John Locke’dan beri insan, ‘onuru, özgünlük ve özgürlükleriyle yaşayan bir hayvan’ olarak tanımlanır oldu. İnsan hakları tanımlarının neredeyse hepsinin ilk maddelerinde inşa edildi ‘bireyin ırk, ulus, dil, inanç, politik düşünce farklılıklarına’ yönelik korunaklar. Ne var ki, iktidar anlayışları hırslarını terk etmediler.
Ve böylece sürgünlük, bir direnme, bir başkaldırı eylemi; onurlu bir yaşam güvencesi arama arayışı, ama aynı zamanda mevcut siyasal sisteme karşıt eylemini özgürleştirme istemi ve çabası haline geldi çağımızda. Yani çağımızda sürgünlük, onu sınırlayan koşulların dışına kaçarak, bireyin yaşam eylemini özgürleştirmek için başvurduğu bir korunma, özgürleşmek için sürdürdüğü bir mücadele halidir.
Tam da Eduardo Galeano’nun söylediği gibi: “Sürgünün bir meydan okuma olduğuna inanıyorum. Bir yetersizlik ya da bozgundan kaynaklanan bir cezalandırma dönemi olarak başlayan bu süreci bir yaratma dönemine dönüştürmek ve mücadelenin yeni bir cephesi olarak addetmek için tevazu ve sabır gerekiyor.” (27 Mart 1984’de Daniel Cabalero ile röportajından.)
On yılı aşkın zaman sürgün yaşayan Galeano sürgünlüğünün muhasebesini şöyle özetler: “Ben her zaman boğanın tarafını tuttum, matadorun değil ve hâlâ aynı taraftayım.” [Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri.]
Bireye onurlu bir yaşam sunulmayan, kendini ifade etme olanağı verilmeyen ve özgürlüklerin en dar alanlara sokularak boğazlandığı yerde, direnebilmek için seçilen geniş alanlardır sürgünlük. Belki de, ileriye yönelik yapılacak son sıçrayış için hız almak amacıyla iki adım geriye çekilmektir çizgiden.
Nasıl bir şeydir sürgünlük? “Bu da gelir, bu da geçer”in tükenmez zulmü müdür? Bir ölünün arkasından ağlamak mıdır sala’sız kaldırılan, ya da hayıflanmak mıdır papatya yaprakları gibi koparıp atılan ömürlere? Beklenen sabır, sürgünlük halinin bireyin önüne çıkaracağı zorluklara tahammül ile ilgilidir.
Çünkü özgürlük arayışı içerisinde olan her mücadele gibi, sürgünlük de ağır bedeller ister insandan.
Yani bir diğer anlamda sürgünlük, tekçi iktidarların özgürleşme çabasının önüne koydukları bir ceza olarak çıkarılmaktadır tarih sahnesine.
Edward Said bunu araştıran bir kâşiftir keşfedilmemiş sürgün topraklarında: “Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Tarihin ve edebiyatın, sürgünü insanın hayatında kahramanca, romantik, şanlı ve hatta muzafferane sayfalar açan bir durum olarak betimleyen hikâyeler barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar hikâyeden, yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır.” [Edward Said, Kış Ruhu.]
Aslında, geçmişe ilişkin anılar ile geleceğe ilişkin fanteziler, sürgünü bir anlamda yeni yaşam alanlarında koruyan iki temel dayanaktır. O. nostaljik anılarla beslemeye çalışır susuz kalan köklerini ve fantezileriyle besler sürgün topraklarında yaşama direncini. İyi anılara olduğu kadar kötü anılara da gereksinimi vardır sürgünün bu yüzden:
İlkini, terk etmek zorunda kaldığı toprağı kaybetmemek amacıyla yeniden yeniden sulamak için korurken, aynı topraklardan alınan abartılmış kötü anılarla sürgünlüğün gerekçelendirilmesi onu yeni yaşam alanlarına bağlar ve bitmez kavga süreçlerine sürükler.
Yine de bilinir ki, her çağda ve her toplumda, ‘umut’ sürgünün günlük tayınıdır.
Dönüş ise yeni bir sürgünlüğün adıdır sürgünün yüreğinde. Yazmıştım:
“Sürgünler dönüyor zaman zaman, bir zamanlar terk etmek zorunda kaldıkları topraklara doğru ve yeni kimliklerini bırakarak sürgün topraklarında.
Belki de yeni bir kimliğe doğru ürkütücü bir yolculuk ve yeni bir tarihin miladı olacak eski topraklara kavuşulan o endişeli an.
Şarkılardaki gibi aynı:
Allı yeşilli takalar gibi rüzgâra açıyorlar yelkenlerini ve rengârenk gidiyorlar sürgünler, umudun masmavi dalgalarına takılarak.
Yelkenlerde titremektedir sürgün yüreği.
Bakmayın siz yine de, deja vü’dür aslında ya da inananı için reenkarnasyon bu: Yeniden ‘terk etmek zorunda olmak’ın dayanılmaz zorluğudur bir kez daha yaşanan.
Çünkü sürgün dönüşleri, geçmişte bırakılanın eskisi gibi bulunamama dehşetini her zaman taşır Varna önünden Boğaza doğru kalkacak geminin ambarlarında.
Ve ellerinin yanması hasrettendir elbette Nazım’ın.
Ama biliriz ki, kaybetme korkusudur yaşlanmış kalpleri tam istim çalıştırarak tüketen o humma hastalığı. Umudun tükenişi, sürgünlüğün de tükenişidir nihayet.
Ve deriz ki bu nedenle, özgürlük kavgaları ve tiranlar var oldukça, sürgünlük de var olacaktır hep, sürgünler de.
Ta ki özgürlük ışığı tüm insanlığı kucaklayana kadar.
NOT: Metin Ayçiçek. KAHVERENKLİ Sanat Edebiyat Kültür Dergisi. Ocak 2016. Sayı 2. alınmıştır.
321 kez okundu.