Metin Ayçiçek [1]
Son aylarda peş peşe kamuoyuna açıklanan Almanya’daki göçmen gruplarına yönelik toplumsal araştırma sonuçlarını, araştırmalara yönelik tepkilerle birlikte sıcağı sıcağına izledik.
Ucu bize de dokunan her araştırma ya da açıklamadan “yabancılığımızı hatırlatan bir vurguyu” öne çıkarırken, zaman zaman ölçüyü kaçırmak gibi bir yaklaşım içerisine girerek, belki de farkına varmadan “yabancılıkta ısrarı” da vurgulamaktan kaçınmamaktayız. Böylece bunlar “yabancıdır” ayrımcılığına[2], “evet, biz yabancıyız” ayrımcılığıyla yanıt olmaya kalkarak, parçalanmış toplumsal biçimleri yönetmek için üretilmiş politikaların malzemesi olmayı sürdürmekteyiz. Bu konuda yaşatılan sorunların tam da temelinde yatan kavramı yani “yabancı” kavramını alarak kurgulanan savunmaların, gerçekte savunmadan çok, iddiaya kanıt sunmak olduğunu henüz yeterince algılayabildiğimizi ne yazık ki söyleyemiyorum. Günlük dilin söyleminin bilim dilinde de tekrarını görmek ise açık söylemek gerekirse beni fazlasıyla öfkelendiriyor.
www
Kimlik, “ben kimim?” sorusuna verilen yanıttır. Yanıt en genel (üst) kimlik tanımlamalarından özel (alt) kimlik tanımlamalarına doğru indikçe, farklılaştırma derinleşmektedir. Örneğin Almanyalı olmak, Türkiyeli olmak gibi kendimizi bir coğrafyayla tanımlamak, o coğrafyada yaşayanları kardeşleştiren bir üst kimlik tanımıdır. Ama tanımı “ben kimim?” sorusunu devam ettirerek sürdürdükçe, aynı coğrafya üzerinde yaşayanları bırakın, aynı evde yaşayanları bile farklılaştırmak mümkündür.
Ve aynı coğrafya üzerinde (sınırlar söz konusu ise, aynı ülke sınırları içerisinde de diyebiliriz), aynı toplumsal üretim içerisinde yer alanlar arasında üst kimlik ortaklığı çerçevesinde yabancı-yerli ayırımı olamaz.
www
Ne “biz” yabancıyız, ne “onlar” yerli.
Çünkü ne “biz” kavramının her konumda kendini anlatabilen tek bir tanımı vardır, ne de “onlar” tanımı böylesi bir ayırma yeteneğine sahiptir.
Ayrıştırılabilen şey, gerçek insanın kendisi değil, düşüncelerde yaratılan tasarımlarda olmaktadır.
Örneğin, üretim sürecinde doğrudan yer alan “işçiler” kendilerinden söz ediyorlarsa “biz” sözcüğünün somut karşılığı “bir işyerinde çalışan işçiler” olur. “Onlar” diye tanımlananlar ise büyük olasılıkla “işçi-olmayanlar”dır.
Kadınlar “biz” diye başlıyorlarsa konuşmaya, muhtemelen bir cinsiyet tanımı üzerinden yola çıkıyorlar ve dişi cinsiyete işaret ediyorlar demektir ve diğer cinsiyetleri “onlar” ya da “dişi olmayanlar” olarak tanımlayacaklardır. “Anne” diye başlayan kadınların ortaklıkları o kadar fazladır ki, yan yana geldiklerinde, hangi etnik gruptan olurlarsa olsunlar, sorunlarındaki benzerliklerin ağırlığı onları tek tipleştirmeye yeter. Hamile kadının Türk ya da Alman olması hamilelik sürecinin insana özgü (biyolojik ya da psikolojik) ortak sorunlarını değiştiremez.
