gün dönmek umuduyla başlıyor bu acı yolculuk. Hem de kaçak… Ben de eşimi ve henüz 2 yaşında olan kızımı geride bırakarak sürgün yolunu tuttum. Geride bıraktıklarımı, kızımı belki bir daha göremeyecektim. Oysa kızım akşam işten dönmemi bile sabırsızlıkla bekliyordu. Bundan sonra nasıl yapacaktı, beni ne kadar, kaç akşam aç sabah bekleyecekti bilemiyordum. Ve beni uzun yıllar böyle bekledi hep. Ta ki bir gün Almanya’da buluşana kadar.
Sürgün yaşamanıza neden olan hukuki neden neydi?
Önce bir kitabim toplatıldı. “Soğuk savaş” sona ermişti, “iki kutuplu dünya”nın yerini belirsizlik almıştı. Dünyanın yeni patronu, Merkez Gücü veya güçleri kim olacaktı? Böyle bir ortamda hesaplaşma yeri olarak Asya, özellikle de Orta Asya öne çıkıyordu. Bu eksende Türkiye ve Kürtler vardı. (Batı’nın Yeni Doğu Seferi/ NATO – DOĞU- TÜRKİYE – KÜRTLER) kitabını su süreçte yazdım. Kitap toplatıldı ve böylece hakkımda istenen cezalar da katlandı. Toplam 7 yıl 7 ay ceza demekti bu.
Bu süreçte Almanya’da ne gibi faaliyetlerde bulundunuz?
Bir süre önce Hollanda’da yaşadım. Daha sonra Almanya’ya yerleştim. Sürgünün gittiği yerde yaşamını kurması zordur. Bir sefer tanımadığınız bir ülke, tanımadığınız bir kültür ve anlamadığınız bir dille karşı karşıyasınız. Yeteneklerinizi bir tek siz biliyor ve dikkate alıyorsunuz. Orada kimse bunun ayırdında değil. Geçiminizi sağlamak için bir işte çalışmak zorundasınız. Ben öğretmen kökenliydim. Pedagoji okumaya karar verdim.
Sinemaya olan ilgi nasıl başladı?
Sürgün yaşamının daha ilk günlerinde daha önceden meraklısı olduğum sinema ile ilgilenmeye başladım. Yayıncım rahmetli Ayşe Zarakolu, senaryo yazımı ile ilgilenmem için bir gün koltuğumun altına üç kitap sıkıştırmıştı. “Bunları, oku. Senaryo yaz” demişti. Hollanda’da senaryo yazımı ile uğraşmaya başladım. Ve derken kendimi sinema dünyasının içinde buldum. Hollandalı yönetmen yardımcısı olarak Willem Kuntjes’in “ de İdioot” adlı filminde görev aldım. Sonrasında ise “Kolye” (30 dk.) filmini yazıp yönettim. Ahmet Kaya’nın sürgün yıllarını anlatan “Yağmurlu Ülkenin Sürgünü” filmi benim ilk belgesel çalışmam oldu. Çekimleri geçtiğimiz mayıs ayında biten ve Ekim ayında gösterime girecek olan “Annemin Saatleri” ise benim son film çalışmam. Ayrıca birçok film senaryosu yazdım.
‘DÖNDÜĞÜM YERDE HERŞEYİN BIRAKTIĞIM GİBİ OLMADIĞINI BİLİYORDUM’
Yıllar sonra ülkenize döndüğünüzde neler düşündünüz?
Sürgün yılları her şeyden önce özlem yıllarıdır. Aileniz, arkadaşlarınız, köyünüz, yaşadığınız sokaklar, hatta içinden geçtiğiniz şehirler çıkmıyor aklınızdan. Dutu, içiyorsanız tütünün kokusunu özlüyorsunuz. “Bir gün gelecek bütün bunlara ulaşacağım” hayaliniz var. Ama yüreğiniz buruk. Döndüğünüz yerde her şeyin bıraktığınız gibi durmadığını biliyorsunuz.
SÜRGÜNLER PLATFORMU KURULUYOR
Sürgünlük, bizim ülkemiz aydınlarının kaderi adeta. Avrupa sürgün merkezi gibi. Binlerce insan oralarda bu duygularla yaşıyor. Biz de geçtiğimiz aralık ayında “Avrupa Sürgünler Platformu” adıyla bir oluşum kurduk. Platform, topraklarından sürülmüş bütün sürgünlerin Türkiye’ye dönüşü için savaşım verecek. Kamuoyunun ve hükümetin bu yarayı mutlaka görmesi ve çözüme kavuşturması gerekiyor. Ben platformun eş sözcüsüyüm. Önümüzdeki süreçte bu alanda bazı girişimlerimiz olacak. Bu insanlık ayıbını aşmamız gerekiyor.
