Fevzi KARADENİZ
Seçimlere ilişkin epeyce anılarım var. Daha ortaokul, lise yıllarında Ergani’deki Belediye ve Milletvekili seçim kampanyalarını, adaylar arasındaki o güzelim yerel atışmaları zevkle izlerdim; dinlerdim.
Aynı yıllarda TİP’ in seçim çalışmalarını, sözcülerinin adalet duygularıma, yüreğime dokunan radyo ve miting konuşmalarını başka bir heyecanla ve merakla izlediğimi de hatırlarım.
Türkiye’de hiç oy kullanmadım. Parlamentoyu “burjuvazinin ahırı” olarak görmesem de gençliğimizin o hızlı döneminde devrim yapmak, sanki daha kolay gelirdi bize.
***
Bir defa Sandık başında bulundum. Ama bu resmi bir görevlendirme değildi.
1970’lerin ortalarındaki senato ara seçimleriydi. İstanbul’da bir tarafta 12 Mart’ın Sıkıyönetim Komutanı, işkenceci General Faik Türün –ki biz onun gözünde kapkara gözlükleriyle iskeleti andıran resimlerini elektrik direklerine asmış, altına da “dikkat ölüm tehlikesi” diye yazmıştık.- karşısında ise, Besim Üstünel vardı.
İstanbul, Harbiye’de oturduğumuz Çimen Sokak’taki sandıkta İktisat Profesörü Üstünel lehine kendimizi görevlendirmiştik.
Aradan 25 yılı aşkın zaman geçti; hayatımda ilk kez oy kullandım. Ama öyle sıradan bir “ilk” değildi bu.
Türkiye Komünist Partisi militanıyken arandığım Türkiyede yurt dışına çıkmak zorunda kalmıştım. Sürgün hayatı yaşadığım Fransa’da ilk oyumu daha ülkedeyken izlediğim, direnişçi tarihini bildiğim, “Konuk Yayınları” n dan çıkan Programını okuduğum Fransız Komünist Partisi için kullandım. Büyük bir zevkle, onur duyarak, içime sinerek.
Seçimin ertesi günü, sürekli türkçe gazete aldığım “Tabac” daki kadın “kendinizi gazetede gördünüz mü?” diyerek, benim için sakladığı bir gün önceki “Dernieres Nouvelles d’Alsace” ı uzattığında gözlerime inanamadım. Baş sayfadaydım. Tam oy kullanırken resmedilmişim. Büyük tesadüf.
Yıllarca kendi ülkemde adı bile yasak, savunduğum Partiye özgürce oy verebilme hayaliyle yaşamışım; onun mücadelesini vermişim; gel gelelim bu hayalim sürgün yaşadığım ülkede –bir bakıma- gerçekleşmiş ve o an resmedilmiş. Benim için tarifsiz, güzel bir anı.
***
Bugün 31 Temmuz 2014, ilk kez, Türkiye için oy kullandım.
Sabah erken Strasbourg’da Palais des Congres –Kongreler Sarayı- ye gittiğimde kapıda karşılaştığım, yakasında görevli kartı olan Alevi-Kürt kadın arkadaş “Bizi dış kapıya verdiler. Sandık başlarında Selahattin Demirtaş’ı temsilen kimse yok!” deyince, yadırgamadım.
Yine orada öğreniyorum ki, Strasbourg’da Selahattin Demirtaş adına sandıklarda görev yapacak 40 kişi tamamlanamamış. Bunu da yadırgamadım. Sorumluluğunu yerine getirenleri dışarıda tutarak söyleyeyim:
Herşeyi biliyormuş gibi çok konuşanların yeri Strasbourg değil, Dersim’in “Palavra meydanı” olmalı.
