İrfan Aktan’nın Sosyal Bilimci Dr.Elifcan Karaca ile yaptığı söyleşi Duvar gazetesinde 28 Nisan 2017 tarihinde yayınlandı.
Türkiye’den farklı zamanlarda ve farklı nedenlerle Almanya’ya göç etmiş gruplar arasındaki ilişkiyi araştıran Dr. Elifcan Karacan’la yapılan bu söyleşiyi aşağıda yayınlıyoruz.
Türkiye’den farklı zamanlarda ve farklı nedenlerle Almanya’ya göç etmiş gruplar arasındaki ilişkiyi araştıran Dr. Elifcan Karacan’ın Berlin’de kapısını çaldık. Doktora tezi “Remembering the 1980 Turkish Military Coup d’Etat” (Türkiye’deki 1980 Askeri Darbesini Hatırlamak) ismiyle kitaplaştırılan Karacan, “Ahmet Şık’ın son duruşması sırasında havaya kaldırdığı yumruğun temsil ettiği öfke, milyonlarca insanda gizli. Ama o yumruğu havaya kaldıracak ortam henüz yok. O yumruklar bir gün havaya kalkacak” diye konuştu.
Geçtiğimiz hafta Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin (AKPM) Türkiye’nin üyelik sürecini yeniden izlemeye alması tarihi bir dönüm noktası gibi görünüyor. AKP’nin Türkiye’yi büyük bir hızla Avrupa’dan uzaklaştıran siyaseti, içerideki baskılarla başat bir biçimde yürüyor. Bu baskılara karşı henüz kitlesel boyutlara ulaşmasa da Avrupa’ya ciddi bir göç eğilimi olduğu da görülüyor. Peki, politik baskılardan dolayı Avrupa’ya iltica edenleri nasıl bir gelecek bekliyor?
1980 darbesinden sonra Türkiye’den gelip Almanya’ya sığınan politik mültecilerle, tüm baskılara rağmen Türkiye’deki mücadeleyi sürdüren aktivistlerin aynı geçmişi nasıl hatırladıklarını, Türkiye’den farklı zamanlarda ve farklı nedenlerle Almanya’ya göç etmiş gruplar arasındaki ilişkiyi araştıran Dr. Elifcan Karacan’ın Berlin’de kapısını çaldık. Doktora tezi “Remembering the 1980 Turkish Military Coup d’Etat” (Türkiye’deki 1980 Askeri Darbesini Hatırlamak) ismiyle kitaplaştırılan Karacan’ın değerlendirmeleri, baskılara karşı göç seçeneğine dair zihinlerde yeni soru işaretleri yaratacağa benziyor.
Haziran ayından itibaren Frankfurt Goethe Üniversitesi Sosyoloji Enstitüsü’ndeki Kültür ve Göç kürsüsünde bilgi sosyolojisi, toplumsal cinsiyet, göç sosyolojisi, toplumsal eşitsizlikler üzerine yürüttüğü çalışmalarına devam edecek olan Karacan’a kulak veriyoruz…
1980’li yıllara dair hafızanın nasıl yeniden oluşturulduğu üzerine yaptığınız araştırma, bizim güncel bir meselemize de ışık tutabilir. Henüz kitlesel boyutta olmasa da Türkiye’den çok sayıda insan buraya, Almanya’ya iltica etti ve etmeye de devam ediyor. Siz ise 1980’li yıllarda buraya kaçmış veya tüm baskılara rağmen Türkiye’de kalmış insanlar üzerine araştırma yaptınız. Öncelikle, 1980 sonrası mültecilerle şimdikiler arasında herhangi bir kıyas yapılabilir mi?