Ama siyasal yöneticiler ya da toplum önderleri tarafından ve politik amaçlarla, yaşamın insanlar arası farklılıklar üzerinden kurgulaması nedeniyle, hamileler de örneğin ulaşabildikleri ya da kullanabildikleri olanaklarda farklılaşabilmektedir. Türk ya da Alman hamilenin ulusal kimliklere göre kurgulanmış hastanelerde farklı bakım uygulamalarıyla karşılaşabilmesi, onların gerçekte Türk ya da Alman olmasının direkt sonucu değil, hastanede uygulamacı doktor, hemşire ya da yöneticinin politik, sosyal ya da ahlaki düşünce ve değerlerinin ayrımcılık üzerine kurgulanmış olmasındandır. Ayrımcılığa karşı olan uygulamacıların uygulamalarında ise hamilenin Türk, Alman, Arap ya da Yahudi olması fark etmeyecek, hepsi “hamile kadın” tanımıyla aynı kategori içinde özdeşleştirilecektir.
www
“Çocuklar” doğal bir gelişim sürecinin bir döneminin somut özelliklerinden yola çıkarak, dünyanın bütün ülkelerinde bütün halklar açısından üç aşağı beş yukarı birbirine benzer olan gelişkinlik döneminin özellikleri üzerinden kendilerini tanımlamak istediklerinde, “biz çocuklar” diyerek söze başlayıp; bu özelliklere sahip olmayan yetişkinleri ve bazen süt çocuklarını, “onlar” diyerek ayırabilmektedirler.
Okul sistemlerinin değerlendirilmesinde etnik kökene bağlı olarak “zeka” farklılıklarını (IQ testleri) araştırmaya yönelmenin ırkçılığın en kaba biçimi olduğunu biliyoruz. Eğer öğretim alanlarında Alman ile “yabancının” düzey farklılığından söz ediyorsak, burada gerçek olan şey, Alman diye tanımlanan kişinin içinde yer aldığı yaşam ve eğitim koşulları ve öğrenim olanakları ile “yabancı” diye kabul edilenlere sunulmayan olanakların kıyaslanması olabilir.
Uluslar eğitim standartları ve başarı oranlarına ilişkin yapılan uluslararası testlerde başarısızlığı sergilenen “gelişmiş” ülkeler, topraklarında yaşayan ve ‘yabancı” olarak tanımlanarak toplumsal statüleri bunun üzerinden belirlenenlerin “zeka geriliklerini” iddia ederek başarısızlıklarını gerekçelendirmeye bile yöneldiler. İşi, yerli-yabancı zeka düzeyi farklılığı üzerine tartışmalarına kadar geliştirenler bile çıktı ve IQ testleri yeniden gündeme sokulmaya çalışıldı.
Geçmişte IQ Testleri’nin, ABD’deki “siyah askerlerin komutanlık statüsüne ulaşımlarını engellemek” için üretilişinin öyküsünü hepimiz biliriz. Bir buçuk milyon “beyaz” ve “siyah” asker üzerinde yapılan araştırmalar, gözden kaçırtılan “bir ihmal” sonucunda (aslında bilinçli olarak yapılan amaçlı, planlı, programlı bir çarpıtma), yönetici beyazların istediği sonucu üretmiştir: IQ Testleri sonucu beyazların siyahlardan daha zeki oldukları kanıtlanmıştır. Yapılan hile neydi? Testler, kendisiyle “zeka” anketi yapılan kişilerin “yaşam koşullarının” herkes için standart olduğu varsayımıyla yola çıkıyorlar ve bu belirleyici öğeyi değerlendirme kapsamı dışında tutuyorlardı. Diğer bir grup araştırmacının aynı testleri “bireylerin yaşam standartlarına göre” yeniden sınıflandırmasından sonra çıkan sonuç ise, aynı yaşam koşullarına sahip siyah ve beyazlar arasında hiçbir farkın olmadığını açık olarak ortaya koydu. Toplumda alt yaşam standartları ile üst yaşam standartları arasındaki ciddi farklılıklar, doğrudan “yaşam standartlarına bağlı olarak kullanılabilen eğitim olanaklarını etkileyerek, sosyal grupların eğitilmişlikleri üzerinden bir farklılık” yaratmaktaydı.
