Belkıs Pişmişler
S – Sayın Özgüden, ailenizle İzmir`de 1964 yılında ҫekilmiṣ, hep birlikte son kez birarada olduğunuzu gösteren bir fotoğrafınız var. İzin verirseniz buradan baṣlayalım. Hasret, uzaklık, göze alma gibi ҫok yönlü bir bölünmeyi tarif ettiğini düṣünerek; bu derinlikten söz etmenizi isteyebilir miyiz?
Özgüden – O fotoğraf İzmir’den İstanbul’a göçtükten iki yıl sonra kısa bir hasret giderme ziyareti sırasında çekilmişti… Aslında aileden uzak düşmem çok daha eskiye, ilkokul yıllarına dayanır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında demiryolcu ailem hep Anadolu bozkırının okulsuz ara istasyonlarında görevlendirildiğinden küçük yaşta gurbete yollandım… Hasret, uzaklık, aileden, yakınlarından kopuş daha o yıllarda kendi iradem dışında bir yazgıydı… Anne hasreti, sıcak yuva arayışı o yaşlarda gerçekten acılıydı. Ne ki daha çocuk yaşta kişiliğimin oluşmasında, vaktinden önce olgunlaşmamda büyük bir etken oldu. İkinci kopuş ise, yürüttüğüm sendikal mücadele nedeniyle İzmir gazete patronlarının beni kara listeye almaları nedeniyle 1962’deydi. Önce ailesinin bakımına muhtaç bir gazeteci olarak kalmamak için “göçmen işçi adayı” olarak İngiltere’ye gidiş, aynı yıl sosyalist dostların çağrısı üzerine Türkiye İşçi Partisi’nin İzmir örgütlenmesinde görev almak üzere acele geri dönüş, yıl sonunda da Mehmet Ali Aybar’ın ısrarı üzerine TİP Genel Merkezi’nin basın ve araştırma bürolarında hizmet vermek için İstanbul’a gidiş… Ardından da Gece Postası, Akşam gazetelerinde yöneticilik ve de 1971 Darbesi’ne kadar Ant Dergisi ve Yayınları… 1962 geçici göçü dışında doğaldır ki gerçek sürgün 12 Mart darbesiyle başladı… Hasret ve uzaklık 1971’den bu yana geçen 45 yılın hep ana temaları oldu… Ama yaşamak zorunda olduğumuz ülkenin ve o ülke toplumunun sorunlarına da aynı sorumluluk duygusuyla yaklaşmamız, yaklaşmanın ötesinde, Türkiye’nin sorunları yanısıra bu ülkenin politik, sosyal ve kültürel yaşamına bilfiil angaje olmamızdı bizleri bugün ileri yaşımızda dahi ayakta tutan… Biz sürgüne çıktığımızda, Avrupa kıtasında üç ülke daha, Yunanistan, İspanya ve Portekiz de faşist diktatörlük altındaydı. O ülkelerin sürgündeki devrimci ve demokratlarıyla birlikte mücadele vermek bizim enternasyonalist inancımızı ve kavgacılığımızı daha da pekiştirdi. Hele o yıllarda doruğuna çıkan Vietnam halkının ABD emperyalizmine karşı mücadelesi ve Avrupa halklarının Vietnam dahil diğer kıtalardaki halkların ulusal kurtuluş mücadeleleriyle dayanışması, bizim için gerçekten baha biçilmez derslerle doluydu…
1. resim )1968: Özgüden ve Tugsavul haftalik sosyalist Ant Dergisi’ni hazirliyorlar
2. resim 1968: Özgüden ve Tugsavul dostlari, Isveç televizyonlari
muhabiri Barbro Karabuda ile Ant yönetim bürosunda
S – Kırkbeṣ yıl gibi, zamanı bile aṣan bir süredir dünyada en uzun sürgün olan ender kimliklerdensiniz.Yurtsuz ve sürgünlük durumunun ebedi bir hal alması, eṣitlik, özgürlük mücadelesinin de bir eksikliği midir?