12 Eylül’de de şimdikine benzer koşullarda Avrupa’ya göç yaşandı. 80 darbesi sürecinde sadece Almanya’ya 30 bine yakın politik mülteci geldi. Tabii bunların içinde herhangi bir ceza almadığı halde, o koşullarda tedirgin olup gelenler de var. ’80’lerde de özellikle Alman sol siyaseti Türkiye’deki koşullara tepki gösteriyor. Askeri cuntaya, işkenceye karşı Köln’de 1983 yılında çok büyük bir kitlesel gösteri yapılıyor mesela.
Almanya’daki Türkiyeliler mi yapıyor bu gösteriyi?
Hayır, Alman sol partileri yapıyor. O dönem çok ciddi bir dayanışma da var. Sığınma talepleri kabul edilen mültecilere evlerinde oda veren sol gruplar olduğunu biliyoruz. Şimdi de onu çağrıştıran bir dayanışma var. 1980’lerde gelen mülteciler açısından bu dayanışma çok hayati. Sığınma başvurularının kolaylaştırılması, dil öğrenmelerinde yardımcı olunması, entegrasyonu da görece kolaylaştırıyor o dayanışma.
Gerçi iltica ettikten sonra yıllarca Almanca öğrenmeyen, bir gözü hep Türkiye yolunda olan insanlardan bahsedilir hep…
Bu tabii geldiğiniz yerle çok ilgili. Mesela Köln, Berlin gibi solun daha güçlü olduğu büyükşehirlerde insanlar mültecilere daha açık. Bu, mültecilerin politik aktivitelerinin de daha kolay olduğu bölgeler. Ama bazı küçük şehirlerde bu çok mümkün olmadığı için mülteciler daha ziyade kendi aralarında yaşıyorlar. Dil ciddi bir bariyer tabii. Türkiye’de edindiğin akademisyen, sendikacı veya politikacı kimliğini burada aynen devam ettirmen zor. Her şeye sıfırdan başlaman, o kimliği yeniden inşa etmen gerekiyor.
Geçenlerde Kadıköy’de yaşayan bir arkadaş, Suriyeli bir ressamın yakınmalarını aktarmıştı: “Ben ülkemde iyi bir ressamdım ama burada hiçbir şey değilmişim gibi muamele yapılıyor. Oysa benim gözüm burada değil, kendi ülkemde.” Aynı sorun burada da yaşanıyor anlaşılan…
Kesinlikle. Fakat 12 Eylül dönemi açısından söylüyorum; örneğin Ankara Siyasal’dan gelenler zaten yabancı dil bildikleri için çok zorlanmıyorlar. Belli aktivitelere daha kolay dahil olabiliyorlar. Ama bir kesim de maalesef uzun süre Türkiye’de oluşturduğu statüyü veya politik kimliği burada inşa edemiyor. Bu bir değersizleştirme aslında. Mültecilerin yaşadığı travmaların bir veçhesi de bu. Mesela 2014’te İran’dan gelmiş bir müzik profesörü kendisine sürekli “biz seni kurtardık” muamelesi yapılmasından rahatsız olduğunu söylemişti. Kadın “ben müzik profesörüyüm, bu kimliğimle muamele görmek istiyorum” diyordu. Aynı şekilde mesela Barış Akademisyeni olarak buraya gelen bir arkadaş, üniversitedeki ödemesi gecikince fakülte sekreterine gidip bunun hesabını soruyor. Sekreter, akademisyenin hakkını isteyişi karşısında şaşırıyor. “Biz seni ülkenden kurtardık, daha ne istiyorsun” muamelesi yapıyor. Müteşekkir olmanı bekliyorlar.
Yeni mültecilerin, 1980 ve 1990’lı yılların mültecileriyle herhangi bir temasları oluyor mu?
Kendi geleceklerinden ziyade, geride kalan meslektaşlarını düşünüyorlar. Bir de buradaki kamuoyuna dertlerini, niye geldiklerini, Türkiye’de akademinin koşullarını anlatmaya çalışıyorlar. Belki bir süre sonra kendilerinden önce gelmiş olan mültecilerle ortak aktiviteler gerçekleştirecekler ama şu anda gözleri arkadaşlarında.