‘KARDEŞİMİN ÖLÜMÜNÜ SADECE UZAKTAN İZLEYEBİLDİM’
En acı tarafı neydi sürgün yaşamanızın?
Sürgünün en acı veren yanı, sevdiklerinizi yitirmenizdir. Ablamı yitirdiğimde umutsuzluğu ve çaresizliği daha derin yaşadım. Kardeşim ölmüştü ama ben onunun ölümünü uzaktan sadece izleyebiliyordum. Annemin amansız hastalığını da bu koşullarda uzaktan izledim. Akciğer kanseriydi.
‘ANNEMİ CEM EVİNİN MORGUNDA BULDUM’
Dönüş, benim için tam bir şaşkınlık haliydi. Hasta olan anneme gidiyordum. Yıllar sonra da olsa onu görecektim. Hasta yüreğine iyi gelecekti beni görmek. Ama İstanbul kaç saat çeker, üç mü, beş mi, bilmiyorum. Zaman uzuyor uzadıkça. Annem beni bekliyor. İstanbul’a indiğimde onu bir Cem evinin morgunda buldum. Bir battaniyeye sarılmıştı. Yorgun yüreği bir kaç saat daha bekleyememişti beni. Tarifsiz bir acı…
’12 EYLÜL DARBECİLERİNE AYRICALIK YAPILIYOR’
Sizin işkence görmenize neden olan darbecilerin yargılandığı 12 Eylül davası ile ilgili neler düşünüyorsunuz?
Gerçek şu ki, 12 Eylül darbecilerinin yargılanması iyi gitmiyor. “Hukukta bireye ayrıcalık yoktur” denirken, darbecilere ayrıcalık tanınıyor. Bu da yargılamanın göstermelik olduğu algısını doğruyor. Ergenekon davasında takınılan tutum, 12 Eylül darbecilerine gelince yumuşuyor. Oysa bunların suçu sabit. Bir ülkenin anayasasını yıkmaya kalkışmamışlar; yıkmışlar. Sadece işkence ve cinayet sucu işlememişler, ülkeye ekonomik, sosyal ve siyasal alanda zarar vermişler. Bu sabit. Öyleyse bu darbecilere karşı bu ayrıcalık niye?
Darbeden acı çekmiş birisi olarak sizce Türkiye darbelerden tam olarak kurtuldu mu?
“Türkiye artık askeri darbelerden kurtuldu” kanısında değilim. Bizim gibi ülkelerde sadece iç dengelere bakarak bu gibi konularda sonuçlar çıkarmak doğru değil. Uluslar arası Merkez Güçlerin bölge konseptleri, yerel güçlerin konseptlerini kendi iç ilişkilerini her an etkileyebilir, onları değiştirebilir. Türkiye gibi ülkelerde askeri darbeler ve siyasi komplolar dönemi bitmiş değil. Türkiye’de iktidarlar, hala güçler dengesi üzerinde duruyor. İşte Mısır! Türkiye’yi biraz da Mısır’a bakarak okumak gerekiyor. Türkiye’de siyaset, devletin ele geçirilmesi mantığıyla yapılıyor. Sorun da burada bence.
Eski Türkiye ile yeni Türkiye arasında ne gibi farklılıklar gözlemlediniz?
Türkiye’yi bıraktığım gibi bulmadım. Kentleri korkuttu beni. Kentler sanki taşmıştı; yaşamın sosyal gerçekliğini önemsemeyen bir kentleşme kültürü çarptı gözüme. Yüksek katlı konutlar ve gökdelenler bütün bir kenti gözetler olmuş. Korkutucu. Avrupa’da bu tür yüksek binalarda yoksullar oturtulur genellikle. Oturanlar da bundan şikayet eder. Buradaki durum farklı. Etrafı duvarlar ve tel örgülerle çevrili olan bu yerlerde oturmak için bir servet yatırıyor insanlar… Diğer yandan, eskiden korku kol geziyordu sokaklarda. Faili meçhuller, kan ve göz yaşı. Kimlikler yasak, insanlar tek kimlik üzerinden ağlamaya, tek kimlik üzerinden konuşmaya zorlanıyordu. Ve süren kirli bir savaş vardı.