Özgüden – Tugsavul: Yurtsuzluk ve sürgünlük durumunun bizim için nerdeyse ebedi bir hal alması tabii ki bizim kişisel tercihimiz değil. Hemen belirtelim, biz Ant yazı kurulunun kararıyla Avrupa’da cuntaya karşı mücadeleye katkıda bulunmak göreviyle ve kaçak olarak yurt dışına çıktığımızda hep birkaç yıl sonra ülkeye aynı yollardan geri döneceğimiz kararlılığıyla sığınma falan istemedik, sahte pasaportla iki yıla yakın illegal yaşadık… Demokratik Direniş hareketini örgütledikten sonra, özellikle 1980 darbesi öncesi ve sonrasında ülkesini terketmek zorunda kalan Türk. Kürt, Asuri, Ermeni, Ezidi siyasal sürgünlerini tanımak olanağımız oldu. Bunların bir kısmı konjonktürel değişime uygun olarak artık Türkiye’de başının derde girmeyeceği düşüncesiyle geri döndü… Bizler 1983’teki vatandaşlıktan atılma kararından sonra aynı uygulamaya maruz kalmış arkadaşlarla birlikte uluslararası planda mücadele vermiştik. Ama eninde sonunda 12 Eylül rejiminin çökeceğinden emin olduğumuz için özel bir hukuki mücadeleye girişmedik. Ancak 1988’de vatansız bırakıldığımız ikinci kez bildirilince, önce Türkiye’deki Danıştay’da bu kararın iptali için dava açtık. Brüksel’deki bir basın toplantısı sırasında zamanın başbakanı Turgut Özal’a Türkiye’de insan haklarının durumuyla ilgili rahatsız edici sorular sorduğumuz için vatandaşlıktan atma kararı 26 Mayıs 1988’de Başkonsolosluk tarafından gönderilen iadeli taahhütlü mektupla ikinci kez tebliğ edildi. Buna karşı açtığımız davayı Danıştay, MGK’nin kararları aleyhine dava açılamayacağı gerekçesiyle usulden reddetti. Bunun üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açtık. Türk Devleti’nin mahkum edilmesi hukuken kaçınılmaz iken, Strasbourg’taki davanın karara bağlanmasından birkaç gün önce, Türk Devleti mahkumiyet yememek için 12 Eylül rejiminin bizler için özel olarak çıkarttığı “vatandaşlık kaybettirme yasası”nın iptal edildiğini açıkladı. Bunun üzerine AİHM bizim davanın hukuki dayanağı kalmadığı gerekçesiyle red kararı verdi. Dava sürecinde Türk Hükümeti Strasbourg’a gönderdiği savunmasında bizlerin komünizm, bölücülük propagandası ve örgütlenmesi başta olmak üzere Türk Ceza Yasası’nın bir çok maddesine göre suç işleyerek vatandaşlıktan atılmayı hakettiğimiz yolunda savunma göndermişti. AİHM’nin kararı üzerine üzerine, Türkiye’deki avukatımız Halit Çelenk aracılığıyla Dışişleri Bakanlığı’na başvurarak, Türk vatandaşı olarak Türkiye’ye dönmemiz halinde, daha önce Strasbourg’a bildirdikleri ağır suçlamalardan dolayı hakkımızda işlem yapılmayacağı, tutuklanmayacağımız konusunda yazılı güvence verilmesini istedik. Maalesef o zamanki dışişleri bakanı Hikmet Çetin ve de ondan sonra bakanlık yapan Mümtaz Soysal ve İsmail Cem bize bu konuda güvence vermeyi reddettiler. Mülteci seyahat belgesiyle Avrupa ülkeleri içinde dahi seyahat etmekte güçlükle karşılaşıyorduk. Gazeteci olarak özellikle Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin toplantılarını izlemek, gerekirse Türkiye konusunda milletvekillerine bilgi vermek için Strasbourg’a gitmek zorundaydık. Fransız televizyonunda katıldığımız bir açık oturumda Türkiye’deki azınlıklara uygulanan baskıları açıkladığımız için başta Hürriyet olmak üzere bazı Türk gazeteleri Fransız Hükümeti’ne « teröristleri televizyonda konuşturma » suçlamasında bulunmuştu. Bu nedenledir ki, Türk dostlarını tatmin etmek için Fransız Hükümeti, üstelik de Mitterrand döneminde, mülteci pasaportuyla Strasbourg’a gitmemizi reddetti. Bu koşullarda yapacak başka bir şey kalmamıştı. Belçika pasaportu alarak seyahat özgürlüğüne kavuşabilmek için ikimiz de Belçika vatandaşlığı için başvuruda bulunduk. Müracaatımızdan sonra tam dört yıl bize vatandaşlık hakkı tanımayı reddettiler. Belçika Kraliyet savcılığı bizim Türkiye’li terörist örgütlerin toplantılarına katıldığımız, Belçika toplumuna entegre olmadığımız gerekçesiyle Meclis’e hakkımızda aleyhte görüş bildiriyordu. Oysa, bizim yönettiğimiz eğitim merkezinde öğrenim gören birçok mülteci bizim “topluma entegre olmuştur” yolunda verdiğimiz belgelerle Belçika vatandaşı olabilmişti. Bu konuda verdiğimiz mücadele Belçika demokratik kuruluşlarından ve şahsiyetlerinden de geniş destek gördüğünden Belçika Parlamentosu olağanüstü bir toplantı yaparak 90’lı yılların sonunda bizi Belçika vatandaşlığına kabul etti.
S – Buradan sürgünlerle kurulamamıṣ zihinsel paydaṣlık, uzaklıkla gelen yabancılaṣma, ya da en hakikisi, sürgünün ayrıldığı ülkede, arkada bir yokluk yankısı bırakmadığı hissiyatına yönelerek, devletin gözden ҫıkarmıṣlığına ortak olunmuyor mu sorununa değinseniz.