“Remembering the 1980 Turkish Military Coup d’Etat” (Türkiye’deki 1980 Askeri Darbesini Hatırlamak) ismiyle kitaplaştırılan doktora tezinizde bellek, travma ve şiddet üzerine çalıştınız. Geçmişe dair belleği içinde bulunduğumuz koşullara göre yeniden mi kuruyoruz?
Bellek dediğiniz şey katı, bir kutuda saklanmış olarak durmaz. Dinamiktir. İnsanlar yaşadıkları politik, ekonomik değişimlerde o belleği yeniden üretir. Bellek politik bir şeydir. Toplum olarak ne zaman, neyi hatırladığımızı tamamen ekonomik-politik koşullar belirliyor. Şu anda da belleğimizi, şimdiki koşullara göre yeniden kuruyoruz. Benim 12 Eylül’ü ele almamın bir sebebi de Özal dönemi çocuğu olmamdı. Malatya gibi küçük ve muhafazakâr bir şehirde büyüdüm. 1980 darbesiyle gerçekleştirilmek istenen Türk-İslam sentezini okul deneyimimizde yaşadık. Bir derste masaya çıkıp namaz kılıyor, bir sonraki derste de İkinci Ordudan gelen bir öğretmene asker selamı verip rütbeleri öğrenmek durumunda kalıyorduk. Malatya da tıpkı Çorum, Maraş, Sivas gibi darbe öncesi Alevi-Sünni gerilimi üzerinden karıştırılmaya çalışılan illerden biriydi. O yüzden çok fazla 12 Eylül hikâyeleri dinleyerek büyüdüm. O döneme dair üretilen hafızayı irdelemek için darbeden dolayı Almanya’ya gelen politik mültecilerle Türkiye’deki politik insanlar arasında bir karşılaştırma yapmaya karar verdim. Çünkü ortada mekânsal, dil, kültür, ekonomi-politik açıdan farklı ama ortak bir geçmiş vardı. Aynı geçmişi yaşayan insanların farklı mekân ve koşullarda geçmişi nasıl hikâyeselleştirdiklerini araştırmanın zihin açıcı olacağını düşünüyorum.
Araştırma için görüştükleriniz politik aktivite içinde olan insanlar mıydı?
Evet, kriterlerimden biri buydu. O tarihten bu yana Almanya ve Türkiye’de politik mücadeleyi sürdüren insanlarla görüştüm.
Kalanlarla gidenlerin darbe dönemini hikâyeleştirmeleri arasında ne tür farklar var?
Biyografik araştırma tekniği kullandığım için insanlara sadece “bana hayat hikâyenizi anlatır mısınız” diye sordum ve gerisine müdahale etmedim. Türkiye’de kalanlar hikâyelerini söyleşi yaptığım tarihe kadar getiriyordu. Çünkü orada hâlâ bir haksızlığı kanıtlama çabası var. Tıpkı Ermeni soykırımında olduğu gibi sürekli inkâr edilen, yaşananların görmezden gelindiği, kabul edilmeyen bir geçmiş var. Dolayısıyla insanlar o geçmişi hâlâ ispat etme gereği duyuyor. Bir diğer sebep de siyasi aktivitelerini devam ettirenlerin 12 Eylül’den beri hâlâ baskı görüyor olmaları. Mücadeleleri devam ettiği için hayat hikâyeleri de devam ediyor.
Mültecilerin hikâyesi nerede bitiyor?
