İrfan dayıoğlu 6 Mart 2014 Evet dile kolay, bundan tam 34 yıl önce daha 25’inde bir genç olarak giyabi tutuklu olarak iki yılı aşkın bir süre illegal yaşadığım ülkemi terketederek yurtdışına kaçmıştım. O günden bu yana bir daha ülkeme dönemedim, sevdiklerimle, yoldaşlarımla, arkadaşlarımla, tanıdıklarımla, akrabalarımla yüz yüze buluşamadım, konuşamadım. Dilini, kültürünü, adetlerini bilmediğim yaban ellerde, yapayalnız yaşama tutunmaya çalıştım, yanımda da bir kız evlat ve hayatımın ve ortak yolumuzun arkadaşı sevgili eşimle. Yaşamayan bilemez, bu sürgün yıllarımda nice devrimcinin ülke hasretiyle gözleri arkada vefat ettiğine, nice yiğit devrimcinin düzenin çarkları arasında yitip gittiğine tanık oldum. Yeterli bilinçten ve inançtan yoksun bir çok devrimcinin ardına bakmadan safları terk ettiğine şahit oldum. Yine yüzlerce devrimcinin düşmana inat bu zulüm düzenine kafa tuttuğunu ve düşündüğü gibi yaşadığını gördüm. Hemen tümünü gezdiğim Avrupa ülkelerinde yokluk ve yoksulluk çekmeyen hiçbir Türkiyeli devrimci tanımadım. Hepimiz buralara geldiğimizde sudan çıkmış balık misali idik. Bambaşka bir ortam vardı, ne kadar okumuşta olsak, bu okumuşluğumuzun işe yaramadığına yanarak, bir yandan yarım bırakmak zorunda kaldığımız ülke devrimci mücadelesine bulunduğumuz alanda katkı sunmaya çalışıyor, bir yandan da, yaşamı sürdürmek için en ağır işlerde çalışmak zorunda kalıyorduk. Hem de, bu işleri bulup çalışmak bir nimet sayılıyordu. Bir yoldaşımız iş bulup çalışmaya başladığında geride kalanlar bayram ediyorduk, en azından katıksız da olsa bir ekmek yiyebileceğiz diyerek. Başlangıçta devrimciler arasında, yoldaşlar arasında bir dayanışma vardı. 12 Eylül rejimine karşı büyük bir öfke duyuluyordu. Direnmek gereğine inanılıyordu. Bu inanç yurt dışındakileri ayakta tutuyordu. 12 Eylül sonrasında ülkede bulunan hemen her örgütün iz düşümleri kısa sürede Avrupada örgütlendi. Bir çok örgüt dernek,federasyon, konfedarasyonlar kurdu. 12 Eylül rejimine karşı güçlü eylemler yapıldı. İşgaller, yürüyüşler ve benzeri. Bu direnişçilik üç-dört yıl sürdü. Ancak ülke içinde hiç bir örgüt tarafından ciddi bir direnişin sergilenememiş olması umutları umutsuzluğa çeviriyordu. 12 Eylül solun üzerinde bir silindir gibi geçmişti. Bunun elbette kısa süre sonra yurt dışına yansımaları da yaşandı. Öyle şeylere şahit oldukki akıllara ziyan. Geçmişlerinde örgüt kuruculuğu yapanlar örgüt tasfiye eder hale geldiler. Amerikalar yeniden, yeniden keşfedilmeye başlandı. Örgütlü binlerce devrimci kısa bir sürede onlarcaya düşmüştü. Örgütlü yaşam bir zamanların hızlı solcularınca artık bir angarya olarak görülmeye başlanmıştı. Artık örgütlü yaşamdan kopanların bir kısmı, günlük pratik koşturmacalardan kurtulmanın hafifliğiyle, kendini politik, ideolojik olarak yetkinleştirmenin yolunu seçtiler, daha çok okuyan, inceleyen, eleştiren oldular. Çoğu yarım kalmış okullarını tamamladılar. Dil öğrendiler. Ama bunların çok azı devrimci gibi yaşamayı becerebildi. Çok azı yeniden örgütlü bir yaşamı seçti. Düzenin eziciliği altında kaldılar. Bir kısmı ise sanki hayatlarında hiç devrimcilik yapmamışlar gibi, örgütsüzlüklerinin ilk gününde hemen yaşadıkları ortamın esiri olup çıktılar. Her şeye inat örgütlü yaşamda direten devrimciler ise en elverişsiz yaşam koşullarına inat, geride bırakıp geldikleri yada mücadele içinde yitirdikleri yoldaşlarının anısına