Bu ülkede gerekli ve gereksiz konuşulmayan konu yok sayılır. Facebook’ta isminin başına TC yazarak Türklüğe sahip çıkma çabasından Bülent Ersoy’un kürküne kadar her konuda her çeşit fikir duyuluyor. Sayıları tam olarak bilinmeyen ama en azından birkaç on bin kişi olarak –kimilerine göre yüz bin kişi kadar- tahmin edilen politik sürgünler ise, çok kısa bazı dönemler dışında konu olmadılar.
Bunun bir nedeni, “Derdimiz zaten çok, bir de onlarla mı uğraşacağız” düşüncesi olabilir. Bir başka neden, “Onlar artık Avrupalılaşmıştır” da olabilir. Her durumda yıllardan beri ülke dışında yaşamak zorunda bırakılmış on binlerce kişi kimseyi pek ilgilendirmiyor görünüyor.
Öncelikle tanımlama gerekli; kimdir politik sürgün?
Politik sürgün, ülkesinden politik nedenlerle ayrılmak zorunda kalmış ve halen de geri dönemeyen kişidir.
Burada dönmekten kastedilen normal dönüştür ya da ülkeye dönünce hapishane dışında olmak anlamında özgür olmaktır.
Türk Ceza Yasası’nın maddeleri sürekli değiştiği ve sayısı sürekli artan yargı paketleri çıktığı için, on yıl önce politik sürgün olan birisi bugün aynı durumda olmayabilir. Bunun tersi de söz konusu olabilir: bir yargı paketiyle ülkede aranma durumu ortadan kalkan kişi, bu arada –genellikle yayın yoluyla- suç işlerse, yeniden aranır duruma düşebilir ve politik sürgün kapsamına yeniden girebilir.
Politik sürgünlerin sayısı bu nedenle sürekli olarak değişir.
Şu veya bu nedenle ülke dışında yaşayan herkesi politik sürgün saymak doğru değildir. Sonuçta her şey politiktir, ekonomik nedenler de sonuçta politika kapsamına girmekle birlikte, böylesine bir sınıflandırma her şeyin birbirine katılması sonucunu doğurur.
Burada söz konusu olan politik sürgün olmaya özel bir statü kazandırmak değil, bu kategorinin kapsamını belirlemektir.
Burada bir zamanlar politik göçmen olan daha sonra ise gerek zaman aşımı gerekse de yasa değişiklikleri sonucu ülkeye gitmesinde herhangi bir sorun bulunmayan ama değişik nedenlerle ülkeye gitmek istemeyenleri ya da kesin dönüş yapmayanları sorgulamak da söz konusu değildir.
Kişi ülkeye döner ya da dönmez, arada bir gider ya da gitmez; bunlar kendisine ait konulardır. Önemli olan kişinin bu olanağa sahip olmasıdır. Kullanıp kullanmamak kendisine ait bir konudur.
Türkiyeli politik sürgünlerin uzun bir tarihi bulunuyor. İlk sürgünler 12 Mart 1971 darbesinin ardından Avrupa ülkelerine gelirler. Sayıları azdır ve bunların önemli bölümü birkaç yıl sonra geri döner. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra gelenler ise hayli fazladır ve politik göç sonraki yıllarda da aralıklarla sürmüştür. 1990’lı yıllar Kürt siyasilerinin politik göç yıllarıdır denilebilir.
40 yıllık tarihe sahip olmasına karşın politik göçmenlerin bu kadar az konu edilmeleri şaşırtıcı gibi görülebilir. Kimse onların varlığını önemsemiyor ve bunda da şaşırtıcı yan bulunmuyor. Politik göçmenler yıllarca kendilerini ciddiye almadılar ve dolayısıyla başkalarının ciddiye almasının yolunu da kapadılar.
Türkiyeli siyasiler klasik bir politik göçmen hayatı yaşamadı. Siyasi göçmen tanımadığı bir ülkeye gelir, dil bilmez, tanıdık yoktur ve hayatta yapayalnızdır.
Türkiyeliler ise hangi ülkeye giderlerse gitsinler orada kendilerinden önce işçi göçüyle gelmiş insanlarla karşılaştılar. Bu nedenle de klasik politik sürgünlerin sıkıntılarını çekmediler ya da daha azıyla karşılaştılar denilebilir. Başka bir deyişle Türkiyeli politik göçmen başka bir ülkedeki zorunlu yaşamına önemli bir avantajla başladı, ama bunu kullanamadı.
