Selma Metin
- Aceleye mahal yok!.. Bekler mezar taşları
Sırtında taşır kışı, baharı
Mevsimsiz uykularda
Sürgünün gözyaşları.
- Bilindiği gibi 80’li yıllarda binlerce insan sürgüne düştü. Öte yandan yelpaze oldukça genişti. Ülkenin tanınmış aydınları, yazarları, şairleri, gazetecileri, müzisyenleri, tiyatrocuları, sinemacıları… Sol siyasi parti ve örgüt yöneticileri, gençlik ve kadın hareketi temsilcileri, yüzbinlere hitap eden sendikacılar…
- Bütün bu kişi, grup ve örgütlerin hem ülkede, hem de Avrupa’da şu veya bu oranda bir karşılığı vardı. Sendikal çevrelerde, basın kuruluşlarında, barışseverler arasında ve de Türkiyeli göçmen işçi çevrelerinde.
- Bugünün göçmenleri, ilticacıları, siyasi sürgünleri maalesef güçlü bir dayanışma hareketinden ve olanaklarından yoksunlar.
- Bana kalırsa, Avrupa’da yaşayan sürgünler yalnız özgün sorunlarını ihmal etmekle kalmamışlar, bizzat kendilerini bile ihmal etmişler.
- Yazıya şiirle başladım. İlk kitabım şiir’dir.
- Gerçekten Anı bireysel ve toplumsal hafızayı besler. Anıların toplumsal bağları varsa, tarihi bile zenginleştirirler. Sözlü tarih çalışmaları da bir bakıma anılardan oluşuyor ki aynı zamanda Resmi tarih’e reddiye teşkil ediyorlar.
- Benim sözünü ettiğim ne çamurdan, ne de etten-kemikten oluşan insandır. Mücadelesiyle, bilinciyle, inancıyla, emeğiyle, onuruyla, duruşuyla, duygularıyla, acıları, sevinçleriyle ve de sürgündeki hasretiyle insan.
- Siz 12 Eylül sonrası sürgünde Strasburg/ Fransa’da yaşamaya başlayanlardansınız. Şimdi bilindiği üzere Türkiye’nin gündem ve koşulları yeni dönem bir sürgün dalgası yaratmaya başladı. Sizce geçmişle benzerlikler ve farklılıklar nelerdir? Türkiye`nin herkesҫe bilinen gündem ve koṣullarıyla yeniden güncellenen mültecilik süreҫlerine iliṣkin neler söylersiniz?
Geçmişin ve bugünün sürgünlük dalgaları arasındaki benzerlik ve farklılıkları genel dünya durumundan ayrı düşünemeyiz. Aynılık, benzerlik, farklılık içinde bulunulan koşullarla doğrudan ilintilidir.
Herşeyden önce 12 Eylül 80 döneminde dünyada iki sistemli bir denge vardı. Bir başka güç merkezi Bağlantısız ülkeler topluluğu idi. Yanı sıra kapitalist dünyanın işçi-emekçi sınıfları, gençlik ve aydın hareketleri, barıştan, özgürlükten yana güçleri savaşlara, işgallere karşı caydırıcı bir güç oluyor, mazlumlarla dayanışmada bulunuyordu.
Bugünün tek kutuplu dünyasında ise emperyalist güçler ve diktatörlük heveslileri daha bir pervasızdır. Göç ve sürgün olaylarının asıl mürebbibi yoksul ülkeleri işgal eden, ekonomilerini, kültürlerini yağmalayan, doğalarını tahrip eden, halklarını katleden, göçerten, vatansızlığa, açlığa mahkum eden bu güçlerdir. Bir farkla mazlumlar düne oranla daha arkasızdır, korumasızdır.
Türkiye’de yeniden gündeme gelme olasılığı olan sürgün dalgasına –iç dinamikleri de dikkate alarak- bu perspektiften bakarsak, başka farklılıklar da benzerlikler de var.