Çok ilginçtir, “1983’te bir şekilde Frankfurt havalimanına geldik” diyor ve hikâyeyi bitiriyor. Çünkü buraya geliş onlar için 12 Eylül döneminin bitişi anlamına geliyor. İlginç olan şeylerden biri de mültecilerin 12 Eylül dönemini Türkiye’de kalanlara göre daha net hatırlıyor olmasıydı. Fotoğraf gösterir gibi anlatıyorlar. Çünkü buraya geldikten sonra politik kimliklerini kabul ettirmeleri epey zaman alıyor. Örneğin “TÖB-DER’in Artvin il yöneticisiydim” dediğinde burada hiçbir karşılığı yok. O yüzden dahil oldukları grup içinde bu anlatıyı sürekli tekrarlıyorlar. Türkiye’deki birinin ise sürekli TÖB-DER yöneticisi olduğunu anlatmasına gerek yok. Orada sürekli devam eden politik mücadele var. Buraya gelmiş olanlar açısından dondurulmuş hafıza söz konusu.
Türkiye’nin mevcut durumu 1980’lerle kıyaslanıyor. 1980’lerin mültecileri, şu an yaşanan baskıları kendi deneyimleriyle mukayese ediyorlar mı?
Alman medyası Türkiye’ye dair çok karanlık bir tablo çiziyor. Elbette çok ciddi bir baskı var ama ciddi de bir mücadele var. Almanlar da, mülteci Türkler de “çok yakında bir savaş patlak verecek” kaygısı içindeler. Türkiye, buradan bakıldığında Irak ve Suriye’den farklı görülmüyor.
Yeni mültecilerle 12 Eylül’de kaçmış olanlar, şu anki dönemi farklı mı tarif ediyor?
Yeni gelenler, Avrupa’da büyük bir özgürlük olduğu yanılsamasına sahip. Oysa burada da belli oranda sosyal devlet kuralları işlerken, baskı farklı şekillerde uygulanıyor. Barış Akademisyeni içindeki bir arkadaş “Türkiye’de akademi hiçbir zaman özgür değildi” demiş, Alman gazetesi de tabii ki bunu manşete taşımıştı. Evet, Türkiye’de akademide her zaman bir denetim vardı. Şimdi çok çok kötü. Barış bildirisine imza attığı için insanlar işinden atıldı. Ama bu, Almanya’da akademinin çok özgür olduğu yanılsaması yaratmamalı. Bu şüpheci yaklaşımı Almanya’da yaşarken de bırakmamalıyız. Bu biraz da sığınmacı psikolojisinden kaynaklanan bir yanılsama. Oysa buradaki akademik sistemin çok katı uygulamaları var.
Ne gibi katı uygulamalar?
Akademinin şirketleşmesi Almanya’da ciddi bir sorun. Proje odaklı çalışmak, üniversiteye proje getirmek zorundasın. Aksi halde zaten sınırlı olan sözleşmen devam etmiyor. Profesör kadrosunda bile insanlar en fazla beş yıl sözleşmeyle çalışabiliyorlar. Sınırsız iş kontratlarını almak çok zor ve bunu alabilmek için üniversiteye ne kadar proje getirdiğine bakılıyor. Türkiye’den gelen akademisyenlere ise üniversiteler, dayanışma amacıyla burs verebildiler. Ancak, risk altındaki akademisyenlere verilen bu bütçe maalesef sınırlı.
Almanya’ya Türkiye’den 1960’larda işçi göçü, 1980, ’90 ve 2016 itibariyle de politik göçler yaşandı. Bu farklı dönemlerde göç etmiş olan insanların kendi aralarındaki münasebetleri nasıl?
Göç çalışmalarında nedense bu “heterojenite” gözardı ediliyor. Sanki birlikte hareket eden, aynı koşul ve ihtiyaçlara sahip bir göçmen organizması varmış gibi yaklaşılıyor. Politikalar da bu algıya göre şekilleniyor. 12 Eylül döneminde gelen politik sığınmacıların sayısı 30 bin gibi küçük bir sayı olduğu için göç araştırmalarında varlıklarına bile pek değinilmiyor. Oysa göçmenleri sınıf, cinsiyet, kimlik, inanç açısından farklı şekilde değerlendirmek gerekiyor. İşçi göçüyle gelenler içinde ortak camilere gidenler var ve bunlar mesela Pakistanlılarla filan da ortaklaşıyorlar. 1990’larda gelen Kürt sığınmacılarla ’80’lerde gelmiş olanlar belli politik aktivitelerde bir araya geliyorlar. Farklı kesişme alanları olduğu gibi çatışma alanları da var. Son çalışmamda da bunun en belirgin yanının sınıfsal çatışma olduğunu gördüm.