Özgüden – Tugsavul: Bu sorudan neyin kastedildiğini anlayamadık. Biz sürgüne çıktığımız andan itibaren en zor koşullarda, hatta iki yıllık illegal dönemimizde, hem Türkiyeli göçmenlerle. hem de siyasal sürgünlerle sürekli ilişki ve paylaşım içinde olduk. Bir yandan 50’li, 60’lı yılların az sayıdaki siyasal sürgünleriye görüşerek onların deneyimlerinden yararlanırken, bizimle aynı dönemde gelen siyasal sürgünlerle de, hangi sol harekete mensup olurlarsa olsunlar, haberleşme ve dayanışma ilişkisi içindeydik. 1971 Cuntası’na karşı yurt dışında mücadele vermek üzere oluşturduğumuz Demokratik Direniş Hareketi, 1973’den itibaren legale çıkar çıkmaz kurduğumuz İnfo-Türk, GüneÒ Atölyeleri, 1980 Darbesinden sonra kurduğumuz Demokrasi Için Birlik hep bu ilişkilerin ve sıcak dostluk bağlarının ürünüdür. Ama tüm bu örgütlü mücadelelerde başarının ana kaynağı, Türkiye’deki yoldaşlarımız, çalışma arkadaşlarımız ve meslekdaşlarımızla hiç kesilmeyen ilişkilerdi. Hemen belirtelim ki, 70’li yıllarda Türkiye ile ilişkiler bugünkü kadar kolay da değildi. Ne direkt telefon baglantısı, ne cep telefonu, ne de sosyal medyanın iletişim araçları… Ülkelerarası telefon konuşmaları ancak Türkiye santraline bağlanarak yapılabiliyordu ve o da kontrol altındaydı… Mesajlar, işkence belgeleri, dava tutanakları çoğunca Türkiye’ye turist olarak gidip gelen afişe olmamış Avrupalı arkadaşlarımız aracılığıyla getirtilebiliyordu. Ama ne denli zor olursa olsun ilişkiler hep sıcak kaldı…
S – Romanlarda bolca olumsuz sürgün tiplemelerine karṣın, anadilinde konuṣmanın mutluluğuna hasreti dile getirmeye tenezzül edilmemesi de bunun bir parҫası değil midir?
Özgüden – Tugsavul: Anadilde konuşmanın mutluluğuna hasreti yaşadığımızı sanmıyoruz. Çünkü 40 yılı aşan sürgünümüz ağırlıklı olarak anadilde konuşmak, daha da önemlisi anadilde yazmakla geçti… Evet dünya kamuoyuna hitap edebilmek,
1975: Özgüden ve Tugsavul Brüksel’deki 1 Mayis yürüyüsünde Türkiyeli iscilerle
örgütlediğimiz çok uluslu sosyal ve kültürel kuruluşlarda beraber olduğumuz insanlarla diyalog kurabilmek için Fransızca’yı da, İngilizce’yi de sık kullanıyoruz. Ama Türkçe söyleşmenin tadını başka hiçbir dilde bulmak olası değil… Sürgünde tek sorunumuz, yıllar geçtikçe gelişen, değişen sokak Türkçe’sini argoyu, küfürleri zamanında yakalayamamak oldu. Bu eksiği gidermek için bir çok mizah dergisine abone olduğumuzu anımsıyoruz. Ama günümüzde sosyal medya artık Türkiye’nin güncel sokak Türkçesini, argosunu aratmayacak zenginlikte…
S – 12 Eylül cuntasına karṣı örgütlenmesine öncülük ettiğiniz Demokrasi İçin Birlik hareketinin tasfiyesini acılı bir anı olarak anmanıza karṣın, tekrar böylesi bir topyekun hamleye ihtiyaҫ olup olmadığını sorsak?
