Sabah erken „marksist.org“ sitesinde Birchall’ın ‘ Stalin’in kan gölleri,’ isimli makalesini okuyunca şeytan bu konuda bir şeyler yazmam için beni dürtükleyip durdu. Belki de çoktandır beynimde zıplayıp duran düşüncelerin en azından bir kısmının kağıda dökülmesini sağladı bu makale.
Önce şunu belirteyim, biz Türkiye’li komünistler ne kadar düşünce tembeli olduk.
Bir kaç formülasyonla koskoca tarihsel bir sürece ilişkin analizi bir çırpıda ortaya koyuveriyoruz.(Aslında benim bu kısa yazıda yaptığım da bu.)
İşte biz anti-Stalinistlerin (ben de bir dönem sıkı Stalin’ciydim. Şimdi her fırsatta anti-Stalinist olduğumu belirtmeyi bir marifet sayıyorum.) çok sevdiğimiz Lenin’in vasiyeti. Bu değerlendirmeyi Birchall da makalesine almış.
„ Yoldaş Stalin Genel Sekreter olarak elinde sınırsız yetki topladı, ve ben onun her zaman bu yetkiyi dikkatli bir biçimde kullanacağından emin değilim.“
Daha sonra Birchall Stalin’in yanlışlarıyla ilgili bildiğimiz olayları kısa kısa dile getirmiş:
1917 öncesi Bolşevik partisindeki militanların katli.
Moskova’daki şov mahkemeler.
Troçkinin katli.
Tek ülkede sosyalizm.
Alman Sosyal Demokrat Partisini faşistlerle özdeşleştiren değerlendirmesi.
Saldırmazlık paktı….vs, vs…
Aslında buna benzer onlarca yanlış olay sıralanabilir.
Ben ise sorunu çok farklı bir yerden ele almak gerektiğine inananlardanım.
Rus komünistlerinin iktidarı ele geçirdiklerinde en büyük umudu, Avrupa, özellikle de Alman devriminin kısa sürede gerçekleşeceğiydi.
Ve temel slogan „ İktidar sovyetlere“ idi.
Şu bildiğimiz Sovyetler: İşçi, köylü, asker sovyetleri. İşçi, asker ve köylülerin kendi yöneticilerini kendi seçtiği, beğenmediği yöneticisini anında alaşağı edebildiği, doğrudan demokrasinin en iyi uygulanabildiği organlar.
Ama ne oldu? O çok sevdiğimiz deyimle, tarihi koşullar, objektif durum! nedeniyle. Sovyetlerin yerini artık komünist partisi aldı.
İktidar artık Komünist partisinin, bir seçkinler partisinin elindeydi.
Partinin emrindeki gizli polis örgütü, açık polis örgütü ve silahları elinde tutan ordusuyla, iktidar artık partinindi.
Bugüne kadar gelen, bu tür ‘komünist parti örgütlenmesi’ biçim olarak burjuva partilerinden ödünç alınan bir örgütlenme biçimi değil miydi?
Neydi meşhur formülasyonumuz?
Alt kademeler üst kademelere, üst kademeler merkez komitesine, merkez komitesi polit büroya veya sekretarya ya tabidir. Ve sekreteryanın tepesinde de elbet giderek yetkiyi tek başına elinde toplayan, dokunulmaz, eleştirilmez bir sekreter veya parti başkanı vardır. ( Komiktir ama bu satırları yazarken, şu günlerde her türlü yetkiyi ve erki kendi elinde toplayan Erdoğan’a karşı yönelttiğimiz, anti-demokrat, hatta faşist olma eleştirisi aklıma geldi, neyse geçelim.)
Böyle bir parti sisteminde, sovyetleri ortadan kaldırmışsan, gelsin proletarya diktatörlüğü. Ama hangi proletaryanın diktatörlüğü? Kendisini proletaryanın yerine koyan, parti arpalıklarında(pardon parti aparatlarında) profesyonel olarak çalışan bürokratlar. Erk artık burjuva sisteminden devralınmış, tüm baskı araçlarına sahip bir bürokratik kliğin elindedir. Sonra gelsin disiplin kurulları, eleşti, öz-eleştiri toplantılarında canı çıkarılan, kendi idamını kendisi isteyen komünistler.
Yok yok, haksızlık etmiyeyim. Bütün bu gelişmeler, Kongrelerde çok demokratik yöntemlerle seçilen kurulların üyeleri tarafından gerçekleştirilir hep. Ama kongrelere gelen delegeler genellikle en üst organın önerdiği delegelerdir. Ya muhalefet edenler olursa, onlar da burjuva ajanlarıdır ve katli gerekli olanlardır.
Yine objektif, tarihi koşulların zorlamasına dönecek olursak.
Avrupa’da , özellikle de Almanya’da devrim gerçekleşmeyince Sovyetler Birliği yalnızlığa mahkum edildi. Yalnızlık, tüm dünyadan yalıtılmışlık, çökmüş bir ekonomi, milyonların açlık ve sefaleti.( Nazım’a, Açların göz Bebekleri şiirini yazdırtan açlık.)
Birchall’in belirtiği gibi İngiltere’de ve Avrupada yüzyıldan uzun süren bir sanayileşme, bir kaç beş yıllık plana sığdırılmaya çalışılınca artık küçük bir kliğin diktatörlüğü kaçınılmaz olarak daha da yoğunlaştı.
Sonra gelsin mahkemeler, ajanlık suçlamaları, idam sehpaları, saldırmazlık paktları. Sibirya sürgünleri.
Ve bütün bunlar sadece Stalin’in yanlışlarıydı öyle mi? Koskoca tarihsel bir süreçte yapılan yanlışlıkları bir tek kişiye bağlamak, tek kelimeyle bana gerçeklerden kaçmak çabası olarak gözüküyor.
Böylesi bir parti örgütlenmesinde, böylesi bir devrim anlayışında hedanının oğluna bırakılmasını vasiyet eden büyük komünist! Kim-İl Sung’ların çıkması bizi şaşırtmamalıdır.
Polonya’da kominizmi! ordunun savunması, proletaryanın ise komünizme! karşı sokağa dökülmesi de bizi şaşırmamalıdır.
Belki de bu kısa yazıyı ben de kavga çıkarmak için yazdım. Gelin kavga edelim ve günah keçisi Stalin’ler bulup, sorunlardan kaçma yerine işin aslını tartışalım. Yoksa bir Stalin gider, bir Çavuşesku gelir. Biz de kabahati birilerinin sırtına yükler işi çözümler gideriz.
1008 kez okundu.