Engin Erkiner
66. Berlin Film Festivali’nde (Berlinale) Altın Ayı ödülünü G. Rosi’nin mültecileri konu alan “Denizin Ateşi” adlı filmi aldı. Rosi, ödül sonrası yaptığı konuşmada, aklının hala Lampedusa adasına ulaşamayan mültecilerde olduğunu ve ödülü onlara adadığını belirtti.
Tahminime göre film çok sayıda tekil gerçeğin ortalamasını anlatıyor: Libya kıyılarından derme çatma motorlara binen, Akdeniz’i geçerek Avrupa Birliği (AB) ülkesi olan İtalya’ya ulaşmaya çalışırken denizde boğulan insanlar…
Benzer bir durum daha az sayıda Ege Denizi’nde de yaşandı ve halen de yaşanıyor.
İnsanların açık olarak başka bir ülkeye gitmeleri yeni değildir. 18. ve 19. yüzyıl Avrupa tarihi ABD’ye yapılan on binlerce kişinin katıldığı göçlerle doludur. Avrupa’daki ekonomik sıkıntılardan ve çatışmalardan kaçan insanlar gemilere biniyor ve ABD’ye gidiyordu. Bir göçmen ülkesi olarak oluşan ABD, o yıllarda özellikle Avrupa’dan gelen göçmenleri alıyordu.
Geçtiğimiz yıl yollardaki göçmen sayısı İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en yüksek rakama ulaşmış durumda: 60 milyon. Ne oldu da geçtiğimiz yıl bu en yüksek sayıya ulaşıldı?
Cevap olarak açlıktan ve savaşlardan söz edilebilir ama bunlar yeni değildir, diyelim 30 yıl önce de vardı. Ne oldu da Orta Afrika ülkelerinden, Afganistan’dan, Suriye’den, Irak’tan ve sayılabilecek başka ülkelerden insanlar büyük sayılar halinde AB ülkelerine gitmeye çalışıyorlar?
Yeni bir şey oldu, bazı devletler çözüldü. Merkezi devlet otoritesi açık olarak bitti. Devlet otoritesi sınırlarını denetleyemez duruma geldi ve artan sayıda insana göç yolu açıldı.
Kongo, Nijerya gibi ülkelerden çıkan çok sayıda insan değişik araçlarla Libya’ya kadar geliyor, sahile ulaşıyor. Burada insan kaçakçılarıyla anlaşıp, motorlara dolup, denizi geçmeye çalışıyor.
Libya’da merkezi yönetim bulunmuyor. Ülke savaşan gruplar arasında bölünmüş durumda ve hepsi de mülteciler üzerinden para kazanıyor.
Göç eden insan, parası olan insandır. Birkaç bin ABD doları olmadan göç edilmez. Bu para ya başından beri bulunmuştur ya da daha azı vardır ve yolda değişik işler yapılarak kazanılacağı düşünülmektedir.
Geçtiğimiz yılın sonbahar aylarında birkaç bin Suriyeli mülteci Trakya sınırına yürümüş ve buradan yaya olarak Yunanistan’a geçmeyi hedeflemişti. Gerekçeleri şöyleydi: Deniz yolu hem tehlikeli hem de bizim kaçakçılara verecek paramız yok! (Fiyat hava bozduğu için kişi başına 1500-2000 Dolardı).
Sınıra ulaşamadılar, engellendiler ama gerekçeleri açıklayıcıydı.
Suriye’de de devlet çözülmüş durumdadır.
Devlet çözülmeseydi, büyük katliamlar göçe neden olmazdı.
1982’de Hafız Esad’ın ordusu Hama kentini yerle bir etmiş ve yaklaşık 40 bin kişi ölmüştü. Bu büyük katliam göçe neden olmamıştı çünkü devletin gücü zaafa uğramamıştı.
Afrika ve Ortadoğu’da bazı devletlerin çözülmesinin (Afganistan da bu örneğe dahil edilebilir) nedeni global kapitalizme bağlanabilir. Ne var ki, küreselleşmenin diğer sonuçlarını görmemek, göçün kitleselleşen boyutunu anlamamayı da getirir.
Göç birikmiş ve kolaylaşmıştır.
Otuz yıl kadar önce Nijerya’dan kaçmak zorunda kalan insanlar bir AB ülkesini hedeflediklerinde bilmedikleri bir yere gitmek istiyor olurlardı.
Şimdi öyle değildir. Hemen herkesin gitmek istediği ülkede yıllardan beri yerleşmiş akrabası, hemşerisi bulunuyor.
Ek olarak, iletişim araçlarının etkinliğinin artmasıyla birlikte, gitmek istedikleri ülkelerin özelliklerini de önceden öğrenebiliyorlar.
Göç için para mı gerekiyor? O ülkelerdeki yakınlardan bulunabilir…
Aylan Kurdi’nin ailesi Ege’yi geçmek isterken –baba dışında- hayatını kaybetti.