Özgüden – Tugsavul: Demokrasi İçin Birlik 12 Eylül sonrasında Avrupa’da cuntaya karşı oluşturulan çeşitli direniş örgütlenmelerinden biriydi… Biz o yıllarda Türkiye İşçi Partisi’nin Avrupa örgütlenmesini yaptığımız için DİB’i o partiye üye ya da aday üye olan arkadaşlarla birlikte kurmuştuk. 1981’in 14 Şubat’ında Avrupa’nın başkentinde cuntaya karşı ilk uluslararası protesto etkinliğini bizler düzenlemiştik. Bunun tıpkı 12 Mart Darbesi’nden sonra kurduğumuz Demokratik Direniş Hareketi gibi hangi siyasi partiden olursa olsun tüm anti-faşistlerin katılacağı bir örgüt olmasını hedeflemiştik. Ancak Avrupa’da iltica almalarını sağladığımız Türkiye İşçi Partisi yöneticilerinin müdahalesiyle Demokrasi İçin Birlik, TİP’in TKP’yle birleşmesinin aracı haline getirildi… Bizzat Behice Boran tüm üyelere gönderdiği özel bir mektupta “Cunta’ya karşı olmak, Cunta’ya karşı mücadelede eylem birliği, cephe birliği için ilk şartsa da, yeterli şart değildir. Maocularla, Sovyetler Birliği’ni, sosyalist ülkeler topluluğunu revizyonizm vb. ile suçlayanlarla, sınıfsal mücadelenin yerine bireysel terörizmi koyanlarla birlik olunmaz” diyerek ikimiz de dahil Demokrasi İçin Birlik’i kuran yöneticileri tasfiye ettirdi. Bugünkü koşullar ne 1971 sonrası, ne de 1980 sonrasıyla kıyaslanabilir. Şu anda gerek Türkiye’de, gerekse diyasporalarda Kürt ulusal hareketinin başını çektiği, sol birikimlerin de desteklediği örgütlenmeler belirleyici rol oynuyor. Birkaç yıl önce benim de kurucuları arasında bulunduğum Avrupa Barış Meclisi bu amaçla oluşturulmuştu. Son günlerde Halkların Demokratik Kongresi’nin Avrupa’da örgütlenme çalışmaları yoğunlaştı. Verili koşullarda bunlardan bağımsız bir girişimin “topyekun hamle” özelliği taşıyabilecegini sanmıyorum. Özellikle Erdoğan’ın 15 Temmuz’u bahane ederek ve de CHP’yi dahi yedeğine alarak hızla bir bir İslamcı faşist diktatörlüğe yönelmesi, yeni arayışlar yerine mevcut girişimlere destek verilmesini kaçınılmaz kılıyor… Yıllardır Kürt. Ermeni. Asuri, Ezidi diyaspora örgütleriyle birlikte mücadele veren kişiler olarak İslamcı faşizme karşı oluşan merkezi örgütlenmelerde bu diyasporaların da eşit söz ve karar hakkına sahip olmasını olmazsa olmaz bir koşul olarak görüyoruz.
1. resim: 1984: Inci Tugsavul ve Iuccia Saponara Günes Atölyeleri’nde kadinlarla
2. resim: 1996: Özgüden Günes Atölyeleri ÿelerine bir kitabin nasil yayina hazirlandigini anlatiyor
S -Darbe hukukunun militarist mahkeme kararlarının halen geҫerli olmasına , darbe karṣıtı söylemin meṣruiyetine dayanan iktidar diline karṣı, ülkeye dönüṣ hakkının önündeki engellerin kaldırılmasına yönelik talep, barıṣ ҫağrısıyla birleṣtirilerek , iҫ dinamik dayanıṣmasında karṣılık bulamaz mı?
Özgüden – Tugsavul: Katıldığımız tüm toplantılarda ısrarla tekrarladığımız, bizimle röportaj yapan Avrupalı gazetecilere söylediğimiz bir şey var… Ülkeye dönüş sadece ismi şöyle ya da böyle duyulmuş siyasal sürgünlerin sorunu olarak görülmemelidir. Üzerinden 42 yıl geçmiş olan bir olayı, Yunanistan’da albaylar cuntasının çöküşünü anımsıyoruz. Olayın hemen ertesinde tüm siyasal sürgünler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyalist ülkelere sığınmış olan komünistler de dahil, hiç bir engelle karşılaşmadan ülkelerine dönebilmişlerdi. Bu, Yunanistan’ın demokrartikleşmesinin ön koşullarından biriydi. Türkiye’nin de 1915 Soykırımı ve onu izleyen pogromlar yüzünden kaybettiği yüzbinlerce insan, onların sürgünde doğmuş çocukları, torunları var… 1971 Darbesi, ardından 1980 Darbesi ve 30 yıldan beri sürüp giden içsavaş ortamı… Tüm bu dönemlerde can güvenliği, adli kovuşturmalar, askerlik sorunu nedeniyle sürgüne çıkmak zorunda kalmış başka yüzbinler var… Barış ve demokratikleşme çağrıları, kimden gelirse gelsin, bu gerçeği göz önünde tutmak zorundadır.
- resim: 2005: Özgüden Avrupa Parlamentosu’nda “Türkiye demokratiklesiyor mu?” konulu bir açik oturumda
- Özgüden ve Tuğsavul, 7 Haziran 2012’de Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen Dersim Kırımı konusundaki konferansta
S – Önceki yasama döneminde Sezgin Tanrıkulu tüm dosyaların ortak paydası olacak ṣekilde, sürgün dayatması ve 12 eylül dosyalarında değiṣiklik yapacak bir yasa teklifi verdi, ancak haber bile olmadı. Değil kamuoyu, demokratik sol ҫevreler de sürgün diye durumla pek ilgili değil. Niye?