bağlılıktan dolayı direnmeye devam ettiler. Bu bir avuç başı dik devrimci düzenin yok edici dişlileri arasında ezilmemek için bireysel de olsa bir devrimci gibi yaşamayı ve bir devrimci gibi ölmeyi ilke edinerek yaşama tutundular. Artık sürgünde binlerce devrimci kalmadı. Sürgünler çoğaldı ama sürgün devrimciler azaldı. Zamanında alçaklık sayılan yaşam biçimi erdem sayılır oldu. Hala örgütlü yapıların arkasında gidenler alay konusu oldu. Ama bunlara rağmen hala dik duranların varlığı da bir gerçeklik olarak ortada duruyor. Elbette bizim sürgünlüğümüzü kolaylaştıran etmenler de var Avrupa’da. Sayıları milyonlara varan Türkiyeli, Kürdistanlı göçmenlerin olduğu bir ortamda yaşıyoruz. Bu bizim ülke ile olan bağlarımızı diri tutuyor. Kendimden bahsedersem 34 yıllık sürgün yaşamımda içinde yaşadığım ortama hiç adapte olamadım. Bulunduğum ülkenin resmi dilini öğrendim ama bu ülkenin insanları ile çok sıcak ilişkiler geliştiremedim. Tabi bunun nedenleri farklı farklıdır. Buradaki çalışma koşulları insana sosyal bir yaşam sürdürecek zamanı bırakmıyor. Hele büyük metropollerde yaşıyorsanız ve düzenli bir işte çalışıyorsanız ve işvereneniz sizin milliyetinizden ise gününüzün en az 12-14 saatini çalışma ve işe gidip gelmede harcadığınız zaman alır. Size geriye bir iki saatlik bir aktif zaman kalır, bunu ister okuyarak, ister haber dinleyerek, ister evdekilerle konuşarak geçirin. Artık asosyal bir insan olup çıkarsınız. Yani sözün özü sürgün yaşamı, sürekli bir mutsuzluk ve yalnızlıktır aslında, sürgün insanın durumu köklerinden koparılmış bir fidanın durumudur. İnsan uzun yıllar bu yaşamın gerçekliğine alışamıyor, sürekli geçmişinde yaşıyor. Geçenlerde eşimle konuşurken bir şeyin farkına vardık. Biz 34 yıllık sürgün hayatında bir çok şey yaşadık, birçok örgütlenme içinde yer aldık ama konuşmalarımız hep dönüp dolaşıp ülkede geçirdiğimiz 5 yıllık devrimci pratiğimize geliyor, oradaki yoldaşlık ilişkilerine geliyor ve özlemimiz biteceği yerde artarak devam ediyor. Bazen 34 yıllık sürgün yaşamımı hiç yaşanmamış gibi algıladığım oluyor. Oysa bu yıllara bir çok şeyi sığdırmıştım. En önemlisi de, kendimle ve geçmişte içinde yaşadığım örgütsel yapılarla hesaplaşmayı öğrenmiştim. Buradan baktığımda, ülkemiz solunun hala 12 Eylül yenilgisini bir türlü doğru değerlendiremediğini görmekteyim. solumuz, kendini tekrardan kurtulamadı. Kendi örgütsel ve bireysel otokritiğini yapamayan sol, kendine rakip gördüğü bir başka örgütü eleştirerek var olmaya çalıştı. Oysa eleştiriye ve özeleştiriye önce kendinden başlamalıydı. Kabul etmeliyiz ki, yenilgi yaşamış bir geçmişin mirasçılarıyız. Yaşadıklarından doğru dersler çıkaramayanların geleceğe ait bir iddiaları olamaz çünkü. Önce çuvaldızı kendimize batırmalıydık. Olacaksa yeni bir başlangıç, iç hesaplaşmasını gerçekleştirmiş bir devrimci gelenek bunu başaracaktır. Şark kurnazlığını terk etmeyen, puta tapar gibi bireye tapan bir mantığın özgürlükçü bir düzen vaadi de sahtedir. Bugün sol adına yola çıkanların içinde bulunduğu durum budur. Ülkemiz solu, değiştirmek istediği sistemin değerlerini aynen kendi yapısında yaşatarak ileri bir sistemin yaratılamayacağını hala kavramamış bulunmaktadır. Lafta herkes diktalara karşıdır, bireyin özgürlüğünü savunur, karıncanın bile özgürlüğünü savunur ama, sıra iş yapmaya gelince kendisini yönetip, yönlendirecek bir padişah, bir sultan arar, önderine adeta bir