Kullanamamasının önde gelen nedeni, bulunduğu yeri “cephe gerisi” olarak tanımlamasından kaynaklandı. Asıl mücadele ülkedeydi, burası cephe gerisiydi. İlk bakışta doğru gibi görünen bu saptama iyi yorumlanmadığında kötü sonuçlara yol açar ve nitekim de böyle oldu.
Başlangıçta insanlar tıpkı 12 Mart sonrasında olduğu gibi birkaç yıl sonra döneceklerini düşünüyorlardı. İlk beş yıl bu umutla geçti denilebilir. Politik sürgünler kendi içine kapalı bir hayat yaşadılar. Nasıl olsa kısa süre sonra dönüleceği için yaşanılan ülkenin dilini öğrenmek de gerekli değildi. Bu düşünce bazen o kadar ileri gitti ki, dil öğrenmeye çalışan az sayıda kişi, “Bunların niyeti kötü, burada kalmak istiyorlar” eleştirisiyle karşılaştı.
Beş yıl geride kaldıktan sonra da bu alışkanlık sürdü. Üç nedenle sürdü:
Birincisi: Ülkede bağlı bulunan örgüt dışarıdakilerden çok şey istiyordu: ekonomik destek, yayın dağıtımı, ilişki kurmak… Zaten sıkıntı içinde yaşayan politik sürgünün bunlara koşturmaktan başka şey yapmaya mecali kalmıyordu.
İkincisi: Burası cephe gerisidir anlayışı çok sayıda kişide yaşadığı ülkeyle ilgilenmemek sonucuna yol açtı. En fazla içinde yaşadıkları Türkiyelilerin görünürdeki sorunlarıyla, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konusuyla –yüzeysel anlamda- ilgilendiler; grevlerin olan fabrikaları ziyaret edenler, bazı sendikalarda çalışanlar da oldu.
Üçüncüsü: Ülkedeki sosyalistlerde bulunan “dışına kapalı olmak” özelliği ülke dışında vahim sonuçlara ulaştı. Aynı dili konuşan küçük bir çevre ve hepsi o kadar… Hep aynı sorunlar hep aynı tartışmalar ve hep aynı çözümsüzlük… Buradan dışarıya çıkmayı, dışarıda en azından kendi gelişmesi için çözüm aramayı pek düşünen olmadı.
Bulunduğu ülkedeki sosyalist bir örgütte çalışmak çoğu politik sürgün için yabancı bir duygu olarak kaldı. Günlük konuşmanın ötesinde dil bilmedikleri ve öğrenmek gereğini de duymadıkları gibi, farklı sorunları ve işleyişiyle yaşadıkları ülkenin solundan çekiniyorlardı da denilebilir.
Enternasyonal dayanışmayı dar bir kapsamda ele aldılar ve sürekli olarak ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı mücadelede dayanışma olarak anladılar. Sanki bu ülkede başka sorun yoktu? Vardı ama anlamıyorlardı ki!
Avrupa Birliği’nin geleceği ve sorunları mı dediniz?
“AB emperyalist bir örgüttür” belirlemesinin ötesinde çok kişinin söyleyebileceği başka bir şey yoktu.
Almanya toplumunda dinin işlevi nasıldır? mı dediniz.
“Din gericiliktir” demenin ötesinde bir belirleme duyamazdınız.
Katolik ve Protestan Kiliseleri neden ve nasıl kendilerini değiştirmek zorunda kaldılar; ne bilen vardı ne de ilgilenen…
Politik sürgün kitlesi içinde Kürtler daha diri durumdalar ama bu da ülkedeki mücadele sayesindedir. Bulundukları ülkede faaliyet göstermek, yeni bir alanı anlamak, öğrenmek gibi konularda Kürtlerin Türklerden ileride oldukları söylenemez. Bunun bir nedeni Kürt politik göçünün daha yeni olması ise, bir başka neden dikkatin ülkede yoğunlaşması nedeniyle yaşanılan yerle ilgilenmemektir.
12 Eylül sonrası politik sürgünlerin en tanınmış kişisi Yılmaz Güney olsa gerektir. Güney, politik sürgünün sürekli olarak dönmek düşüncesiyle dolu olduğunu söyler. Güney bunu söylediğinde politik sürgünlüğünün üzerinden ancak beş yıl geçmişti. Aynı sözü aradan otuz yıl geçtikten sonra bile tekrarlanması, Türkiyeli politik sürgünlerin ne durumda olduklarını göstermek için yeterlidir.