Özgüden – Tugsavul: Başka milletvekillerinin de aynı yönde yasa önerileri olduğunu biliyoruz. Bu aslında olayı yukarıda anlattığımız çerçevesiyle ele almayan bir yaklaşım… Öyle olduğu için de ilgi duyulmaması son derece normal. Böyle bir yaklaşımın çağrıştırdığı şey, medyada ya da sanat dünyasında ismi duyulmuş bazı kişilerin bireyler olarak sansasyonel dönüşleri… Toplu dönüş konusunda ise geçen onyıllarda iki örnek yaşandı… İlki TKP ve TİP yöneticilerinin TBKP adı altında birleştikten sonra, diğer örgütlerin görüşlerini dikkate almaksızın, sırf kendi partilerinin Türkiye’de legale çıkabilmesini sağlamak üzere, medyatik toplu dönüşleriydi… Sonuçlarını hepimiz biliyoruz. Diğeri de Kürt ulusal hareketinin ilk barışçıl çözüm girişimleri sırasında Öcalan’ın yönlendirmesiyle bazı Kürt sürgünlerinin Türkiye’ye gidişleriydi… Onlar da ülkeye döndükten sonra tutuklanıp hapse atıldılar, ağır hapis cezalarina mahkum edildiler. Bunun içindir ki siyasal sürgünlerin Türkiye’ye dönüş sorunu grupsal ya da kişisel sorun olarak değil, tüm sürgünlerin demokratikleşmiş bir Türkiye’ye onurlu dönüşü olarak ele alınmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sürgüne mahkum ettiği tüm yurttaşlarından resmen özür dilemeli, tıpkı 1974 Yunanistan’ında olduğu gibi tüm sürgünlerin kayıtsız şartsız ülkelerine dönüşlerini kabul etmelidir.
S – Henüz tam bir isim bulunamadığını düṣünerek, sürgünlerin genel olarak ihtiyatlı ve kendini sürekli ispat etme sorununun üstesinden gelmekte yetersiz kaldığı fikrine yaklaṣımınız nasıldır?
Özgüden – Tugsavul: Bu soruya tüm sürgünleri kapsayan bir yanıt vermek olası değil… Unutulmamalı ki ta 19. Yüzyılda Yeni Osmanlılar’la başlayan, 1915 soykırımıyla kitlesel boyut kazanan sürgün sürecinde her kişinin kendine özgü nedenleri, arayışları vardır. Sırf kişisel ya da ailevi güvenliğini sağlamak için sürgünü bir çözüm olarak seçenler olduğu gibi, bir düşünceye, inanca bağlı olduğu için o kavgayı başka ortamlarda sürdürebilmek üzere ya da bağlı olduğu bir örgütün kararıyla sürgüne çıkanlar da vardır. Bu noktada tabii ki kişinin sürgüne çıkmadan önce ülkesindeki donanımı, ilişkilerinin kapsamı, sürgünde ilk girişimleri için en azından bir yabancı dili bilip bilmediği, gittiği ülkede kendisine destek sağlayacak örgütsel bağlarının bulunup bulunmadığı, hatta o ülkede sosyal yardıma muhtaç olmadan hayatını kazanabileceği bir meslek sahibi olup olmadığı çok önemli… Bu özelliklere sahip olmasa bile kişinin mülteci kahvelerinde kısır politik söyleşiler yerine sığındığı ülkede bir an önce o ülkenin yerel dillerinden birini öğrenmesi, meslek sahibi değilse bir an önce herhangi bir mesleğe yönelmesi, o ülkenin sosyal, kültürel ya da siyasal yaşamına entegre olması gerekir. Bunu aynızamanda ülkeye kesin dönüş olanakları doğduğunda orada yeni bir hayata daha donanımlı başlayabilmesi, hala bir örgüte bağlıysa ona daha ciddi katkılarda bulunabilmesi açısından da son derece gerekli buluyoruz.
S – Ülke kamuoyunda bilgilendirme yapmaya ҫalıṣırken ҫokҫa karṣılaṣılan bir durum oluyor, sözgelimi kac kiṣisiniz ,toplu bir fotoğrafınız olabilir mi gibi toptancı sorular geliyor. Sizin armağan ettiginiz geniṣ bir arṣiviniz var. Avrupa`da ne kadar sürgün var, ne kadarı halen daha dönememe sorunu yaṣıyor, böyle verileriniz var mı?