ilahilik atfeder. Bu kişinin ne kadar bilinçli olursa olsun beyninde asla özgürleşemediğinin göstergesidir. İşte bu sürgün yıllarımda, en azından bu olumsuz anlayışları aşan bir bilinçliğe kavuştum. Kendimi bilinçlendirip, özgürleştirebildim diyebilirim. En olumsuz yaşam koşullarına rağmen, insanlığın kurtuluş ideolojisinden, sosyalist değerlerden, sosyalist gibi yaşamaktan sapmamaya, halkıma ve yoldaşlarıma verdiğim mücadele sözünden ayrılmamaya çalıştım. Şimdi içim dünkünden çok daha rahat, bu mücadelede yitirdiğimiz, tutsak verdiğimiz, işkencelere ve sürgünlere maruz kalmış yoldaşlarıma ve bir bütün olarak halklarımıza karşı insani görevlerimi yerine getirmeye devam ettiğim için. Ben bu 34 yılda hem hatalarımla yüzleşmesini öğrendim, hem insanlara karşı daha hoşgörülü bir hale geldim, yolunu şaşıran yoldaşlarımı daha sağduyulu bir şekilde anlamaya çalıştım ve hiç bir insanın bilerek ve isteyerek kötü olamayacağını öğrendim. İnsanın düşüncelerini belirleyenin içinde yaşadığı maddi koşullar olduğunu biliyorum. Ama insan iradesinin imkansızı başardığının da şahidiyim. Bu süreçte iki insan çeşidi tanıdım. Birisi zaman içinde hatalarıyla yüzleşen diğeri zaman geçtikçe yüzsüzleşen insan. Kendimi birinci kategoriye koyuyorum. Ve devrimcilerin zaman geçtikçe kendi ile hesaplaşanlar olduğunu biliyorum. Bu 34 yıllık sürgün hayatımda önemli olanın fiziki olarak yaşamak olmadığını, sadece başarmak ta olmadığını, aslolanın insan kalmak olduğunu öğrendim. Gerçek dostluğu, bağlılığı, yoldaşlığı öğrendim, en zor zamanlarında yanında birilerinin olmasının ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Şems-i Tebrizi’nin deyimi ile “Dostluk gül olmaktır yaprağı ile de dikeni ile de.” , yeteneklerimi ve olanaklarımı toplumsal mücadelenin hizmetine verdim, Charles Bukowski’nin deyimi ile “ Aslında hiç kaybetmedim; sadece sistemin istedikleri kazandı. Meteliksiz olabilirim ama niteliksiz değilim. » Bugün hala ülkesine dönemeyen ender devrimcilerden biriyim, dönme umudumu hala diri tutuyorum. Buraya ilk geldiğimizde çok kısa süre içinde ülkemizdeki aktif mücadeleye yeniden katılmak için gelmiştik. Ancak 12 Eylül’ün etkileri beklediğimizden ağır olmuştu. Bırakalım bizim dönüşümüzü, ülkede gizlilik koşullarında yaşayamaz hale gelen yoldaşlarımızı da yurt dışına çıkartmak zorunda kalmıştık. Süreç içinde birçok sürgün yeniden ülkesine döndü, bir kısmı temelli olmasa da gidip geliyor. Ancak benim gibi bulunduğu ülkede « rahat » duramayan sürgünler ne bulundukları ülkelerin vatandaşı olabildiler, ne de Türkiyeli olabildiler, bir kısmı vatansız kaldı, bir kısmımız ise 60’lı yaşlarda hala asker kaçağı olarak aranıyoruz. Bir çoğumuzun askerlik parası bedelini yatıracak ekonomik olanakları yok, bir kısmımız vicdani retçi olduk, ülkemizde süren savaşta, ordunun bir neferi olduğunu kabullenemeyiz diyoruz. Yani CHE’nin deyimi ile « Dizlerimin üstünde yaşamaktansa ayaklarımın üstünde ölmeyi tercih ederim. » diyenlerdenim. Bu süreç içinde birçok sürgün yoldaşımızı tabutlarla ülkeye göndermek zorunda kalışımızın yükü ile daha ne kadar direnebiliriz bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var Sürgünlük kendi başına içinde bir kimsesizliği ve yalnızlığı barındırıyor. Hüznü, özlemi, bitmeyen ülke aşkını barındırıyor. Bizi yaşatan işte bu özlemlerimiz, hüznümüz, yalnızlığımız, kimsesizliğimiz ve hasretimizdir.
791 kez okundu.