20-30 yıl bulunduğu ülkede kayda değer bir şey yapamamış, sürekli dönüş hayaliyle yaşamış olan insanlar, bir gün döndüklerinde bir şeyler yapabilecekler midir? Bu soruya evet demek oldukça zordur.
Ellili yaşlarda kalp krizi ve değişik hastalıklar nedeniyle hayatını kaybeden politik sürgünlerin sayısı gittikçe artıyor.
Zor hayat şartlarının üzerine psikolojik olarak yaşanılan sürekli gerginlik, yapmayı istemek ama bir türlü yapamamak, dönmeyi istemek ama bir türlü dönememek de eklenince ölümün erken gerçekleşmesi neredeyse kaçınılmaz oluyor.
Politik sürgünlerde bundan sonraki yıllarda önemli bir değişim olmasını beklemiyorum.
Türkiye devrimci hareketinin son otuz yılda yaşadığı büyük başarısızlık sadece ülke içine özgü değil, sürgünlük boyutu da bulunuyor.
SÜRGÜNDE PARİS
Yaklaşık bir buçuk yıl kaldığım bu kentin hayatımda önemli yeri bulunuyor. O kısa sürede sanki beş yılı yaşadım, çok şey öğrendim.
Burada ne yapacağım? Bir sürgünün gittiği yerde ilk aklına gelen soru budur. Sürgünü yaşayan ilk devrimciler biz değildik, sonuncular da olmayacaktık. Değişik ülkelerden çok sayıda sosyalist sürgünü yaşamıştı.
Bizim en büyük farklılığımız sürgünlük için tipik olan bazı sorunlarla karşılaşmamak olsa gerekti. Biz Türkiye’den çıkmış ve başka bir ülkedeki Türkiye’ye gelmiştik. İlişkisizlik, dilsizlik (gerçi İngilizce biliyordum ama anadilin yeri başkadır) gibi sorunlar yoktu. 12 Eylül darbesi Avrupa ülkelerindeki Türkiyeliler arasında da etkisini hissettirmiş, insanlar cunta yandaşları ve karşı olanlar olarak ayrışmıştı.
Mücadele nasıl başlatılabilir diye düşünmek gerekmiyordu, zaten vardı. Yapılacak olan bu mücadeleye katılmaktı.
Paris, sürgünde hayatın geride bırakılan ülkedeki politik gelişmelerle sınırlı olmadığını kısa sürede insana gösteriyordu. Aslında herkese gösteriyordu ama sadece görmek isteyenler görebiliyordu.
Kısa süre önce aralarında Türkiyelilerin de bulunduğu kaçak işçilerin açlık grevi sona ermiş ve bir bölüm kaçak işçi oturma ve çalışma izni elde etmişti. Eylemde Devrimci Yol’un Paris’teki uzantısı olan Devrimci İşçi özellikle aktif yer almıştı.
Kaçak insan göçü sürüyordu ve o yıllarda Türkiyelilerin neredeyse tek çalışma alanı olan konfeksiyon yine kaçak işçiyle dolmuştu.
Ağustos 1981’de Türkiyeli kaçak işçiler büyük bir yürüyüş düzenleyerek kendilerine de çalışma ve oturma izni verilmesini istediler.
Yürüyüşe şöyle bir bakmanız karmakarışık ortamı anlamak için yeterliydi.
Kaçak işçiler “Carte Sejour, Carte Travaille” (Oturma ve çalışma kartı) diye bağırırken, başka bir grup da “Mahir Hüseyin Ulaş” diye bağırıyordu.
Kaçak işçiler ve yeni gelmeye başlayan politik mülteciler…
İlgi alanları birbirinden çok ayrıydı ve benim gibi henüz hiçbir şey bilmeyen bir insan ancak pragmatik bir karar verebilirdi: iki çalışmayı birlikte yürütmek…
Bunun aynı zamanda iki ayrı dünya demek olduğunu kısa sürede görecektim.
Konfeksiyon işçilerini Sosyalist Parti’ye bağlı CFDT’de değil de Komünist Partisi’ne bağlı CGT’de örgütlemeye çalıştık. İlkinin Türkiyeliler bölümü Devrimci Yolcuların ikincisininki ise TKP’lilerin elindeydi.