Bilindiği gibi 80’li yıllarda binlerce insan sürgüne düştü. Öte yandan yelpaze oldukça genişti. Ülkenin tanınmış aydınları, yazarları, şairleri, gazetecileri, müzisyenleri, tiyatrocuları, sinemacıları… Sol siyasi parti ve örgüt yöneticileri, gençlik ve kadın hareketi temsilcileri, yüzbinlere hitap eden sendikacılar…
Bütün bu kişi, grup ve örgütlerin hem ülkede, hem de Avrupa’da şu veya bu oranda bir karşılığı vardı. Sendikal çevrelerde, basın kuruluşlarında, barışseverler arasında ve de Türkiyeli göçmen işçi çevrelerinde.
Kendi yaşamımdan ve tanığı olduğum başka bir olaydan örnek vereyim.
12 Eylül darbesi olduğunda Diyarbakır cezaevindeydim. Yargılandığım davada, gelen dayanışma mesajları duruşma sırasında okundu. Biri Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF) merkezi Prag’dan, diğeri Fransa CGT’den geliyordu. DSF’nin “…Biz 250 milyon üyemiz adına arkadaşımız Fevzi Karadeniz’in derhal serbest bırakılmasını istiyoruz..” diyen mesajı mahkeme heyetini şaşkına çevirdi. Gerçi “bu kadar insanı nerden tanıyorsun?” gibi absürt bir soruyu gözleri faltaşı gibi açılarak sordular ama, kelepçelerim hemen çözüldü. Buyrun oturun denildi. Saygılı davranıldı.
Bundan daha önemli bir sahiplenmenin, dayanışmanın tanığıyım. 1984 yılında Fransada bir göçmen işçi olan Kemal Özgül çalıştığı fabrikanın önünde patronun kiraladığı katiller tarafından öldürüldü. Kemal Özgül CGT üyesiydi. Ölüm haberi duyulur duyulmaz yer yerinden oynadı. Fransa tarihinin en büyük grevlerinden olan bu protestoya 2 milyon 300 bin kişi katıldı. FKP ve CGT’nin ulusal düzeydeki tüm yöneticileri, başbakan, bakanlar, ülkenin tanınmış tüm aydın ve sanatçıları cenaze törenine katıldı. Cumhurbaşkanı Mitterand yayınladığı mesajda “…Bu cenazenin önünde saygıyla eğiliyorum. Benimle bu duyguyu paylaşan her kesi bu olayı protesto etmeye çağrıyorum.” diyordu.
Kemal Özgül’ün cenazesi temsil düzeyi yüksek bir delegasyon eşliğinde memleketi Malatya’ya, köyüne gönderildi.
Yeni dünya düzeninde böyle bir şey var mı? Sadece son yıllarda yüzlerce, binlerce göçmen öldü, öldürüldü, yollarda perişan oldu. Onbinlercesi, yüzbinlercesi açıkta, açlıkta. Dünya üç maymunu oynuyor.
Bugünün göçmenleri, ilticacıları, siyasi sürgünleri maalesef güçlü bir dayanışma hareketinden ve olanaklarından yoksunlar. Söz konusu ilşkiler, hareketler zayıflamış, gücünü yitirmiş durumda. Türkiye tarafında da yurtdışında da. Bir farklılık da bu.
Öte yandan 12 eylül darbesi Avrupa’da yalnız sol ve demokrat çevrelerde değil, kimi devletler ve Avrupa kurumları nezdinde de faşist rejim, en azından diktatörlük olarak görülüyordu. Bugünkü iktidara ise –mırın kırın etmelerine rağmen- desteklerini sürdürüyorlar.
Yeniden gündeme gelen sürgünlüklerin uzun ve kalıcı olup, olmayacağı ise, galiba 16 Nisan Referandumuna bağlı olarak netleşecektir. Ama her halükarda 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerindeki tahribatlar yaratacağını düşünmüyorum.
Geçmişin iletişim olanakları oldukça sınırlıydı. Gazete, radyo, TV’ler yok derecesindeydi. Telefon ha keza… Bugünün İnternet, akıllı-görüntülü telefon gibi ileri teknolojik olanakları hem örgütlenmek, dayanışma ağı oluşturmak, haberleşmek, hem de moral-motivasyon açısından oldukça önemli. Bir de yaşanan bir deneyim var. Denir ya “düşman başına” Ne yapalım, madem ki yaşanmış, aktarılır, paylaşılır.
- Dikkati ҫok dağıtılan toplumsal belleğin iҫinde, sürgünlerin kendilerinin ihmal ettiği kadar, ihmal edilmiṣ kategorileriyle ilgili neler düṣünüyorsunuz?
Hani Nazım diyor ya;
“Demeye dilim varmıyor ama,
Kabahatin çoğu senin canım kardeşim.”
Düşünebiliyor musunuz, Anadolu coğrafyasının en az Yüzyıllık bir sürgünlük tarihi var. Biz “örgütlülük” anlamında yüzyıl sonra ilgi alanımıza almışız. Hadi tarihi bırakalım; kendi yaşadığımız, tanığı, sanığı, mağduru olduğumuz 12 Mart 70’ten 40 yıl, 12 Eylül 80’den 30 yıl sonra dönüp bakıyoruz.
Bu ihmalin bir yanı. Dönüp baktıktan sonra ne yapmışız?…
Bana kalırsa, Avrupa’da yaşayan sürgünler yalnız özgün sorunlarını ihmal etmekle kalmamışlar, bizzat kendilerini bile ihmal etmişler. Yani birey olarak.
Mesela hergün sabah-akşam aynaya bakmışlar mı? Gülümsemişler mi? Sabahları erken uyanmışlar mı? Adımlarını dışarı atarken güne-güneşe, kara-yağmura merhaba demişler mi?.. Sert esen rüzgara sitem etmişler mi?.. Gülüşlerini, sitemlerini şarkıyla, türküyle beslemişler mi?
Ez cümle kendileriyle barışık olmuşlar mı? Bu, sorunun moral yanı.
Peki, geldikleri ve şimdi kaldıkları ülkenin tarihini, coğrafyasını, dilini, kültürünü, güncel siyasetini, sokak hayatını izlemişler mi? Büyük oranda Hayır!..
Ve maalesef sürgünlerin kendileri “ihmalci” olursa, sürgünlük, göçmenlik politikaları sahte gözyaşlarıyla sulandırılan, ekonomik ve ticari çıkarlara kurban edilen bu insani durum kategorik olarak ihmal edilir. Ediyor da.
Gerçekten sürgünler hangi kategoriye giriyor? Göçmen mi, ilticacı mı, misafir mi? Korumaya muhtaç insanlar mı? Özgürlük savaşçıları mı? Statüleri nedir? Belli değil. Oturum almada, çalışmada, eğitimde, sağlıkta, seyehatte kaldıkları ülke vatandaşlarıyla eşit haklara sahipler mi? Varsa bir statüleri bu durum yasalarla garantiye alınmış mı? Hayır.
- Bildiğim kadarıyla ; Şiir, seneryo , anı, biyografi, deneme köşe yazıları yazıyorsunuz.
Bu çeşitliğin arka planı ne? yazma serüveninizin yol çizgisi kendini nasıl oluşturdu ?
Yazıya şiirle başladım. İlk kitabım şiir’dir. 1987’de Almanya’da basıldı. “Zulme Sürgüne Hasrete DAYAN”
Yürekten gelen, dile dolanan, dudağa dokunan anlamlı güzel sözlere, az sözle çok şey anlatan tasvirlere, betimlemelere, sözcüğü kendinden derine, daha yükseğe taşıyan imgelere ilgim, ilkokul öncesi yıllarıma gider.
Babam iyi bir Dengbêj’di. Onun Stran’ (türkü) larıyla büyüdüm. Bugün dünya-alemin bildiği Şengal’i ilk ondan duydum. Bejna ile Teyar’ı anlatan bir Stran’da.
İlgim ilkokulda şiire dönüştü. Ortaokuldan beri de yazıyorum.
Anadil sorununu işleyen, Türkçesi “dilsiz” demek olan LAL birebir olmasa da yaşanmış hayatımdır. Yerler, isimler, mekanlar gerçektir. Diyaloğlar yaşanmıştır. Bu senaryo daha önceleri yazılıp filme çekilen ve sorunlara kenarından, kıyısından yaklaşan anlayışlara bir itirazdır.
“… İnsanlar aynı dili konuşsalar da bazen anlaşamayabiliyorlar. Görüyorum ve inanıyorum ki, sizin o güzel gözleriniz bir dilden daha etkilidir. Güneydoğu’da yakılıp-yıkılan bir köyde öğretmen olsanız, Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarına Türkçe öğretseniz ve filmin başından sonuna kadar sadece gözlerinizle konuşsanız filmin adı da LAL olsa….” dediğim kadın Türkan Şoray’dır.
Gözleri dolan, “… Harika harika. Böyle bir filmde severek isteyerek oynamak isterim” diyen ve senaryoyu göndermem için adresini veren Türkan Şoray’ı galiba ürküttüler.
Müjde Ar ilgilendi, Riski, maliyeti çok yüksek ama olur dedi. Gel gelelim o sıralarda Öcalan yakalanıp Türkiye’ye gönderildi. Bir yanda Kürtlere düşmanlığın ayyuka çıktığı, öte yanda gençlerin kendilerini yaktığı o ortamda beni arayarak “… Herhalde böyle bir dönemde bu filmin Bölgede çekilmesini benden istemezsin” diyen Müjde Ar’a ne diyecektim?…
En son geçtiğimiz yıl (2016) Belçim Erdoğan, Amerikadan babasını ve yönetmenini arayarak benimle görüşmek istediğini söylüyor. İstanbul’da görüşüldü, prensipler ortaya kondu; düşünülüyor.
O arada LAL’dan sonra yapılan “Büyük adam küçük aşk” filminde yalnız konu benzerliği değil, kişiler, sahneler, yerler, mekanlar, bazı birebir diyaloğların olması beni dava açma noktasına götürdü. Avukatlar, sadece 3-5 bin Tl cezası var, Ayrıca Noterden tastik etmen gerekiyordu deyince vazgeçtim.
Bütün bunları yazılı olarak ilk kez açıklıyorum. İlerici, demokrat kamuoyunun, özellikle sinema ve sanat çevrelerinin bilmesini de isterdim. Vesile olduğunuz için teşekkür ederim.
Bu senaryo konusunda son olarak söylemek isterim. Aslında LAL yalnız Kürt çocuklarının hayat hikayesi değil. Dilsizlik sorunu yaşayan, ayırımcılığa uğrayan herkesin belki en başta da tüm sürgünlerin ve çocuklarının hayat hikayesidir.
Anılar’a gelince; Sokrates “Yazılmamış anılar yaşanmamıştır, unutulur gider” der. “Söz uçar yazı kalır” Söz’ün kıymetsizliğini ifade ifade etmiyorsa, ona da katılırım.
Gerçekten Anı bireysel ve toplumsal hafızayı besler. Anıların toplumsal bağları varsa, tarihi bile zenginleştirirler. Sözlü tarih çalışmaları da bir bakıma anılardan oluşuyor ki aynı zamanda Resmi tarih’e reddiye teşkil ediyorlar.
Yani çok genç yaşta Kemal Türkler, İsmail Cem, Ahmed Arif, Behice Boran, Yılmaz Güney, Musa Anter, Canip Yıldırım, Ceğerxwin, Vera Tulyakova gibi önemli ve kıymetli şahsiyetlerle görüşmelerim, tanışmalarım, olmuş; anılarım var.
TKP’nin tarihinde bir mitingde (1975 Viranşehir) Kürtçe konuşan ilk (belki aynı zamanda son) mensubu olmuşum;
1 Mayıs 1977’de Kazancı Yokuşundaki kamyonetin üzerindeyken, önümde, sağımda-solumda 24 kişi ölmüş, büyük bir tesadüfle ölümden kurtulmuşum. Ve benzerleri… Bunları kendime saklamam anılara da topluma da saygısızlık olurdu.
Server Tanilli ile ilgili Biyografik çalışmayı iyi ki yapmışım. 20 yıl kadar kapı komşu yaşadık. Çok yakın olduk. Düşünceleri, duyguları, sırları, ekmeği paylaştık.
Milliyetçi, ulusalcı çevreler (İçlerinde Tanilli’nin dostları da var) Onun yurtdışındaki faaliyetlerinin, konuşmalarının yazılarının –özellikle Kürtlerle ilgili olanlarının- gün yüzüne çıkarılmasını istemiyorlardı. Kitap yayınlandıktan sonra da bir nevi ambargo koydular. Düşünebiliyor musunuz, Tanilli’nin ölümünden sonra Onun la ilgili yazılmış ilk ve belki de halen tek kitaptır. Onun gazeteci, köşe yazarı dostları “Koşar adım bir hayat”ı görmezlikten geldiler.
Milliyetçilik, şovenizm gözlerinin önüne perde olmuş. Bakarkörler.
Geriye dönüp baktığımda Tanilli’yi Kürt aydınlarıyla buluşturduğuma, tanıştırdığıma, Onun Kürt sorununa ilgi duymasına, konferanslarda, panellerde söz söylemesine, yazılar yazmasına vesile olduğum için ayrıca mutluyum.
Köşe yazıları, denemeler, farklı konulardaki araştırmalar, yorumlar daha ziyade Kürt sorunuyla, demokrasi ve insan haklarıyla, güncel siyasetle ilgili. Bu yazıların toplandığı “Başım Gözüm Üstüne” nin 2. Baskısı yapılırken “güncelliğini yitiren, eskiyen, çıkarmam gereken var mı?” diye yeniden taradım. Gördüm ki Türkiye yerinde duruyor.
Tamı tamına 25 yıl önce zulme, hakarete uğrayan Ahmet Türk’le ilgili bir dayanışma yazısı yazmışım; 25 yıl sonra Ahmet Türk jandarmalar arasında, elleri kelepçeli.
Yazma serüvenimin arka planında ne var diye soruyorsunuz? Tarih, sosyoloji, kültürel değerler, siyaset, toplumsal olaylar, efsane bireyler… Bunların büyük laflar olduğunun farkındayım ama, doğrudan benimle ilgili olmadığı için rahat söylüyorum. Gerçekten bu arka planı sunan coğrafyamızın kadim halklarıdır. Benim de acizane öğrenme, araştırma merakım; mutluluğu, sevinci, acıyı, hüznü ve tabi bilgiyi başkalarıyla paylaşma duygularım var diyebilirim.
- Bu eksende kalarak soruya devam edebilirsek, sürgünde yitrilmiṣ isimleri, hayatları kitaplaştırma çalışmalarınızla sürgünü görünür kılma uğaṣınızdan söz edebilir misiniz?
Türkiye’nin toplumsal hafızası zayıf. Türkiye derken besbelli bir coğrafyadan söz etmiyorum. Toplum ve birey olarak hafızamız zayıf. Çok çabuk unutuyoruz. Halbuki Mezopotamya –Anadolu halkları bin yıllardan bu yana efsanelerle, masallarla, destanlarla, türkülerle, şarkılarla, atasözleriyle, sembolleriyle, motifleriyle, ritüelleriyle, cenaze törenleriyle, ayinleriyle, düğünleriyle, dilanlarıyla, seyranlarıyla ve de aşklarıyla –taşıyıcı özelliklerini kullanarak- bize neler getirdiler. Önce sesle, ıslıkla, deve kervanlarıyla, iyi cins atlarla, sonra telle-postayla ve en son küçük ekranlarla getirip evimizin içine kadar bıraktılar. Dahası gönlümüze, kulağımıza, gözümüze soktular.
Bir tarafta onbin yıldır yaşattığımız değerler var; öte yanda bir yıl önce yitirdiğimizi bugün unutuyoruz. Büyük bir paradoks.
Çok uzağa gitmeyelim; 30-40 yıl önce toplumda bir kadirşinaslık, bir vefa duygusu vardı. Vefa artık sadece İstanbul’da bir semttir diyecektim, o da kalmadı.
Bunları niçin söylüyorum?… Elbet geçmişi yadetmek, hele hele kutsamak için hiç değil. Değerler aşındı; bizzat devlet eliyle aşındırıldı. Her şey paraya, çıkara tahvil edildi. Güzel temiz duygular, insani erdemler yok oldu. Unutuldu, unutuluyor…
Bu çalışmayla Sürgünlük ne derece görünür kılınacak bilemiyorum ama, olursa bu hizmetim açısından sevinirim. Fakat asıl amacım insanı görünür kılmak. Besbelli ki bu, ne olursa olsun cinsinden insan değil. Yani “Bizden olsun da çamurdan olsun” değil. Gerçi çamurdan insana da emek geçiyor; değer vermek lazım. Hele de bir heykeltraş elinden çıkmışsa…
Benim sözünü ettiğim ne çamurdan, ne de etten-kemikten oluşan insandır. Mücadelesiyle, bilinciyle, inancıyla, emeğiyle, onuruyla, duruşuyla, duygularıyla, acıları, sevinçleriyle ve de sürgündeki hasretiyle insan.
Devrim ve sosyalizm mücadelesine, barış ve özgürlük mücadelesine en azından genel insanlık davasına emek vermiş ve fakat bugün aramızda olmayan insan. İçlerinde son sözlerini kimselerin duymadıkları var. Giderken yanlarında kimseleri olmayanlar var. Ne anne, baba, kardeş. Ne sevgili ne yoldaş. Cenazeleri yakılıp, külleri havaya savrulanlar var. “Hiçbir şey, hiç kimse unutulmadı” demek adına
Türkiye’nin değişik şehirlerinde ve yurtdışında sürgün mezarlarını ziyaret ettim. Fotoğraflarını çektim. Başuçlarına çiçekler bıraktım. İçlerinde “anıt mezar” lar da var, bakımsız, sahipsiz olanlar da… Daha gideceklerim var.
Aceleye mahal yok!..
Bekler mezar taşları
Sırtında taşır kışı, baharı
Mevsimsiz uykularda
Sürgünün gözyaşları.
- Bir süredir memlekete gidip gele biliyorsunuz . Yıllarca burada yaşadıktan sonra değişik kereler ülkeye gidip geldin. Eski ilişkilerin ve insanların bulunmadığını mutlaka biliyordun. Yine de en çok dikkatini çeken değişiklikler neler oldu?
Yıllar sonra ülkeye dönerken eski ilişkilerin kalmadığını, insanların büyük oranda değiştiğini sezebiliyor, düşünebiliyordum. Günü gününe ülkedeki gelişmeleri yazılı-görsel medyadan, gelip giden dostlardan izliyor, öğreniyordum. Ayrıca siyasi örgütlerin, yapılanmaların çözülmesinden, dağılmasından doğan savrulmaların Avrupa’da da örnekleri vardı. Bu bakımdan hayal kırıklığı yaşadım diyemem. Dahası insani ilişkiler açısından söylersem; büyük sevinçler, mutluluklar yaşadım.
İstanbul, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Batman, Şırnak, Urfa, Antep, Adıyaman, Van, Kars, Dersim, Elazığ, Malatya, Adana, Antakya, Mersin, Antalya, İzmir, Balıkesir merkez ve ilçelerine defalarca gittim. Her yerde eski dostlarım, arkadaşlarım, yoldaşlarım tarafından coşkuyla, sevecenlikle karşılandım. O kadar güzel duygular, tarifi zor insani duyarlıklar yaşadım ki, burada sayfalara sığdıramam; kitabını yazmayı düşünüyorum.
Destan topraklar, şiir insanlar…
Tabi bu güzelliklerin yanında çok da büyük tahribatlar gördüm. Bireyde, toplumda, doğada. Bir kere her yer baştan başa betonlaşmış. Semtlerin, mahallelerin hiçbir karakteri kalmamış. Mahallelere, semtlere, küçük kasabalara ruh veren o güzelim komşuluk ilişkileri artık yok!.. Çocukluğumun geçtiği Ergani’de kendi evimin sokağını, Diyarbakır’da Temsilciliğini yaptığım Sendikanın binasını yerinde bulamadım.
İstanbul’da Üniversite yıllarımda yaşadığım Ortaköy, Beşiktaş, Üsküdar, Kadıköy, Harbiye, Beyazıt, Aksaray gibi yerlerde alış-veriş yaptığım, selamlaştığım, kimisiyle dostluklar kurduğum bakkalı, manavı, berberi, terziyi, tamirciyi yerlerinde bulamadım.
Çocukların, gençlerin oyun alanlarına, şehirlerin ortasındaki arsalara, hatta ekili tarlalara TOKİ binaları dikilmiş. Tümü de altyapısız.
Caddeler, sokaklar meydanlar değişmiş, yokolmuş, kalanlar plansız. Velhasıl şehirler varolan kimliğini kaybetmiş. Ya insan?..
Özellikle son 25-30 yılda dinsel fanatizm, gericilik, toplumun büyük çoğunluğunun iliklerine kadar işleyen kaba milliyetçilik had safhada. Farklı düşüncelere, değerlere, yaşam tarzlarına tahammülsüzlük, saygısızlık artık saldırganlık noktasında.
Bir tarafta iktidar eliyle kısa sürede zenginleşen kesimlerin görgüsüzlüğü, mafyalaşanların zorbalığı, hoyratlığı; öte yanda kenar semtlerde yaşayan yoksulların onlara ve banal TV dizilerine özentileri… Her şey iç içe. Bu cehennemi düzen baskıyla, parayla, yalanla sürüyor. Ama nereye kadar?..Şair diyor ya, “ Dövüşenler de var bu havalarda” Umut onlarda.
- Avrupa Sürgünler Meclisi’nin 2012 den beri içinde yer alıyorsunuz. Yakın tanığı olarak gelişimi geleceği işlevi konusunda neler söyleyeceksiniz.
Evet, Avrupa Sürgünler Meclisinin kuruluşundan beri içindeyim. Görkemli de bir kuruluş toplantısı yaptık. İki dönem Yürütme Kurulu üyeliği, bir dönem de Eş Sözcülüğünü yaptım. Geçtiğimiz 4-5 yıl içinde düşündüklerimizi gerçekleştirdiğimizi maalesef söyleyemem. Aslında ASM’nin misyonu konusunda galiba düşüncelerimiz net değil. Bunu bugüne dek yönetimde,yürütmede görev alan arkadaşlarla sınırlı olarak söylemiyorum. Geniş kitlede Sürgün fikri ve kapsamı net değil. Önceki yıllarda Paris, Hollanda ve İsviçre’de yapılan toplantılarda da gündeme geliyordu. Bazı insanlar kendini “sürgün”, bazısı “göçmen” kimileri de “dünya vatandaşı” olarak görüyor. Onlara göre “sürgün” daraltıcıdır.
Ayrıca ASM’nin hem perspektif hem de çalışma alanı olarak “siyasi sürgünler” le sınırlı kalmasını isteyenler var.
Bir cümle ile özetlersem; bizim öteden beri “binler-onbinler” dediğimiz kitle kendini “sürgün” olarak görmüyor.
Bir diğer olgu, Devrimci-demokrat dernek çevreleriyle bağlı olanlar ASM yi de benzer bir oluşum olarak görüyorlar. Bu noktada duranlar ya ASM’ de çalışmayı gereksiz buluyorlar ya da kendi dernek anlayışlarını ASM’ye taşıyorlar. Bunlar geçmişte kısır tartışmalara neden oluyordu.
Bana kalırsa, ASM önümüzdeki Kongresinde bunları netleştirmelidir. Hatta Kongre öncesinde en geniş kitlenin farklı görüş ve anlayışlarını, itirazlarını dikkate alan perspektif açıcı bir sunum hazırlamalıdır.
ASM başından beri binlerce üyeli bir hedef önüne koymadı ama, kongrelerini 30-40 kişiyle toplayan verimsiz bir yapı da düşünmemiştir.
Geniş anlamda bir kültürel etkinlik, bir moral toplantısı bugüne dek yapılamadı. Avrupa’nın her ülkesinde yazar, şair, müzisyen, sinemacı, tiyatrocu v.b. mesleklerden insanlarımız yaşıyor, ilişkilerimiz yok. Bir müzik dinletisi, bir resim sergisi, bir şiir okuma günü, imza ve söyleşi organize etmemiz çok mu zor?
Özetin özeti olarak: ASM her şeyden önce siyasi sürgünlerin dünyasına girmeli. Anlayışını, perspektifini, çalışma prensiplerini daha geniş bir çevreye yaymalı diye düşünüyorum.
Fevzi KARADENİZ
1952 yılında Diyarbakır-Ergani’de doğdu. İlk, orta ve lise’yi Ergani’de okudu.