Dört kişilik bu aile için o zaman gerekli olan 4000 Doları Kanada’nın doğu ucu Vancouver’de oturan halaları temin etmişti.
Eskiden dünyanın öbür ucundaki halayı bulmak, para istemek, onun parayı göndermesi ve yerine ulaşması bir aydan az tutmazdı. Şimdi bir-iki gün yeterlidir.
Cep telefonuyla hemen ulaşabilirsiniz, bankaya da gerek yok, Western Union gibi şirketler vasıtasıyla parayı kısa sürede alabilirsiniz.
Küreselleşmenin bu özellikleri anlaşılmadan bugünkü göçün anlaşılması da mümkün değildir.
Bir şekilde Avrupa’ya ayak basmayı başarmış olan ve yaya olarak özellikle Almanya’ya ulaşmaya çalışan mültecilerin yanındaki en önemli malzemeler şunlardır: nakit para, cep telefonu ve şarj aleti…
Haberleşme konusunda büyük gelişme söz konusu olmasaydı, mülteciler kendilerinden önde gidenlerle sürekli haberleşerek bilgi alamazlar ve rotalarını da ona göre düzeltemezlerdi.
Para istediklerinde 24 saatte bekledikleri miktar ellerine ulaşamazdı. Bunun için Western Union ya da Money Gram gibi şirketlerin dünya çapında örgütlenmiş olması gerekiyor.
Şu da sorulabilir: mültecilerin cep telefonları nereye bağlı? Diyelim ki Suriye veya Türkiye’deki sisteme bağlıdır ama bu ülkelerden çıktıktan sonra yapılacak görüşmeler çok pahalı olur. Mülteciler bu nedenle kartlı telefon (prepaid) kullanıyorlar. Parası önceden ödenen bu kartları nereden buluyorlar derseniz, Vodafone gibi çok sayıda telefon şirketi kendi telefonları için gerekli kartları yol boyunca satıyor.
Mülteciliğin de önemli bir ekonomisi bulunuyor ve herkes onlardan para kazanıyor.
Mülteciliğin kitlesel özellik kazanması –çok özet olarak anlatıldığında- bu temellere dayanmaktadır.
Avrupa Sürgünler Meclisi’nin göç, göçmenlik, sürgünlük konularındaki gelişmeleri yakından izlemesi gerekir. Bu gereklilik sadece gazeteleri izlemekle yerine getirilemez. Göç tarihinin yanı sıra göçün değişik bileşenlerinin sosyolojik bilgisi son derece önemlidir. Kısaca küreselleşme diye anılan kapitalist küreselleşmenin üçüncü aşaması göçün her çeşidinde önemli değişiklikler ortaya çıkardı ve bunları sadece açlık ve savaşa bağlamak mümkün değildir.
Eski terminolojiyle söylersek, üçüncü dünyanın birinci dünyaya akın etmesi ve orada büyük topluluklar oluşturması yeni değildir. 20. yüzyılın ortasına kadar sürmüş iki büyük sömürge imparatorluğunun (İngiltere ve Fransa) kentleri sömürgelerden gelmiş insanlarla doludur. Üçüncü dünya artık sadece uzakta değil, aynı zamanda buradadır. Bu nedenle, diyelim bir Pakistanlının ülkesinden zorunlu olarak göç etmesi ve İngiltere’ye ulaşması, eskisine göre karşılaştırılamayacak derecede kolaydır.
Tekrar ASM’ye dönersek…
Türkiyeli sürgünler bugüne kadar kendi tarihlerini çözümlemek konusunda bile ciddi eksiklerden kurtulamadılar. Türkiyeli sürgünlerin özel bir durumu vardır: onlar bir Türkiye’den çıkıp, başkasına geldiler. 1980’lerin başında sadece Almanya’da iki milyon olmak üzere Avrupa ülkelerinde üç milyon kadar Türkiyeli vardı.
Tarihte böyle bir şansa sahip olmuş politik sürgün çok azdır.
Yalnızlık, ilişkisizlik gibi sürgünlüğün tipik özelliklerini bizler neredeyse hiç yaşamadık.
Bu şans ne kadar kullanılabildi, ayrı bir sorudur.
ASM’nin önde gelen işi, sürgünlük tarihinin büyük zenginliğini araştırmak ve yayınlamak olmalıdır.
12 Mart 1971’in üzerinden 45, 12 Eylül 1980’in üzerinden 36 yıl geçti.
Burada zengin bir sürgünlük tarihi bulunuyor.
Bunun araştırılmasını, dönemlere ayrılmasını, sürgünlüğün genel özelliklerinden ayrılan yanlarını biz ortaya koyamazsak; bir süre sonra Türkiye’dekiler yapmaya başlayacaklar.
30-40 yıldır bu ülkelerde yaşayanlar için de doğrusu çok ayıp olacak!
165 kez okundu.