Özgüden – Tugsavul: Daha önceki sorularınızdan birini yanıtlarken değinmiştik. Bu konuda aytıntılı istatistik bilgiler yok… Bizler Belçika’da yaşadığımız için bir örnek verecek olursak, bizim dışımızda, Remzi Kartal, Zübeyir Aydar gibi Kürt liderleri, Kürt, Ermeni, Asuri örgütlerinin sorumluları, Kürt televizyonlarının emekçileri var… Ama gerçek sayı nedir bilemeyiz. Kaldı ki, siyasal nedenlerle yurt dışına çıkanların sürgündeki statüleri birbirinden çok farklı. Bir kısmı hâlâ mülteci statüsünde kalırken önemli bir kısmı belli koşulları yerine getirdikten sonra bulunduğu ülkenin vatandaşı olabiliyor. Hatta siyasal mülteci olduğu halde Türk vatandaşlığından çıkmayan, örneğin Belçika’da hem TC vatandaşlığını hem de Türk vatandaşlığını taşıyanların sayısı hayli fazla… Kamuoyunda siyasal sürgün olarak tanınıp da tatil yapmak için ya da başka nedenlerle sık sık Türkiye’ye gidip gelenler de var. Dönememe sorununu yaşayanların sayısını belirlemek herhalde Avrupa Sürgünler Meclisi’nin ülkeler bazında yürüteceği önde gelen uğraşlardan biri olmalı.
S – Kültürel hiyerarṣi ve hakimiyet ҫarpıṣmalarında, baṣka bir dilde mücadele etmekte olmanın sorunlarına iliṣkin ne dersiniz?
Özgüden: Başka dilde ya da dillerde mücadele gerçekten sorunlu… 1971’de Avrupa’ya ayak bastığımızda ikimiz İngilizce konuşabiliyor, yazabiliyorduk… İnci kendisini ayrıca Almanca ve İspanyolca da ifade edebiliyordu… Türkiye’deyken Lorca’dan çeviriler yapmıştı. Sürgünün ilk döneminde Batı Berlin’de kalırken ben de herşeyden önce Almanca çalışmaya başlamıştım. Deniz’lerin idam kararı çıktıktan sonra mücadeleyi Batı Avrupa’da daha etkin yürütebileceğimizi düşünerek 1972 başında Berlin’i terkedince Almanca çalışmaya devam edemedim. Fransa, Hollanda, Belçika ve İsveç’te medyaya ve uluslararası kuruluşlara iletilecek bildiriler, dosyalar ve işkence belgelerini çeşitli dillere çevirme söz konusu olunca Avrupalı devrimci ve demokrat dostlarımızdan hayli destek gördük. Örneğin Avrupa Konseyi’ne sunduğumuz 400 sayfalık Türkiye Dosyası’nı 1972 yazında birkaç ayda İngilizce olarak hazırladık ama metinleri sürgündeki ABD’nin Black Panthers ve Güney Afrika’nın ANC militanları elden geçirip düzelttiler. Daha sonra Belçika’da İnfo-Türk’ü kurup Türkçe dışında Fransızca, İngilizce, Flamanca ve hatta Almanca bültenler ve raporlar yayınlamaya başladığımızda çevirileri Belçikalı dostlarımız üstlendiler. Avrupa’nın başkenti olduğu için İnfo-Türk’e merkez olarak Brüksel’i seçtiğimizde ikimiz de tek kelime Fransızca bilmiyorduk… Günlük mücadelelerimiz ve çalışmalarımızın yanısıra Fransızca öğrenmeye de zaman ayırmak zorundaydık. Ama yaşadığımız kentin günlük konuşma dillerinden biri Fransızca olduğu için bu engeli aşmak o denli zor olmadı. Yaşanılan ülkenin dilini kullanmanın bir göçmen, bir sürgün için ne denli yaşamsal olduğunu bildiğimiz içindir ki Brüksel’de yabancı kökenlilere Fransızca ve de topluma uyum kursları vermek üzere Güneş Atölyeleri’ni kurduk. Bu atölyelerde her yıl Türkiye’si, Orta Doğu’su, Asya’sı, Afrika’sı, Latin Amerika’sıyla 50’den fazla ülkeden kopup gelmiş kadın erkek karışık 300’den fazla öğrenci yetiştiriyoruz. 100’den fazla da yabancı kökenli genç ve çocuğun eğitimde başarılı olabilmeleri için destek sınıfları örgütlüyor, onları yaratıcı sanat çalışmalarına yönlendiriyoruz.
S – Ant dergisi bir düṣünce üssü, Avrupa`daki ҫalıṣmalarınız ise özerk birer odak olarak anılıyor. Uzun yıllardır sürebilen bu mücadelenin gizlerinden söz etseniz bize.