Şimdiyse barışın sesi duyuluyor. Faili meçhuller durmuş. Empati gelişmiş, insanlar bir birilerini daha anlar olmuş. Tabi bu yeterli değil, ama sokağa bu ılıman havanın egemen olması barış umutlarını bende daha çok güçlendirdi. Türkiye kaos yıllarını bir daha dönmemeli. Halkların bir birinin haklarına saygı gösterdiği bir Türkiye hayal değil.
ÇÖZÜM SÜRECİNDE SORUNLAR
Sizce barışın sesi amacına ulaşacak mı?
Ne ki, demokratik açılımın başarıya ulaşmasında hala ciddi engeller var. Türkiye çok zaman kaybetti. Bir kere Kürt sorunu 1990’lardaki boyutta değil. O yıllarda Kürt sorunu Türkiye’nin bir iç sorunuydu. Saddam’ın etkisinin sınırlandırılması ve devrilmesiyle bölgesel, 2000’den itibaren de artık uluslar arası bir sorun durumuna yükseldi. Bölgeye dönük plan yapan hiç bir Merkez Güç, Kürtleri dikkate almadan edemez. Diyelim ki Amerika’nın bölgeye dönük bir konsepti var. Burada Kürtlere ayrı, Türklere ayrı bir rol / yer vermiş. Böylesi durumda ne Kürt hareketi ne de Türk devleti bu konsepti görmezlikten gelemez. Geldikleri zaman da aldıkları kararların işemeyeceğini de bilmeliler. Nitekim süreç bu noktaya doğru ilerliyor. Giderek tıkanma belirtileri görülüyor. Bunun ilk işaretleri Paris’te işlenen cinayetlerle verildi. Buradan “teslim mi olalım” sonucu çıkmasın. Bu süreçten çıkmak için bütünlükçü, demokratik bir iradenin ortaya konması bir zorunluluktur.
Bununla neyi kastediyorsunuz?
Barış sürecinde bütün güçlerin elini taşın altına koyması gerekiyor. Süreç bundan yoksundur. Önyargıları ve güvensizlikleri ortadan kaldırmak için parlamento içi ve dışı bütün siyasal eğilimlerin, sivil toplum örgütlerinin yer aldığı bir “Barış Hükümeti”nin kurulması, barışı hem içte hem de dışta sağlama alır. Çözüm süreci bu güçten yoksundur. Bu nedenle sürecin bir çıkmaza girme riski çok yüksektir.
Başbakan Erdoğan’ın Kürt sorununun çözümüne ilişkin elini taşın altına koyması ile ilgili yorumunuz nedir?
Kürt sorunun masa başında taraflar arasında bir çözüm amacıyla konuşulabilir duruma gelmesini çok önemli buluyorum. Bütün ırkçı saldırı ve söylemlere karşı, Sayın Başbakan’ın ve dolaysıyla da AK Parti hükümetinin bu çizgide ısrar etmeleri büyük bir adımdır. Ama bunun arkası mutlaka gelmeli. Tehlike şurada: Hükümet bu sorunu çözmek çok önemli adımlar atmış, ama diğer yandan da devletin geleneksel tutumundan da kendisinden sıyırmış değil. Anadilde eğitim, seçim barajının indirilmesi gibi konularda takındığı tutum sürecin işlemesini engelliyor. Kürt sorunun çözümü cesaret ister. Bu bir gerçek. Hükümetin söylediklerinin gerisinde kalması, ona karşı “tutarsız”lık algisi geliştiriyor. Umarım bu süreç aşılır. Çünkü barış ve demokrasinin galip gelmesi AK Parti’ye de çok şey kazandırır.
Avrupa’daki Kürtler’in bu konuya bakış açısı nedir?
30 Haziran’da Brüksel’de “Barış ve Demokrasi Konferansı” yapıldı. Bu konferansa ben de katılmıştım. Orada barış sürecine büyük bir umut bağlandığını gördüm. Bunun bir şans olduğunu ve büyütülmesi gerektiği konusunda herkes hem fikir.
Öcalan’ın son mesajlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sayın Öcalan, barış sürecinde önemli görev yüklenenlerden biridir. Gerilla güçlerini geri çekmekle de önemli bir risk aldı. Doğal olarak bu sürecin sağlıklı ve de hızlı işlemesini istiyor. Belirlenen barış aşamaları, ne yazık ki istendiği gibi gelişmiyor. İç ve bölge koşulları hükümetin adım atmasını yavaşlatıyor. Rojava’da yaşanan gelişmeler de bir başka sorun olarak gündeme oturmuş durumda. Anlaşılan o ki, bütün bunlar da Öcalan’da kaygı yaratmış bulunuyor.