İşyeri atölyeler küçük, ne zaman batacakları bilinmiyor. Patron sık sık işçi ücretlerini ödemeden kaçıyor. Bugün çalışan yarın işsiz kalabiliyordu.
Birkaç atölye işgaline destek olduk ama her şey çok zordu çünkü bu işkolunda istikrar yoktu.
Birkaç saat konfeksiyon işçilerinin sorunları ve örgütlenmesini konuştuktan sonra başka insanlarla silahlı mücadele sorunlarını tartışmak, iki ayrı dünyada yaşamak gibiydi.
Ve bu durum sürecekti…
1981 yılının son günü Paris’in Barbes bölgesinde boş duran üç apartmanı bir Fransız örgütüyle birlikte işgal ettik. Bu günü seçmemizin nedeni polisin geç tepki göstereceğini tahmin etmemizdendi. Dahası bu demokrasi ülkesinde acayip yasalar vardı. Ev işgalcileri yabancıysa eğer, polis onları istediği zaman atabilirdi. Eğer Fransızlar da bu işin içindeyse, ilk 48 saati geçirdikten sonra sizi ancak mahkeme oradan çıkarabiliyordu.
Birden bire büyük ilgi odağı olduk. Türkçe gazetelerin yanı sıra büyük Fransız gazeteleri de olayı ilk sayfalarından vermeye, TV kanalları gelip bizimle söyleşi yapmaya başladı.
İşgali birlikte yaptığımız Fransız örgütü Action Directe (Doğrudan Eylem) bir silahlı mücadele örgütüydü ve 50 kişinin bile bulunmadığı bu eylem tarihindeki en kitlesel eylemdi. Acaba Doğrudan Eylem yabancı işçilere mi yöneliyordu?
Bu konuyu örgütün önderleri (umarım yazılışları doğrudur) Jean Marques ve Nathalie Meningon ile kabalalık toplantılarda saatlerce tartıştık. Nilgün adlı bir arkadaş çevirmenlik yapıyordu.
Onlar yabancı işçileri Fransa’da devrimci hareketin ana gücü olarak görüyordu. Fransa işçi sınıfı pasifleşmişti, yabancılar ise devrimciydi.
Benzeri görüşle Almanya’da da karşılaşacaktım.
İtiraz ettim. Bu insanların sorunu toplumu değiştirmek değil, bu topluma girebilmekti. Kalacak yer bularak, iş bularak, oturma ve çalışma izni alarak bu topluma girmek istiyorlardı. Aralarında bu toplumda köklü değişiklikler yapmak isteyenler çok azdı. Bu sorunları çözülünce çoğunu bir daha görmeyecektik ve nitekim de böyle olacaktı.
Mahkeme için avukat bul, cumhurbaşkanı ve başbakana ev işgallerindeki durumu duyuran mektup yazılması için uğraş, evlere yerleştirilecek aileleri seç ve neredeyse her akşam cuntaya karşı direniş konusunu ve silahlı mücadele anlayışını tartış…
Bir uçtan ötekine gidip geliyorduk…
1982 yılında Paris Belediye Başkanı daha sonra cumhurbaşkanı olacak olan Jacques Chirac idi. Bu nedenle yaz aylarına doğru belli olan ilk mahkeme önemliydi.
Sonuçta kışı geçirmiştik, bir bölüm insan iş de bulmuştu ve kopmalar başlamıştı.
Mahkeme istediğimiz gibi hemen tahliye yerine bize zaman tanıyacaktı.
O sırada Devrimci İşçi’de yer alan Avrupa ülkelerinde mücadele anlayışı konulu yazıları ilgiyle izliyordum.
Bu konudaki tartışmayı gelecek yazıda ele alayım…
İLK BÜYÜK TARTIŞMA
1982 sonlarında Almanya’ya geldiğimde Türkiyeli politik sürgünlerin yıllarca kaderini belirleyecek olan tartışma neredeyse sonuna gelmişti. Sonraki yıllarda Avrupa ülkelerinde kimin ne yapacağı bu tartışmadaki soruya nasıl cevap verdiğiyle belirlenmiştir diyebiliriz.
Aslında yapılanı tartışma olarak adlandırmak da pek yerinde değildir. Bir soru vardı ama iki ayrı cevap yoktu. Bir taraf cevap veriyor, öteki taraf ise soruyu reddediyordu.