“Alamancının bir toplumsal tip olarak inşası” isimli çalışmanızdan mı söz ediyorsunuz?
Evet, ilk işçi göçüyle gelenler ile politik sığınmacılar ve öğrenciler arasında birbirini dışlayıcı bazı yaklaşımlar var. “Alamancı” mesela bu dışlayıcı yaklaşımın dışa vurulduğu sözcüklerden biri. Geçmişte “Alamancı” olumsuz bir etiket değilken, orta sınıf göçmenler ile Türkiyeli orta-alt sınıfının, Almanya’ya gelmiş ve belli tüketim olanaklarına sahip alt sınıfı dışlamanın ifadesine dönüştü. Türkiye’den gelen öğrencilerle yaptığım görüşmelerde, Alman sağ popülist partileri ve o partileri takip eden Alman sağcılarının söylediklerine benzer yaklaşıma sahip olduklarını gördüm. “Kreuzberg tehlikeli bir yer, oraya gitmemek lazım”, “Hırsızlık yapıyorlar”, “Buraya uyum sağlayamamışlar”, “Soran Almanlara biz İstanbul’dan geliyoruz, diyoruz.” Kendilerini ayrıştırma çabaları var. Göçmenleri sürekli dönerci ve manav olarak konumlandırıyorlar. “Almancayı öğrenememişler” diyorlar ama kendileri de bilmiyorlar! Bu dışlamanın sınıfsal olduğu kanaatindeyim.
Peki, gerçekte de bir entegrasyon sorunu yok mu?
Almanya’da artık bu entegrasyon değil, kültürlerarasılık sorunu olarak tartışılıyor. Çünkü farklı kültürler içinde herhangi birinin bir diğerine entegre olması oradaki baskı veya hegemonyayı gösterir. Alman resmi devlet söyleminde hâlâ “entegrasyon sorunu” deniyor ama akademik çalışmalar bu çerçevede tartışmıyor. Dolayısıyla farklı kültürlerin bir arada nasıl yaşayabileceği, aralarında nasıl bir alışveriş yaşanabileceği üzerine kafa yoruluyor. Bu tabii politikalara çok hızlı yansımıyor. Son yıllarda Merkel’in yürüttüğü göçmen politikasıyla bir milyon 100 bin civarında Suriyeli göçmen geldi Almanya’ya. Geçen yıl Münih’e ilk göçmen akımı olduğunda Münih emniyeti, “şu saatte göçmenler gelecek, destek olabilecekler varsa karşılamaya gelsin” diye bir anons yaptı. İnsanlar ellerinde çiçekler ve oyuncaklarla tren garına gittiler. Fakat kısa süre içinde Alman sağ partileri bunu araçsallaştırarak belli şehirlerde göçmen karşıtı yürüyüşler başlattılar. Avrupa’daki sağ partiler bu göçmen karşıtlığını çok kısa sürede lehlerine çevirdiler. Nitekim sağcı AfD partisi, Mecklenburg-Vorpommern eyaletinde göçmen karşıtlığı üzerinden Merkel’in önüne geçti.
Irkçılığa karşı göçmenler arasında bir dayanışma ve mücadele var mı?
Bir boyun eğmişlikten söz edemeyiz. Ayrıca 2. Dünya Savaşı sonrasından itibaren “Almanya bir daha asla” sloganı altında hızlı bir şekilde örgütlenebilen sağ karşıtı gruplar var. Bunlar bazen belli partilerde aktifleşebiliyorlar. “Tüm mülteciler ülkemize hoş geldi” kampanyaları oldu bu anti faşistlerin. Irkçıların yaptığı her gösteriye karşı bir gösteri düzenlediler. Dolayısıyla göçmenler de kendilerinin buraya gelmesinden rahatsız olmayan, bilakis onları destekleyen grupların olduğunu biliyorlar.
