“Bir yük vagonunda açtım gözlerimi. Bizi kamyona doldurdular, Tüfekli iki erin nezaretinde… Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar… Tarih öncesi köpekler havlıyordu… Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler… Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü”.
Cemal Süreyya’nın aktardığı bu anı, aslında çoğumuzun şu an yaşamakta olduğu sürgün hallerinin ortak korkusu, ya da nihai noktasıdır galiba. Tabii ki bir korku filminin dehşet sahneleri gibi ürkütücü… Sevda yüklü destanlar gibi benimsenmiş, ama sevda yüklü destanlar gibi hüzünlü.
Cemal Süreyya’nın kalemiyle tanımlanınca daha bir gerçekçi oluyor konu. Ve acıtıyor insanı; bütün duyu organları isyana kalkıyor sanki. Çünkü o kalemden yayılan o müthiş ses, sadece bir çocuğun haykırışı değil, insanlığın tükendiği bir anın, kayda geçirilmesinin de hüzünlü bir örneğidir.
Yaşamın en hırçın biçimidir sürgünlük, ya da en acımasızıdır yaşayanları gömme çabası… Belki de asla gerçek olamayacak hayallerin, kavuşulamayacak özlemlerin, yaşanan ağır travmaların hüzün veren kaynağı…
Türkülerin dillendirdiği üç acımasız derdin ilkidir bu: “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm!” İnsanın yaşamını anlamlandırdığı doğal ortamından koparılarak yaşamaya zorlanmasıdır.
Giden geri döner, ama gitmek zorunda bırakılanın dönme olasılığı daha azdır. Sürgünlük, “ayrılık” kavramının çok daha derininde yer alır. “Ayrılık” değildir aslında, ayırmaktır insanı insandan. Seveni sevdiklerinden uzak kalmaya zorlanmaktır… “Zor”, biliyorum, yaşadım ve gördüm. Eğer çok haklı nedenleri yoksa insanın, dayanılması mümkün olmayan bu yaşam formatının kabullenmesi delilikten öte bir anlama sahip olamazdı. Sosyal bir varlık olan insanın, böylesi bir bedeli ödemeye zorlanması ise, elbette hiçbir gerekçeyle kabul edilemez.
Aslında bir ağacın gövdesinden türeyen yavru dalların da adıdır “sürgün”. Yani, kendini yeniden üretme çabasının da bir ifadesidir bu sözcük. Yaşamın yeniden yeniden üretilmesine katkıdır bir anlamda sürgünün amacı.
***
Kürtler, modernleşmeyi çift katlı bir dayatma olarak yaşamak zorunda kalmış halklardan biridir. O nedenle de bu süreci geleneksel toplum ve hayatın kurum, değer ve ilişkilerinin çöküşü, yenilerin doğuş ve yerleşme sancıları ile yaşanmış bir toplumsal-kültürel tarih olarak değil, isyanlar, iskân ve ilticalarla yüklü bir siyasal tarihin ağırlığı altında yaşadılar.
Bu tarih içinde geleneksel sözlü Kürt edebiyatı yazılı edebiyata, geçmişin destanları çağdaş roman ve hikâyelere yerini bırakırken, temaların sürgün, göç ve ölümde yoğunlaşması son derece anlaşılır bir yönelimdir. Dolayısıyla Muhsin Kızılkaya’nın bu seçkisi özel bir ayıklamanın değil, ana mecranın yansımasıdır.
Ama, bu hikâyeleri okurken sürgün, göç ve ölüm sözcüklerinin çağrıştırdığı kanlı, karanlık, gözyaşına boğulmuş, kasvetli ve ürkütücü anlatıların hemen hiç olmaması kimseyi şaşırtmamalı. Bitkinlikten uzak bir hüzün, gülümseme ve çokça ironi yüklü hikâyeler bunlar. Ömer Laçiner’in dediği gibi: “Her şeyden çok gururunu yitirmemeye, korumaya çalışmış bir halk ve dil, sürgünün, göçün ve ölümün acılarını bile bu duruşla ifade eder çünkü.”
***
Fethi Akın “Zamansızdı Gidişler” adlı şiirinde müthiş bir tanım yapar “sürgün” için:
“Zamansızdı gidişler,
hep en güzel yerinde kaldı cümleler.
Ne tam veda edebildik,
ne de kalmayı becerebildik beraber.”
Ve Anar Zalem, “Sürgünde Yasaktır Ölüm” adlı şiirinde varlığını tanımlamakta zorlanıyor sürgünün:
“En sert mizacına bürünmüş
umutsuz
sabahlardan keyif alırken
zamanından önce
yolunu değiştiren bir trenin sürücüsü
olsa olsa
hayalettir!”
“Ölüm ve sürgün” belki de çoğu birey için aynı anlama sahiptir. Ya da, her sürgünlük hali, bir anlamda kişinin bir başka türden katledilme çabasıdır.
Ama bir başka boyutta sürgünlük hali, zor koşullarda da olsa, özgür yaşama isteğinin en somut örneğidir elbette. Ve yüzyıllardır, bütün iktidarların, muhaliflerine yönelik yaygınca uyguladığı en acımasız uygulamadır.
Avrupa Sürgünler Meclisi’nin 15 yılı aşan tarihi, belki şimdilik bu büyük desteği sürgünlere yeterince aktaramadı. Ama bu büyük boşluğu doldurabilme yeteneğini kanıtlamış oldu. Süreç içerisinde kendini daha da yetkinleştirip bu alanda değerli çalışmalara imza atacağından eminiz.
İ. Metin AYÇİÇEK
* Sürgün Dergisi 8. Sayıda yayımlanan yazı
3 kez okundu.