Konunun biraz öncesine gitmek gerekir.
1970’li yılların ikinci yarısında özellikle Almanya’ya çok sayıda politik sürgün gelmişti. Ülkede aranır duruma düşen ve Almanya’da akrabası ya da örgüt arkadaşları bulunan çok kişi bu ülkeye gelmişti. Türkiye’de politik ortam son derece hareketliydi ve Almanya’ya gelen politik sürgünler de günü gününe Türkiye’yi yaşıyorlardı. Bu durum 12 Eylül darbesinden sonra daha da gelişmişti.
Devrimci Yol’un Almanya’daki adı olan Devrimci İşçi’nin ön plandaki sorumlusu o yıllarda Taner Akçam idi. Kendisinin Dİ’nin tümünü temsil ettiği söylenemezdi ama belirgin bir kesimi temsil ediyordu.
Bu kesimin söylediği şuydu: Bu ülkeye yönelik olarak yapılması gerekenler var, biz ise tümüyle Türkiye’ye yönelik olarak yaşıyoruz. Oradaki çalışma tarzını aynen burada da hayata geçirmekle uğraşıyoruz. Sürekli Türkiye’yi yaşayarak burada faaliyet yürütebilmek mümkün değildir.
Bu görüş, “ayakları burada kafası Türkiye’de” ibaresiyle ifadesini buluyordu.
Bu görüş gerçekte zamanın Yeşiller’ine aitti. Yeşiller, kalabalık bir kitleye sahip olan Dİ’nin Almanya’ya yönelik politika yapmasını, başka bir deyişle Türkiyeliler arasında –ki çoğunluk birinci kuşak işçi sayılırdı, ikinci kuşak da çalışma yaşamına giriyordu- Yeşiller’in taban bulması için çalışmasını istiyordu.
Bu görüş değişik sol örgütler arasında şiddetli bir tepkiyle karşılaştı.
Almanya’ya yönelik çalışmayı esas almak, burada kalıcı olmayı kabul etmek, burada yerleşmek demekti. Gerçekte ise politik mültecilerin amacı geri dönmekti ve hatta zaman içinde işçi gözüyle gelmiş olanları bile politik olarak yetiştirip geriye dönmelerini sağlamaktı.
Taner Akçam kesimi bu tutumunu fazla sürdüremedi ve Dİ içinde bile hızla kaybetti.
Soru son derece önemliydi ve yanlış zamanda sorulduğu için de çok sayıda sol örgüt ve kişi soruyu baştan reddederek gelecek yirmi yıllarının boşuna geçmesinin temelini atmış oldular.
Soru, biz burada ne yapacağız’a cevaptı: Almanya’da çalışma esastır. Bu cevap Türkiye ile bağların koparılmasını içermiyordu ve zaten kimse de böyle bir talepte bulunacak kadar akılsız değildi. Cevap, Türkiye’deki çalışmanın değil, Almanya’dakinin esas alınmasını istiyordu.
Bu cevap sizin örgüt yapınızı ve kaynaklarınızın kullanımını da belirlerdi.
Türkiyeli sol örgütlerin tahammül edemedikleri de buydu.
Zihinsel olarak böyle bir cevaba hazır değildiler. Her yeni politik mülteci gibi onların asıl amacı da dönmekti. Mülteciliğin yıllarca sürebileceği o sırada kimsenin aklına gelmiyordu.
Ek olarak, 12 Eylül faşizmi altında çok sayıda devrimci aranıyor ve bir şekilde ülke dışına çıkmaya çalışıyordu. Bu insanlara para, kimlik (pasaport göndermek) gerekliydi. Almanya’dan arabalarıyla izne giden çok sayıda örgütlü işçi, dönerken yanına bazı örgütsel arkadaşlarını da alıyordu. Bu ilişkilerin ayarlanması gerekiyordu.
Almanya’ya gelmekle de iş bitmiyordu. Gelenlerin iltica işlemleriyle uğraşmak, kalacak yer bulmak gerekiyordu.
Yeşiller’in Türkiye devrimci hareketinin içinde bulunduğu durumu anlayabilmesi düşünülemezdi, ama Türkiyeli devrimcilerin bir bölümünün bunu anlaması gerekirdi. Olağanüstü bir dönem yaşanıyordu ve “Almanya’daki çalışma esas alınmalıdır” görüşünün de buna uygun olarak ifade edilmesi gerekirdi.