Türkiye’deki referandum sırasında Almanya, Avusturya ama özellikle Hollanda’yla yaşanan gerilim buradaki Türkiyelilere nasıl yansıyor?
O süreç hem Türkiye hem de Avrupa sağına yaradı. Gerçi buna rağmen Evet oylarında, özellikle Hollanda’da çok ciddi bir yükseliş olmadı. Hollanda’da 1 Kasım’da yüzde 69 olan AKP oyu referandumda yüzde 70.4 Evet olarak çıktı. Burada sürekli dışlanan, hor görülen göçmenler, yaşanan gerilimi kurumsal bir politikanın sonucu olarak değil, etnik kimlik veya dini inançla algılamaya çok eğilimli. “Ben Müslümanım o yüzden bu yapılıyor” gibi basit bir denklem kuruyorlar. Ayrımcı uygulamalar karşısında da Erdoğan veya AKP’yi kendi taraflarında görüyorlar. Fakat referandum sonrası çifte vatandaşlığın iptal edilebileceğine dair tartışmalar korku yarattı. Bu korku herhangi bir kriz anında yeniden ortaya çıkabiliyor. Buranın vatandaşlığını alanlar bile kendilerini buraya ait ve güvende hissetmiyorlar. Avusturya’da mesela Yeşiller Partisi milletvekili Peter Pilz bile basının karşısına çıkıp “elimizde çifte vatandaşların listesi var” diyerek tehditte bulunabiliyor. “Madem diktatörlükte yaşamak istiyorsunuz, o zaman buyurun gidin” diyorlar.
Bu tartışma Türkiye’de de yapılıyor. “Avrupa’daki demokrasiden faydalanıp buradaki otoriter düzen lehine oy veriyorsunuz” diyerek, Evet oyu veren göçmenlere tepki gösterenler oldu. Siz, Evet oyu veren göçmenlerin tutumunu nasıl yorumluyorsunuz?
Burada göçmen psikolojisinin belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. “Ben Türk olduğum için, Müslüman olduğum için dışlanıyorum” diye düşünüyorlar. Avrupa’daki ayrımcılığa tepki olarak Türkiye’deki sağ siyasete destek veriyorlar. Ama cezalandırdıkları Avrupa değil, Türkiye’de yaşayanlar oluyor tabii.
Burada ne tür ayrımcılıklarla karşılaşıyorlar?
Kurumsal bir ayrımcılık var. Göçmen kökenli öğrenciler eskiden beri eğitim sisteminden eşit yararlanmıyor. Çok kısa süre içinde öğrenciler derslerdeki başarıya ve sınıf öğretmeninin kanaat notuna göre farklı okullara ayrılıyor ve o okullar da daha sonra üniversiteye gidip gitmeyeceğini belirliyor. Genelde göçmen çocuklarına “zaten anne-babanız sizi okutmayacak” veya “kısa süre içinde meslek edinmenizi isteyecekler” diyerek onları meslek okullarına yönlendiriyorlar. Bu sistematik bir ayrımcılık. Ayrıca statü yükseldikçe, ayrımcılığın dozu da artmaya başlıyor.
Nasıl?
Türkiye’den gelen bir akademisyen doktora yapabilir ama profesör olması bir Alman’a göre çok daha zor. Bununla ilgili istatistikler de gösteriyor ki, aynı yetenek ve birikime sahip olan bir göçmen ile bir Alman’ın örneğin akademiye alınma oranı arasında bariz fark var.
Kitabınıza geri dönelim: Siz 1980 darbesinin yarattığı travmanın, mülteci veya değil, politik insanlar üzerindeki tesirini irdelediniz. Şu an Türkiye’de yaşanan ve 12 Eylül’ü aratmayan koşulların nasıl bir travma yarattığını düşünüyorsunuz?
