Korkma lan, Türkiye Avrupa olmaz

Metin Solmaz
Bir çok Avrupa memleketinde hayat böyledir. Nazik ama dışarı kapalı. Çemberi dışına hoşgörülü ama çemberin çizgileri kalın. Muhakkak görmüşsünüzdür, Hollanda polisi kalabalığı dağıtırken horozlanan Türkiyeliyi bir arkadaşı uyarmıştı: “Abi sus ya sus bizi de atacaklar içeri”. Bu uyarının cevabı hakikaten çok eğlenceliydi: “Ne atacaklar lan burası Türkiye mi?”

Genel olarak bu laftaki sahtekarlık konuşuldu. Her şeyden önce göstericiler, “Oranın nimetlerinden” yararlanıyorlardı. Üstelik Türkiye’nin sınırları sonuna kadar açıktı ve bunlar orada yaşamayı tercih etmiyorlardı. Ama utanmadan Türkiye’nin daha da otoriterleşmesi için uğraşıyor, sokaklarda referandum için gösteri yapıyorlardı. Bunu İsviçreli Blick gazetesi de yaptı. Hem de manşetten. Müthiş bir kibirle “buranın nimetlerinden faydalanmayı biliyorsan saygı da göstereceksin ya da gideceksin” kılığında bi çeşit “ya saygı duy ya terk et” dedi.

Oysa kazın ayağı öyle değil. Oradaki Türklerin çoğu, hele hele böyle lümpenler oranın nimetlerinden filan yararlanmıyor. Orada, Avrupa’nın büyük bölümünde, belki biraz Londra hariç saçma sapan bir hayat var. Şehrin kibirli sahiplerinin kenarında yaşama alanları oluşturmuşlar. Yaşama alanları şehrin lekeleri gibi. İçinde ama farklı.
“Burası Türkiye mi lan” diyen delikanlıyı biraz anlamaya çalışalım. Bence biraz ziyafete sefertasıyla gelmiş gibi. Medeniyetin ortasında ama hiç bir parçasından faydalanamıyor. Elinin altında dünyanın en güzel kütüphaneleri, konserleri, parkları, kulüpleri, kadınları, erkekleri, rahat ilişki ortamları, her şeyleri, her şeyleri var. Ama bunları sadece görüyor. Varlığını biliyor. Yanından geçiyor. Kendini o “şeylere” ait görmüyor. Bu delikanlı ve pek çok benzerleri yaşadıkları ülkede resim sergisi açılışına çamurlu ayakkabıyla gelmiş insanın haleti ruhiyesindeler.

Almanya’da bu tip bir Türkiyeliyi her yerde hemen ayırırsınız. Epey beyazlatılmış kot pantolonun içine giyilmiş abartılı parlak sivri burunlu siyah çizmeler, altı üstü kesilmiş incecik tren yolu gibi bırakılmış ve yanakta tuhaf turlar attırılmış bıyıklar sakallar, favoriler, 80’lerden kalma ama tam öyle de değil tuhaf uzun saçlar. Özenilmiş, düşünülmüş ve kitsch bir asilik akar her yerlerinden. İçine doğmadığı, en fazla yazdan yaza gittiği köyünü Almanyadaki mahallesine taşımıştır ama Türkiyeli değildir. Almanyalı hiç değil.

Almanya’da uzun zaman sırtçantam ve uyku tulumumla gezdim. Çok yerini gezdim. Uzun boyluyum, caz/rock dinliyorum, İngilizce konuşuyorum. Bu yüzden neredeyse sürekli “aman tanrım nasıl bir Türk” olduğumu konuştular. Kafalarındaki Türk’ü anlatıp durdular. Her gittiğimde bıkmadan bunu yaptılar bana Almanya’da. Pek çoğu beni Türklerden ‘ayırırken’ “Tabii onları aşağılamıyorum” diye bir siyaseten doğruluk katmaya çalışsa da hepsi şablonlarla geziyordu. Ve ‘Türk’ diye hep bir eksik, olmamış, yarım kalmış birisini tarif ediyorlardı. Ortalama Alman orta üst sınıfından birinin kibrini, felçli gibi bir gülümsemeden ibaret zarafetini bilir misiniz bilmem… O hep doğru, mütevazı ve zariftir. Öyle zanneder kendini.

Bir yerde hayatın çemberlerden oluşması ve “içine girilmesi için çabalanması gereken” bir ortam olması ne kadar demokratik olabilir ki? Bir çok Avrupa memleketinde hayat böyledir. Nazik ama dışarı kapalı. Çemberi dışına hoşgörülü ama çemberin çizgileri kalın.

Türkiyeliler de oradaki hayatın dışında kalmak için elinden geleni yapmışlardır elbette. Dillerini doğru düzgün öğrenmezler, çünkü önemsemezler. Para kazanmak dışında pek az hedef vardır. Hayata girmeyi denemezler bile. Çalışır, çok çalışır bazan çalışmaz ama her durumda bir yolunu bulup para biriktirirler. Biriktirdikleri parayı ne yaparlar? Saadet zincirlerine, Fadıllara filan yedirmemişlerse deri mont alırlar. Tabii bir kısmı da “memlekette inşaat” yapar.

Berlin’de bir arkadaşım sosyal hizmetlerde çalışıyordu, Türkiyeli mültecilere para yerine kupon veriyorlardı. Sonra kuponları da kategorilere böldüler: Yemek kuponu, giysi kuponu diye. “Yahu bu ne faşizmdir” dediğimde “yemeyip deri mont aldıklarını” söylemişti. Deri mont uğruna bütün bir aileye sabah akşam çorba içirenleri anlatmıştı.

Evet, o kadar milyon Türkiyelinin inatla oralarda yaşamasının sebebi bütünüyle duygusal. Türkiye’de kol (yahut kafa) gücü o kadar para etmiyor. Bu kadar basit.

Ama para sadece paradır. Seni hiçbir hayatın içine sokamaz, hiçbir kültüre entegre edemez. Biraz da bu yüzden para musibetini harcaması kazanmasından daha zordur.

Bu insanlar için Türkiye çok önemlidir. Türkiyeli değillerdir ama “oralarda” görmedikleri kıymeti Türkiye’de görürler. Türkiye bir niyetten ibaret de olsa onların uzaktaki evidir. Kıymet gördükleri, içindeki hayata girebildikleri tek yer Türkiye’dir. Türkiye’de anlatacak hikayeleri çoktur. Avrupa’da kimsenin merak etmediği hikayelerine Türkiye’deki hemşehrileri bayılır. Onlar da Türkiye’ye geldiklerinde o içine asla giremedikleri Avrupayı kendilerininmiş gibi anlatmaya bayılırlar.

Burada görünen o pespayeliğin altında müthiş bir hüzün var esasında.

Hal böyleyken Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olmasını niye istesinler? Kendileri zaten Avrupa’nın içinde yabancı yaşıyor. “Bir gün dönme” hayalini taşıdıkları evleri, “Kıymet gördükleri tek yer” avuçlarından kayıp gitsin diye mi?

Not Duvar gazetesinden alınmıştır

166 kez okundu.

Check Also

SÜRGÜNLÜK VE ETNOLOJİ – Engin Erkiner

            Sürgünlükle ilgili incelemeler, bu sürgünlük ülke içinde veya dışında …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir