Ganime Gülmez
Sokak kedileri yok bu ülkede. Sokak köpekleri! Hiçbir tanesine rastlayamazsınız. Hayvan sahiplerinin, hayvan edinmeden önce ders almaları gerekiyor buralarda! Çevre itinayla korunuyor, sokaklarda birtek çöpe rastlayamazsınız!
Böyle bir ülkede son aylarda benzeri bugüne kadar hiç görülmemiş “insan manzaraları” ile karşı karşıyayız. Ve biz hiç abartısız, her rastladığımız mülteci çocuk karşısında zangır zangır titrer haldeyiz! Yolda, elimizde bir yiyecek varsa, bunun boğazımızdan geçişinden utanır haldeyiz. Onlara ne anlatabiliriz, onlar nasıl anlar bu olanları?
1 Eylül “Dünya Barış Günü” öncesindeyiz!
Daha önceki yazımda belirttiğim gibi, Almanya’nın Hessen eyaletine gelen mültecilerin ağırlandığı çadırlar tıklım tıklım. Bir çadır altında 200 kişi kalmak zorunda.
İlk kayıtların alındığı şehir Giessen’de yer kalmadığı için, Wetzlar şehrine de çadırlar kurulmuştu.
2 aydır, “geçici olarak buradasınız, birkaç gün sonra gideceksiniz” diye tutuldukları çadırlardalar. 2 aydır apansız esen fırtınalara, boşalan yağmurlara karşı direnmekteler. 2 aydır apansız bastıran sıcaklara, sınırlı sayıda verilen su şişeleriyle isyan etmekteler.
Ve en son 26 Ağustos günü yeter dediler! Yaklaşık 100 kişinin sokakta toplanıp protesto gösterisi yapmasının ardından, Açlık Grevi’ne başladılar.
1 Eylül “Dünya Barış Günü” öncesindeyiz.
Bir derin donduruculu, hayvansal ürünler taşıyan tırın içerisinde yaklaşık 50 mülteci ölü bulundu! “Bütün yetkililer yasta”!
Bütün bu denizlerin, araçların mezarlık haline dönüştüğünü bilen-duyan, sağ kalan mülteciler haykırıyor;
“Biz insanız ve hayvan değiliz! Savaştan kaçıp geldik. Günde 3 tane küçük ekmek, iki şişe su, bir de hazır paketlenmiş yemek hakkımız var. Hepatit A tespiti yapılanlar oldu, daha hastahane yüzü göremediler. Bulaşıcı hastalıklar var, 200 kişi bir çadır altında nasıl sağ kalacağız bilemiyoruz. Sizi evlere yerleştireceğiz dediler. Hergün bir cevap gelecek diye beklemekten sabrımız tükendi. Hayvanlar bile böyle bir kafeste yaşamıyorlar bu ülkede” diyerek Açlık Grevi’yle seslerini duyurmaya çalışıyorlar.
Radyolarda, televizyonlarda, gazetelerde ilk gündem: MÜLTECİLER!!!
Mülteci kamplarında çalışanların sayısı, 8 saatlik iş günlerinde binlerce kişiyi kaydetmekte bile yetersiz. Ek kadro verilmiyor. “Pilleri bitmiş” vaziyette kamplardan çıkıyorlar. Facebook’larda “kin, nefret” yayan haberlere karşı tüm ilericiler basına demeç veriyorlar. Gerçekten yürekten, ağlamamak için kendilerini zor tutarak yaptıkları açıklamalarda; “yanımızdan geçen çocukların yüzlerine bakamıyoruz. Yüzümüzü çevirip yürüyoruz görmemek için. Rüyalarımıza giriyorlar. Savaştan gelmişler. Kimisi çatalı-kaşığı bile tanımıyor. Yiyeceklerle tanışmamışlar bile daha. Ve her tarafta kin kusan bir sürü saldırılar oluyor. Buna keskin bir dur denmeli. Ve bu insanlar niye buralara geldi sorusunun yanıtından artık kaçılmamalı”!
Resmi memurlar oldukları için; “Silah ticaretine son. Buradaki refahı, oralarda akıtılan kanlara-açlığa borçluyuz. Buna neden bir son vermiyorsunuz. NATO nasıl bir görev yapıyor?” diyemiyorlar tabi.
1 Eylül Dünya Barış Günü’nün; Almanya’nın 1939 yılında Polonya’ya girişinin öncesindeyiz. “Nazi” döneminin sonlanmasının dünya tarihine “Barış Günü” olarak geçmesinin öncesindeyiz.
1 Eylül “Dünya Barış Günü” öncesinde, savaşlardan-açlıktan-çaresizlikten, sadece hayatta kalmak için yollara düşen insan sayısının hiç bu kadar fazla olmadığı günlerden geçmekteyiz.
Bütün medya “Mülteci Krizi” diye haykırıyor. Hergün bu manşet haber! Bir yandan; “savaştan gelenlere ve politik sebeplerle sığınmacı olarak gelenlere kapımız açık olmaya devam edecek. Hoşgeldin kültürümüzü sürdüreceğiz” deniliyor. Bir yandan da, söylemlere yeni satırlar ekleniyor; “FAKİR ÜLKELERDEN, TOPLUMSAL REFAH DÜZEYİNİ YAKALAMIŞ ÜLKELERE TAŞINILMASI MANTIKLI BİR ÇÖZÜM DEĞİL. BU DÜNYADA BİR DENGESİZLİK YARATACAK. BUNA DUR DENEBİLECEK YASAL DÜZENLEMELERİ KESİNLİKLE YAPMALIYIZ” deniliyor.
Bizleri gerçekten tahmin sınırlarımızı zorlayacak kadar zor günler bekliyor. Ve biz ‘savaş çocuklarının’ yüzüne bakıp, onlarla dayanışmaya geçmezsek; kendi tarihimize dönüp baktığımızda, kendimizle birer “YABANCI” olarak tekrar tanışmak zorunda kalacağız!
Ertelenebilirliğini yitiren bu göreve, her insan, “insanca” elvermeye başlamalı. “Yaşasın Enternasyonal Dayanışma” sloganımız, bu en değerli sloganımız, şimdi pratikte anlamını bulabilmeli!
465 kez okundu.