‘SÜRECİN ÖRGÜTLENMESİ KONUSUNDA PKK’NIN CİDDİ HATALARI OLDU’
Kürt sorununda BDP’nin (ya da Kürtlerin) hiç mi kabahati yok?
Barış sürecinde belirlenen yöntem hatası sadece hükümetin değil, aynı zaman da PKK’nin dolaysıyla da BDP’in de hatasıdır. Hükümet “Akil Adamlar”, PKK ise “Konferanslar” yöntemiyle herkes kendi cephesinden süreci kitleselleştirme yöntemini benimsedi. Bu süreçte PKK’nin de bölgesel güçler ve uluslar arası Merkez Güçler gerçeğini tam olarak gördüğü söylenemez. Bana göre barış sürecinin örgütlenmesi konusunda hükümet kadar ciddi hatalar yaptı.
Sizce barış süreci kapsamında silahların susmasıyla Kürtler’e ne gibi vaatlerde bulunulmuş olabilir?
Bunu tam olarak bilemem. Ama çözüm sürecinin aşamalarına bakıldığında, ortada bir anlaşmanın olduğu görülüyor. Geçtiğimiz günlerde Adalet Bakanlığı da bir paket hazırladığını açıkladı. Satır başlarıyla açıklanan pakette, pazarlık konusu olan şeyler var. Bunlar içinde en büyük ayrılık noktalarını ise yerel yönetimlerin işlevselliği, anadilde eğitim ve silahların tümüyle devreden çıkarılması gibi konular oluşturuyor.
Gezi Parkı’nın olaylarının çözüm sürecine denk gelmesi bir tesadüf mü?
Gezi Parkı olaylarının ortaya çıkışı biçimi ilginç. Herkes Türkiye’de Kürt-Türk barışına dikkatini yöneltmişken Gezi olayları patladı. Gezi olaylarında ortaya çıkan potansiyelin, sürmekte olan barış görüşmelerinde neden barıştan yana kullanılmadığını anlamış değilim. Ortaya çıkış biçimi ve zamanlama olarak bir bakıma barış sürecine altarnatifmiş gibi bir algı yarattı insanlarda. Kemalist bir söylem ve kullanılan semboller (Türk bayrakları) bunu yansıttı.(Ki bence öyleydi de) Kürt hareketinin ilk günler olayı izler konumda kalmasının nedeni bu olsa gerek. Kürt siyaseti son dönemlerde hareketi çözüm süreci için verilen mücadele ile bütünleştirme savaşımı verdi ise de bunda başarılı olduğu söylenemez. Gezi olayları ile verilen startın önümüzdeki günlerde devam etme olasılığı da barış süreci ile ilgili kaygılı bir beklenti yaratıyor.
‘AHMET KAYA İLE SAHNEYE ÇIKANLAR SESSİZ KALMANIN HESABINI NASIL VERECEKLER?’
Gelelim Ahmet Kaya Belgeseline. Berlin Konseri’nde Ahmet Kaya’nın dışında sahne alan sanatçılar var mıydı?
29 Ocak 1993 tarihinde Dersimli İşadamları Berlin’de bir konser düzenliyor. Konserde Ahmet Kaya yalnız değildi. Orada bazıları Türkiye’den devet edilmiş başka sanatçılar, “aydınlar”da bulunuyor. Ama Ama bunlar içinde bir tek Ahmet Kaya kurban seçildi. O konserde bulunanlar da o gün ortaya çıkıp Ahmet Kaya’ya destek olmadılar, sustular. Onun leş kargaları tarafından gagalanmasına seyirci kalmayı tercih ettiler. Bunun hesabını nasıl verirler bunu bilemem. Kendi vicdanlarına kalmış bir şey.
Neden konuşmamış olabilirler?
Korktular bence. Bunu başka türlü izah etmek olanaklı değil.
Ahmet Kaya’nın sürgün dönemini nasıl okuyorsunuz?
Çok acı çekmiş. Her sürgün gibi acı çekmiş. Yalnızlık her sürgün gibi onun da yakasını bırakmamış. Özlem ve kavuşamamak canını, ruhunu acıtmış. Acıtmaya da devam ediyor. Çünkü o bir sürgün hala. Bugün yaşamış olsaydı Kürt meselesine katkısı olur muydu, olmaz mıydı? bilemem. Meseleye katkıda bulunup bulunmamasından öte, bence en büyük kayıp onu sürgünde yitirmiş olmamızdır.
791 kez okundu.