Özgüden : Ant Dergisi ve Ant Yayınları, Türkiye’de 60 yıllarda kitlelerle mal olan sosyalist düşüncenin yarattığı kurumlardan biri… Ben 1952 yılında, henüz 16 yaşındayken bir muhalif gazetede başladığım gazetecilik yaşamımda sosyalist düşünceyi kendime rehber seçmiştim. Anadolu bozkırında İkinci Dünya Savaşı’na denk gelen çocukluk yaşamımda köylünün, daha sonra geldiğim Ankara ve İzmir gibi metropollerde yoksul kesimlerin acılarını ve sorunlarını birebir yaşamış olmak beni bu arayışa itmişti. Gazeteciliğimin ilk yıllarında da ünlü 1952 Tevkifatı’na uğrayan aydın ve sanatçılarla tanışmam, gazeteciliğin yanısıra basında çalışanların haklarını savunmak için sendikal örgütlenmenin içinde yeralmam beni genç yaşta sosyalist mücadelenin saflarında yeralmaya hazırlamıştı. 1962 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin kurulması bizim kuşak için bir dönüm noktası oldu. Önce İzmir örgütlenmesinde, daha sonra İstanbul örgütlenmesinde görev üstlendikten sonra partinin basın ve araştırma bürolarında çalıştım. 1964’teki birinci kongrede TİP’in Merkez Yürütme Kurulu’na da seçilmiştim. 1964-1966 yıllarında genel yayın müdürlüğü’nü üstlendiğim Akşam Gazetesi’ni sosyalist hareketin güçlü bir sesi haline getirmiştim. Ankara’da başarılı bir sol gazeteci olan İnci’yle de o dönemde yaşamımızı birleştirdik ve kavgayı hep birlikte yürüttük… Ancak hükümetin ve kapitalistlerin baskıları altında gazetenin sahibi bizi Akşam’dan uzaklaştırmak zorunda kaldı. Bunun üzerinedir ki Yaşar Kemal ve Fethi Naci’yle birlikte Ant Dergisi’ni, daha sonra da Yaşar’ın eşi Tilda Gökçeli’yle Ant Yayınları’nı kurduk. Ant Türkiye İşçi Partisi’ni desteklemekle birlikte tüm sol aydınlara ve örgütlenmelere açık bir dergiydi. Dünya sosyalist ve ulusal kurtuluş hareketlerini tanıtırken militarizme karşı ısrarlı mücadele veriyorduk. Subayların kapitalist sınıfa entegre edilmesinde büyük rol oynayan OYAK tuzağını belgelerle açığa vurmuştuk. Başta Koç grubu olmak üzere tekelci sermayenin içyüzünü açıklıyorduk… Kemalizm’in sol üzerindeki prangasını kırarak halklar meselesini gündeme getirmemiz, Kürt halkının sesini sürekli duyurmamız ordunun kara listesinde yeralmamızın bir diğer nedeniydi. Daha 1967 yılında zamanın genel kurmay başkanı Cemal Tural beni “vatan haini” olarak askeri mahkemeye sevketmişti. 15-16 Haziran direnişinden sonra Ant’ta “Kapitalistleşen subaylar işçi sınıfını yargılayamaz” dediğimiz için sikıyöndetimde dokuz subay tarafından sorguya çekilerek tehdit edilmiştim. 12 Mart darbesi’nden sonra askeri yönetimin ana hedeflerinden biri olduk, dergi kapatıldı, hakkımızda yüzlerce yıl ceza istenen davalardan dolayı mücadeleyi Avrupa’da sürdürmek üzere sahte bir pasaportla Türkiye’yi terkettik. Daha önce de belirttiğim gibi sürgündeki tüm girişimlerimizde de Ant’ın özerk tutumu bir rehber oldu.
S – Aṣırı sağ ana akım haline gelirken, sınıf mücadelesi Avrupa`ya geri mi dönüyor?
Özgüden – Tugsavul: Sınıf mücadelesi hiç yok olmadı ki… Ezilen sınıflar kavramı büyük boyut kazandı… Biz 60’lı yılların başlarında Türkiye İşçi Partisi’nde ülkenin tüm ezilen sınıf ve tabakalarının, yani sanayi işçileri dışındaki yoksul köylülerin, düşün emekçilerinin, yazar ve sanatçıların, esnaf ve zanaatkarların, devrimci gençliğin de ezen sınıflar karşısında partinin yönetim kadrolarında eşit statüde temsil edilmesi mücadelesi vermiştik. Bunun bedelini de partiden ihraç edilmekle ödedik… Daha sonraki yıllarda Kürtler başta olmak üzere Ermeniler, Asuriler, Rumlar, Ezidiler Türkiye devriminin etkin güçleri olduklarını vurguladılar… En önemlisi de ilerici kadın hareketi daha baştan kavgaya ağırlığını koydu… Tabii ki Avrupa’ya yönelen ekonomik, etnik göç, siyasal sürgün, özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılma pazarlıkları sürecinde Türkiye devrimci hareketinin önemli bir aktörü olarak kendisini kabul ettirdi. Dahası, bu sonuncu kategori, Kürt, Ermeni, Asuri, Rum ve Ezidi diyasporalarıyla birlikte sadece Türkiye devrimci hareketinin değil, aynızamanda Avrupa’daki eşitlik ve barış mücadelesinin önemli bir bileşenidir.
S – Sayın İnci Tuğsavul, yıllardır direnҫ ve cesaretle süren mücadelenizde son derece zarif bir kimlikle tanımlanıyosunuz. Bir kaybeden hüznünü yaklaṣtırmayan bu birikimden bize en ҫok neyi aktarmak istersiniz?