Bu konuda FİDEF’in tavrı ilginçti. (FİDEF-Federal Almanya İşçi Dernekleri Federasyonu, TKP’nin o zamanki deyimle “demokratik örgütü” idi.) İşçi göçüyle gelmiş insanlara yabancı değil göçmen diyor ve bu insanların Almanya’da kalıcı olduklarını savunuyordu. Bunun ötesinde bir görüşü yoktu ya da daha doğrusu TKP merkezi bunun ilerisinde bir görüş getirmiyordu.
O yıllarda sayısı iki milyon civarında olan Türkiyeli göçmen işçiler kalıcıdır demek, bunlara yönelik çalışma da burada kalıcıdır anlamına gelirdi.
FİDEF de kitlesel bir örgütlenmeydi ve geniş bir işçi tabanına sahipti. Almanya’da yıllar içinde yetişmiş kadroları vardı. Ne ki, Türkiye’den çok sayıda TKP kadrosunun Almanya’ya gelmek zorunda kalması, bu kadroların da bir oranda geri plana itilmesiyle sonuçlanacaktı.
Kişi olarak Almanya’daki çalışmanın temel alınması gerektiğini kabul ediyordum. Yaşamış olduğum Paris deneyimi sonucu bu görüşe yatkındım, sadece bu kadar keskin bir çıkışı doğru bulmuyordum. Olağanüstü bir dönem yaşanıyordu. Susup bu dönemin geçmesini beklemek doğru değildi çünkü susarsanız bu dönemin geçmesi yıllar alırdı. Türkiye’deki çalışmayı ve onun ihtiyaçlarını önemle dikkate alarak bir geçiş dönemi yaşamak gerekiyordu. Bu dönemde yaşanılan yerin esas alınmasını artan oranda gündeme getirmek gerekecekti.
Tahmin edilebileceği gibi o dönemde içinde bulunduğum örgütte de (TKEP) bu görüş reddedildi. Bu reddin gerekçesi yoktu, insanlara yabancı geliyordu, o kadar…
Başarı inandırıcıdır. İstediğiniz kadar konuşun, haklı gerekçeler getirin, kimse ikna olmaz… Ne zaman ki savunulan politika biraz olsun başarı kazanmaya başlar, ikna etmek belirgin olarak kolaylaşır.
Burada başka bir önemli soru gündeme geldi:
Avrupa’da örgütlenme ne demektir?
Herkes Avrupa’da örgütlenmeden yanaydı ama bu ne demekti?
Ülkeden şu veya bu nedenle Avrupa ülkelerine gelmiş örgüt üyesi ve taraftarlarının buradaki kitleye katılması örgütlenme demek değildi. Evet, bu insanları çok değişik koşullarda örgüt içinde ya da çevresinde tutabilmek de bir işti, ama buna örgütlenme denilemezdi. Burada olan gerçekte bir bölgedeki üye ve sempatizanın başka bölgeye gitmesiydi. Avrupa’da örgütlenme, burada yaşayanı örgütleyebilmek demekti.
Almanya’da birinci kuşakta şansımız azdı ama ikinci kuşak vardı.
İkinci kuşak içinde örgütlenme çalışması ise; yabancı düşmanlığı, meslek eğitim yeri sorunu, sendikalar, okul sorunları vd. gibi bu ülkeyle ilgili birçok alanda bilgi edinmek ve politika üretmek anlamına geliyordu. 12 Eylül rejiminin teşhiri ve ülke devriminin sorunları da bu çalışmaya içkindi doğal olarak, ama ikinci kuşağın yaşanılan yerdeki sorunlarının esas alınması önemliydi.
1985 yılından başlayarak “burada bulunmamız galiba birkaç yıl sürmeyecek” görüşü yavaş da olsa yerleşmeye başladı. Politik sürgünlük yeni başlıyordu.
Bir süre sonra Tanerciler olarak adlandırılan grup ne oldu derseniz, herhangi bir şey yapamadan dağıldılar.
Bu gelişme iyi olmadı. Doğru bir düşüncenin bu kadar kötü savunulması ve ilk etapta fiyaskoyla sonuçlanması iyi olmadı.
Sonraki yıllarda Almanya’da çalışmanın önemine dikkat çeken herkese ilk olarak geçmişteki kötü örnek gösterilecekti.
1199 kez okundu.