1971-72 öğretim yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi.
1973-75 yılları arasında iki dönem İstanbul-Diyarbakır Yüksek Öğrenim Kültür Derneği Başkanlığı yaptı.
Aynı yıllarda Büyük İstanbul Nazım Plan Bürosunda desinatör olarak çalıştı. İşyeri Sendika Temsilciliği yaptı. Sendikanın başlattığı grevin kırılması üzerine 1 yıl tek başına grevde kaldı.
İstanbul Hukuk’tan ayrılarak profesyonel sendikacılığa başladı. DİSK-Teknik İş İstanbul Şube Başkanlığı, Bank-Sen GYK üyeliği ve Doğu-Güneydoğu Bölge Temsilciliğinde bulundu.
12 Eylül öncesinde ve sonrasında kısa süre tutuklu kaldı. Diyarbakır, Lice ve Van’da yapılan mitinglerde yaptığı Türkçe-Kürtçe konuşmalar nedeniyle gıyabında yargılandı.
1983’ün sonunda Yurtdışına çıktı.
1985 te 51 yıl sonra toplanan Türkiye Komünist Partisi 5. Kongresinde Merkez Komitesi üyeliğine seçildi.
Yurtdışından Türkiye’deki bir gazeteye gönderdiği Newroz ve Paris Kürt Konferansıyla ilgili iki yazısından dolayı gıyabında toplam 15 yıl ceza aldı.
Fevzi Karadeniz’in ilk kitabı Almanya’da basılmış “Sürgüne Hasrete DAYAN” isimli şiir kitabıdır. Ancak onun şiire ilgisi oldukça eskiye gider. O bu yönelimini, ilk bağını, kaynağını şöyle anlatıyor:
“Şiire ilgim Kürtçe Destanları, Stran (Türkü) ları dinlemekle başladı. İyi bir Dengbêj olan babam onları söylerken bazı bölümleri teatral biçimde şiir tarzında okurdu ki, oldukça etkilenirdim. Hafızama kaydettiklerim melodileriyle, sözleriyle bugün bile ezberimde. Bu dönem ilkokul öncesi yıllarıma gider.”.
Karadeniz ilk şiirlerini ortaokul sıralarında yazmaya başlar. Sonraki yıllarda Bawer, Bedran, M. Şahan takma isimleriyle Kürtçe-Türkçe şiirler yazdı. 70’li yılların başında şiirleri Üniversite anfilerinde, Yurt kantinlerinde, kültürel gecelerde kendi dışında da okunmaya başlandı. Bazıları türküleşti.
Karadeniz, “ Edebiyatın, sanatın devrimci çevrelerde küçümsendiği, illegal TKP’ye angaje olduğum, arandığım, başka kimliklerle yaşadığım dönemler nedeniyle onlara yeterince sahiplenemedim. Halen hayıflanırım.” diyor
Fevzi Karadeniz, Fransa’da Strasbourg, Paris, Lyon, Mulhouse; Almanya’da Duisbourg, Stuttgart, Wiesensteig, Fridolinsheim; Hollanda’da Amsterdam, Roterdam; İsviçre’de Basel, Bern, Zürih, Lozan şehirlerinde şiir okuma günlerine davet edildi.
“Şimdi bu davetler için hazırlanan afişlere, nişan düğün kartlarına yazılan mısralarıma bakınca mutluluk duyduğumu söyleyebilirim” diyor.
Karadeniz’in şiir dışında da Türkiye’de basılmış Eski Zamanlar (Anı) ve LAL (Senaryo), Başım Gözüm Üstüne (Deneme), Yaralı Zamanlar (Anı-Roman) ve Koşar Adım Bir Hayat (Biyografi) isimli kitapları var.
Fevzi Karadeniz halen Fransa’nın Strasbourg şehrinde yaşıyor. Avrupa Türkiyeli Yazarlar Birliği (ATYB) Üyesi ve Fransa temsilcisi olarak sosyal, kültürel çalışmalarda bulunuyor.
676 kez okundu.
Bu guzel ugrasilarin beni sevindirdi begenilerimin yani sira . Optum guzel yurekten , esenliklerle kalasin …