Tuğsavul – Kimlik zerafetini bilemem… Kavgamda, yazılarımda, örgütleme çalışmalarında hep daha önceki sorulara ortak yanıtlarımızda belirttiğimiz ilkeler doğrultusunda davrandım… 25 yaşından beri Doğan’la birlikte Akşam, Ant, Demokratik Direniş, İnfo-Türk, Güneş Atölyeleri ve Demokrasi İçin Birlik mücadelelerinde sorumluluk üstlenerek ülkemin, onun yaratıcı insanlarının, ezilen insanlarının daha güzel günler görmesi için uğraş verdim… Evet. Türkiye’den kopmak zorunda bırakıldığımız 11 Mayıs 1971 günü hayatımda hep acıyla anımsadığım bir gündü… Ama 12 Mayıs bizim için kavganın yeni bir boyutunun başladığı gündü, üstelik pek de tanımadığımız topraklarda… Sığınmak zorunda kaldığımız bodrumlarda Türkiye’den gelen işkence belgelerini çevirirken hüngür hüngür ağladığım günler oldu… İhaneti yaşadığımız günler de… Ama yıllardır gerek siyasal mücadelemizde, gerekse sosyal kültürel çalışmalarımızda dünyanın dört bir yanından kopup gelen insanlara yardımcı olabilmek, onların seslerini duyurmaya çalışmak, kurduğumuz Güneş Atölyeleri’nin etkinliklerinde, çok kültürlü şenliklerinde onlarla beraber olmak, onların acılarını ve umutlarını paylaşmak… Evet hüzün, ama çokca da umut, herhalde yarım yüzyıla yakındır gidemedigimiz ülkemizde ve tüm coğrafyalarda belki bizim göremeyeceğimiz güzel günlerin ergeç geleceğine inançtır bizleri bu yaşta yıkılmadan ayakta tutan…
S – Yine o fotoğrafa atıfla, kimseler beklemezken bekleyen yakınlara, uzakta kaybedilen sevilenlere ne demeli?
Tuğsavul – Ailelerimizden Doğan’ın da benim de hayatta birer kardeşimiz kaldı… Anne ve babalarımız bize hasret gittiler bu dünyadan… Yaprak dökümü… Birlikte mücadele verdiğimiz, birlikte çalıştığımız dostlar da birer birer veda etmekte bu dünyaya… Hayatta kalanlardan sesimizi duyan olur mu bilemem… Duyabilenlere tek sözüm var, o da ülkemizin en tanınmış sürgünlerinden Nazım Hikmet’ten… 1976’da Moskova’da anıt kabrini, sonra hayata veda ettiği evini ziyaret etmek onurunu taşıdığım büyük ozanımızın yine 1973’te Paris’te tanıştığımız ve 1980 darbesinden bir ay önce Normandie’de beraber olduğumuz eşi Münevver’e yazdığı şiirden…
Sofya’ya bir bahar günü girdim, şekerim.
Ihlamur kokuyor doğduğun şehir.
Bilmediğin gibi ağırladı beni hemşehrilerin.
Doğduğun şehir kardeş evim bugün.
Ama kendi evin kardeş evinde bile unutulmuyor.
Şu gurbetlik zor zanaat, zor…
Bu konferans vesilesiyle geceyi düzenleyen Anadolu diyasporalarına mensup derneklerin temsilcileri Nahro-Beth Kinne, Derwich Ferho,
Bogos Ökmen, Zeynep Görgü ve Iuccia Saponara, Doğan Özgüden ve Inci Tuğsavul’a “Insanlık Yurttasları” Ödülü verdiler.
841 kez okundu.
Sayin Tugsavul,
Sayin Ozguden,
Yillardir yazdiklarinizi hayranlikla okuyorum eylemlerinizi de sonsuz saygiyla izliyorum.
Sizlere yeterli olabilecek yurttaslik ve insanlik odulu daha yaratilmadi.
Sevgi ve saygilarimla
Değerli yoldaşlarım,
Sosyalizm mücadelesine katkılarınızla sadece devrim yolunda değil, sürgünlüğün zor koşullarında da, bu uzun soluklu, dirençli ve üretken yaşamınızla pek çok insana örnek oldunuz. Zor anlarımda, sisteme karşı dimdik duruşunuz direncimin gücünü artırdı, kavgamda kararlılığa örnek oldu. Türkiye’de, Sosyalist literatüre katkınız bilinçlenmemizde önümüzü açan zengin bir kaynak yarattı. Büyük emekleriniz var bugünün her sosyalistinin gelişiminde.
İyi ki tanımışım sizleri, iyi ki yoldaş edinmişim.
Ve bu röportajı gerçekleştiren Belkıs arkadaşın emeğine de çok teşekkür ediyorum.
Sevgiyle kalın hepiniz.
Metin Ayçiçek