Gezi olayları sırasında İbrahim Kaboğlu, insanların bellek hakkından söz etmişti. Kamusal alanda, örneğin bir park veya bir anıt, çok uzun süre durduğunda, insanlar onunla ilgili anılar biriktirmeye başlıyor. Bu bir sokak olabilir veya Sulukule gibi bir mahalle. Orada sadece insanların barınma hakkı değil, bellek hakkı da ellerinden alınıyor. Şu an Türkiye’den kaçmak zorunda kalanlar bu travmanın en ağır biçimini yaşıyor. Çünkü o bellekten tamamen uzaklaşıyorlar. Ailemiz, çevremiz, eğitimimiz, kültür ve inançlarımızın toplamıyla biz toplumsal belleğimizi oluşturuyoruz. Onlardan soyutlanmak, göç etmek zaten başlı başına bir travmadır. Göçtüğün yerde düşüncelerini dil bariyeri yüzünden ifade edememek, belli aktivitelere dahil olamamak, tiyatro-sinemaya gidememek gibi basit engeller bile birer travmadır. Türkiye’de sürekli travmalarla büyüdüğümüz için bu tür şeyler bize güneşin doğuşu kadar doğal gelebilir. Ama insanların mahallesini, şehrini, toplumsal çevresini, ülkesini bırakması basit bir olay değil.
Buraya gelen akademisyenler ne tür zorluklar yaşıyor?
Sosyal bilimlerden gelenler göç üzerine yoğunlaşıyorlar. Çünkü araştırma alanları sınırlı. Çok iyi Almanca bilmediğiniz zaman, Alman akademisinin katı kurallarına çarpıyorsunuz. Türkiye gibi üçüncü dünya ülkesinden gelen bir araştırmacının, örneğin Brandenburg’daki bir köyün ekonomik ilişkilerinin tarihsel değişiminin incelenmesi projesini kabul ettirmesi çok zor. Sana “git Türkiye’yi anlat, İslam’ı anlat, AKP’nin son sürecini anlat” filan diyorlar. Kendisi çok temel düzeydeki Türkçesiyle, gidip Türkiye’de araştırma yapabilir ve burada belli çevrelerde çok rahat kabul ettirebilir. Ama Türkiye’den veya Suriye’den gelen bir araştırmacının Almanya’nın sorunlarına dair bir araştırma yapması ve bunu kabul ettirmesi neredeyse imkânsız. Yeni gelen akademisyen arkadaşlar da hemen bunu fark etmiş durumda. Bütün o kültürel, sosyal, siyasal travmanın dışında böylesi bir mesleki sıkıntı var.
Referandumdan “Evet” çıkartılması, yeni göçmenler üzerinde nasıl bir etki yarattı?
Hayır çıkması halinde geri dönüşlerinin daha mümkün olabileceğini düşünüyorlardı. Ama Türkiye’deki iktidar her meseleyi kişiselleştirip insanları düşmanlaştırdığı için bu ihtimal zayıfladı. Mesela bir cumhurbaşkanının işini gücünü bırakıp Deniz Yücel gibi bir gazeteci üzerinden politika yapması burada anlaşılır bir şey değil. Aynı şeyi Jan Böhmermann isimli komedyenin yazdığı şiir üzerine de yapmıştı. Bence çok çirkin, ayrımcı, saygısızca bir şiirdi. Ama bu, iktidarın her şeyi kişiselleştirme yaklaşımı gerçeğini değiştirmiyor.
Bu konuda yıllardır çalışan bir akademisyen olarak Türkiye’deki politik baskılardan dolayı buraya göç etmek isteyen insanlara ne önerirsiniz?