İçeri giriyorum; Kontrol noktalarında, oy kullanma mahallinde (bazılarını tanıdığım) Konsolosluk çalışanları ve Bölgede Fettullahçı olarak bilinen takım elbiseli, kravatlı, jöleli saçlı dernek yöneticisi adamlar, çoğu türbanlı “gülmeyen kadın” lar…
Yıllarca, milyonlarca vatandaşına oy hakkı tanımayan, tanıdıktan sonra onları seçmen kütüklerine yazdırmayan, yazılanlara randevu veremeyen, verdiklerine 400 km uzağı gösteren, (üstelik eşlere ayrı günlerde) her şeyi eline-yüzüne bulaştıran, Adaylara eşit mesafede durmayan, yalnız evrensel hukuk ve adaleti değil, kendi hukukunu dahi çiğneyen bir iktidarın yeri, hırsızların, yalakaların top koşturduğu ve şikeli gollerin atıldığı liglerin alt kümesi olmalı derim.
Oy kullanacağım sandığa gidiyorum. Oy pusulasını, zarfı, mührü alıp, kapalı bölümde “yalan söylemeyen gözler’in altına “tercih” i basıyorum.
Öyle diyordu Selahattin Demirtaş Paris’teki konuşmasında: “Üç adayın da fotoğraflarındaki gözlerine bakın; hangisini kendinize yakın hissediyorsanız, mührü onun üstüne basın.”
Demirtaş’ın sözlerini hatırlayıp, gayri ihtiyarı gözlere baktım ama, elbette ki kararımı önceden vermiştim. Yeterli gerekçelerim vardı.
12 Mart Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesinde Hakim, Terzi Niyazi (Tatlıcı) Usta’ya müstehzi bir ifadeyle sormuştu:
-Komünist misin?..
Niyazi usta cevap vermişti:
-Elhemdüllillah. Kürtlüğüm de ziyade.
Benim de ziyadesiyle o mesele.
Ayrıca Maraş’tan, Sivas’tan beri hepimiz Alevi’yiz: Hrant’tan sonra hepimiz Ermeni’yiz. Gezi’den sonra, hepimiz Çapulcu’yuz, Çevreciyiz, “velev ki ibneyiz…”
Kısacası, HDP projesini, programını, açtığı perspektifi (yeterli bulmasam da) önemsiyorum. Ezilenlerin, dışlananların, sömürülenlerin, hakları gaspedilmiş halkların ve farklı inanç gruplarının insani, demokratik taleplerini savunuyor, Türkiye’ye barış içinde birlikte yaşanılacak bir yaşam öneriyor.
Bütün bunların üstünde Selahattin Demirtaş taktir ettiğim bir siyasetçi. BDP Eşbaşkanlığından beri izliyorum. En son Paris’te (18 Temmuz 2014) Avrupa Sürgünler Meclisi adına katıldığım toplantıda yüz yüze dinleme olanağım oldu.
Kestirmeden söyleyeyim; bütün güzel sözleri hakeden bir siyasetçi. Yaşına göre olgun, seviyeli; aynı oranda heyecanlı, sıcakkanlı. Müthiş bir özgüveni var. Güzel konuşuyor. Bunlar birikiminden geliyor. Hazırcevap, mizah yazarlarını kıskandıracak kadar esprili ve hayatın içinden geldiği her halinden, duruşundan, sözlerinden belli.
Siz hiç 100 yıllık Cumhuriyet döneminde bir Cumhurbaşkanı adayının Rize’deki emekli bir öğretmene telefon açıp “ellerinizden öpüyorum. Size layık olmaya çalışacağız” dediğini duydunuz mu?
Demirtaş’ın bazı görüşlerine katılmayabilirsiniz. Hatta kimisi size ters de gelebilir. Ama unutmayın; Selahattin Demirtaş, Hakkari’nin yalnız milletvekili değil, oranın coğrafyamızda az bulunan “ters lale”si gibidir. Bu nadide çiçeğin kıymetini bilelim.
10 Ağustos günü Türkiye’nin emekçi halkı, ilericileri, demokratları, yurtseverleri Selahattin Demirtaş’a ve bu seçim döneminde onun şahsında ifade bulan insani değerlere oy vermekle yalnız kendilerinin değil, ülkelerinin de onurunu yüyseltmiş olacaklar. Bu kadar açık
630 kez okundu.