Alman çocuklarla Türk ya da Kürt ya da Arap veya Rus çocuklar arasında, etnik kökenlerine bağlı olarak kendilerinde var olan, örneğin özellikle okul süreçlerinde öğrenme-kavrama zorlukları gibi bir “zeka düzeyi” farklılığından söz etmek mümkün değildir. Elbette genetiksel özelliklerin insan kişiliği üzerindeki etkilerini bütünüyle yadsımak mümkün değildir. Ama bu kalıtımsal özelliklerin nüfusa oranı, bir etnik kökende diğerine kıyasla kesinlikle belirleyici bir farklılığa sahip değildir. Alman çocuklarla Türk ya da Kürt ya da Arap veya Rus çocukların yaşam standartları ve yaşam koşullarının farklılıkları, eğitime yöneliş tercihlerini etkileyerek, zekânın kullanımı olanaklarının geniş ya da dar olmasına neden olmaktadır.
Örnekleri, böylesine somut, gerçek sosyolojik tanımlar üzerinden sürdürebiliriz.
Toplumsal araştırmalarda, bütün istatistik bilgiler bu veri üzerinden ele alınarak değerlendirildiğinde bir anlama sahip olacaktır. Ve ancak yaşam koşulları ve kendilerine sunulan maddi ve manevi olanaklar çerçevesinde ele aldığımızda görülecektir ki Almanya’da yaşayan halkların bütününde sosyal refahtan alınan pay oranı, eğitimde çocuğun yerini belirleyen birinci faktördür.
Göçmen topluluklar üzerine yapılan bütün araştırmaların dikkate almak zorunda oldukları en az birincisi kadar etkili olan bir ikinci faktör ise, çoğunluk toplumundan dışlanmanın yarattığı sonuçlardır. Dışlanmanın özellikle eğitime ilişkin olumsuz etkilerinin göz ardı edildiği bir göçmen araştırması kesinlikle doğru bir yanıta ulaşamaz. Zira her ülkede göçmen topluluklarının etnosantrizm[3], heterefobi[4], ksenefobi[5] gibi nedenlerle yaşadıkları çoğunluk toplumundan yalıtılma ve psikolojik-sosyal kuşatılmışlık duygusu, göçmen toplulukları üzerinde çok önemli olumsuz etkiler yaratır. Örneğin kendini sürekli olarak bir saldırı tehdidi altında hissetmek türünden etkilerin, göçmenlerin sosyal yaşam ve eğitim süreçlerine etkisini göz ardı eden bir sayısal araştırma, gerçeğe yaklaşmak şöyle dursun, tersine yaşanan gerginliğin pekiştirilmesine hizmet etmiş olacaktır.
www
Etnik köken üzerinden tanım yapmaya çalıştığımızda, ortak yaşamı olanaklı kılan araçların birlikte yaşam sürecinde birlikte kullanımını gerçekleştirerek, aynı toprak üzerinde ortak üretim (ve tüketim) alanlarında rol ve sorumluluk üstlenerek birlikte yaşamakta olan insan toplulukları, giderek dil ortaklığı, üretim ortaklığı, aynı coğrafyada ya da sınırlar içinde birlikte yaşamın kaçınılmaz sonucu olarak tarihsel ortaklık, kültürel ortaklık gibi ortak yaşam benzeşimlerini oluşturmuşlardır.
Ama ulus (millet) kavramı, bu tanımdan tamamen farklı bir temele dayanır: Ulus, gelişen kapitalizmin “pazar ayrıştırması sonucu” ortaya çıkan, bunu sınır ayrıştırması ile şekillendirmeye çalışan ve bu sınırlarla tanımlanan tekçi bir politik birlik yaratma çabasının ürünüdür. Onlar için ortak yaşam, tek-tipçiliği benzeştirmelerinin özetidir.
Örneğin Almanya denilen ülkede birbirinden farklı kültürleri bugün bile bir zenginlik olarak barındıran değişik halk grupları ve farklı halk kültürleri vardır. Bu nedenle bir ulus tanımı olarak Alman sözcüğü, üretilmiş ve varlığına inanmamız istenilen bir hayali cemaatten başka bir şey değildir. Aynı siyasal sınırlar içerisinde yaşayan Prusyalılar ile Bavyeralılar, Franklar, Saksonların ya da Şıvabların aynı kültürel ortaklıklara sahip olduğunu söylemek mümkün değildir.