Açıkçası Almanya’da yaşarken, buraya gelmek isteyen bir insana “gelme” demek en hafif tabirle etik olmaz. Ama Türkiye’deki bir üniversitede çalışma olanağım olsaydı, kalıp mücadele etmeyi tercih ederdim. Bizim gibi düşünen akademisyenlerin bir çoğu KHK’larla ihraç edilirken, onların yerini sağ-muhafazakâr kesime bırakmak çok kötü bir strateji olur. Dolayısıyla şu an Türkiye’deki bir üniversitede kadro alabilsem, orada kalıp atılan arkadaşlarım için mücadele etmeye, ders vermeye devam ederdim. Tabii ihraç edilenlerin göç etmesi farklı bir konu. Çünkü onlar sadece ihraç edilmediler, aynı zamanda bir çok tehditle de karşılaşıyorlar. Fakat iş Avrupa’ya gelmekle bitmiyor. Burada da ayrı, üstelik kişisel bir mücadele yürütmek gerekiyor. Kolay bir mücadele de değil bu.
Sizce Türkiye toplumu nasıl bir dönüşüm yaşıyor?
Gezi protestoları öncesinde Türkiye’ye gittiğimde herkes çok büyük bir çaresizlik duygusu içindeydi. Engellenemez bir güç karşısında yaşanan çaresizlik hâkimdi. Bu kadar baskının büyük bir patlamaya sebep verebileceğini düşünmüştüm. Nitekim Gezi direnişi patlak verdi. O direnişin çok şey kazandırdığı açık. “Gezi direnişi bitti ve AKP hegemonyasına daha fazla güç kattı” diye düşünmüyorum. Bence o tarihten itibaren AKP iktidarı son dönemlerini yaşamaya başladı. 16 Nisan, AKP’nin karşısındaki gücün de küçümsenemeyeceğini gösterdi. Ahmet Şık’ın son duruşması sırasında havaya kaldırdığı yumruğun temsil ettiği öfke, milyonlarca insanda gizli. Ama o yumruğu havaya kaldıracak ortam henüz yok. O yumruklar bir gün havaya kalkacak. Ben o açıdan esas umudun bizim tarafta olduğunu düşünüyorum.
Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin, Türkiye’yi yeniden denetim sürecine alması mültecileri nasıl etkileyecek sizce?
AB ilişkileri ve mülteciler konusunda AKP de AB de yanar döner politikalar izliyor. 2005’te AB’ye tam üyelik için müzakere sürecinin başlatılmasını gündüz vakti havai fişeklerle kutlayan veya 2016’da yapılan mülteci anlaşması ile 6 milyar Euro’nun ve Avrupa’ya vizesiz girişin sözünü alan AKP, bunu aylarca kendi medyasında büyük başarı olarak anlattı. Şimdi de AKPM’nin Türkiye’yi otoriterleşen sistem, demokrasideki kısıtlamalar, idam cezasının yeniden gündeme getirilmesi gibi nedenlerle yeniden denetim sürecine alması üzerine AKP, bu kararın alınmasında etkili olan parlamenterler hakkında karalama kampanyasına başladı. 2016’daki mülteci anlaşmasının ardından, İngiltere’de sağ gruplar bunu BREXIT referandumunda malzeme olarak kullandılar ve “Türkler Avrupa’ya geliyor, hâlâ AB’de kalalım mı” gibi ırkçı pankartlar hazırladılar. AB ülkelerinin bir diğer korkusu ise Türkiye’yle ilişkilerin bozulması durumunda Türkiye’den gelecek yeni bir mülteci akını. Bu danışıklı dövüşte ezilenler, mülteciler, göçmenler veya genel olarak insan hakları ihlallerine uğrayanlar için bir çıkış yolu en azından kısa vadede yok gibi. Türkiye, sıkıştığı anda yine göçmen ve mülteci kozunu kullanacaktır. AB ise Türkiye’de iktidar tarafından baskı altına alınan kesimlerle değil, kendi çıkarlarına hangi blok uyuyorsa onunla hareket etme yolunu seçecek bence.
299 kez okundu.