Ama onlar, bütün kültürel farklılıklarına rağmen siyasal olarak çizilmiş, sınırları belli bir ülke içinde birlikte yaşamayı kabul etmiş ya da kabul ettirilmiş, yasalarla belirlenmiş haklar ve sorumluluklarla birbiri karşısında konumlandırılmış ve tanımlanmış; insanın eylemiyle üretilmiş ortak bir “Alman” kavramının içine tıkılmışlardır.
Göçmenlerin, Almanya halkıyla yaşadığı varsayılan ayrımcılık temelli çatışma, toplumsal gerçeğin doğal sürecinin kaçınılmaz bir sonucu olarak değil, politik yaklaşımlarla üretilmiş, ışık ve ses oyunlarıyla deforme edilmiş yanıltsamadır.
Sorunu canlı tutmakta yarar gören siyasal yöneticilerin (göç kabul eden ve göçmen yollayan ülkelerin) başrolü karşılıklı olarak üstlendikleri “yabancı düşmanlığı” anlayışı, gerçekte toplumsal dayanakları asla olmayan, ama farklı toplumsal alt kimliklere dayatılmış bir politik önyargılar yanıltmacasından başka bir şey değildir. Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin, yaşadıkları bu göç topraklarında daima “yabancı kalması” hem göç kabul eden hem de göçmen yollayan ülkelerin ortak çıkarları nedeniyle, özellikle sürdürülmek istenir.
www
Almanya’da yaşayan göçmenleri “potansiyel suç kaynakları” gibi sunmaya yönelmiş, “amaçlı hazırlanmış” yani sonucu önceden belirlenmiş birçok sözde “bilimsel araştırma”nın tanığı olmuş bir göç toplumunun, artık her araştırmayı “üfleyerek” okuması kadar doğal bir şey olamaz. Masraflı yani maliyeti büyük olan toplumsal araştırmaların amacının, sadece kamuoyunu bilgilendirmek olduğunu düşünmek için biraz fazlaca naif olmak gerekir. Bu tür araştırmaların çıplak sonuçları elbette bir yandan toplumsal politikaların oluşturucuları için temel malzemeyi sunarken, öte yandan politik yorumcuların bildik görevi, hazırlanacak toplumsal politikaların kamuoyunca kabulünün sağlanabilmesi için toplumsal bilincin hazırlanmasına yönelik yorum yapmak olacaktır.
Sütten ağzı yananların yapacağı en akıllıca iş yoğurdu üfleyerek yemektir, derler. Hayır, biz böylesi bir şartlı refleks geliştirerek yoğurda haksızlık yapmak ya da kendimizi komik duruma sokmak yerine, sorunumuzun tanımını doğru yapmalıyız. Ağzımızın yanmasının nedeni sütün yoğurdu andıran beyazlığı değil, sütün ağız yakacak kadar sıcak olduğunun ayrımına ulaşamamamızdır.
Biz yoğurdu değil, sıcak sütü (ama her sütü değil) yine de üfleyerek içelim.
DİPNOTLAR
[1] Bu yazı Eylül 2012 tarihinde yazılmıştır.
[2] Ayrımcılık; discrimination: Bireylerin toplumsal konumlanışları (sınıflar, tabakalar, zümreler) ya da biyolojik özelliklerindeki (cinsiyet ya da ırk) farklılıklara dayandırılarak hayali insan grupları oluşturup, bunlar arasında değişik kriterlere (saygınlık, üstünlük, zeka gelişkinliği, karakter sağlamlığı ya da zayıflığı, ahlaki nitelikler vb.) dayandırılan hiyerarşik yapılanmalar kurmak.
[3] Etnosantrizm: Mensubu olduğu etnik grubun “öteki etnik gruplarda olmayan” üstünlüklere sahip olduğunu varsayan bir aidiyet ilişkisi sapkınlığı. “Biz Türkler” ya da “biz Almanlar” diye başlayan genellemeci övgülerin çoğu bu tür bir anlayışın ürünüdür.
[4] Heterefobi: İnsanın, kendini bağlı hissettiği grubun dışında kalanlara karşı duyduğu, genellikle saldırgan eğilimlere yol açabilen korku ve düşmanlık eğilimi.
[5] Ksenefobi: Çoğu toplumlarda şu veya bu oranda görünen ve savunma güdüsünün bir dışavurumu olarak değerlendirilebilecek “yabancı korkusu”.
628 kez okundu.