Alman devletinin Türkiye’den gelen bilgiler doğrultusunda tutukladığı ATİK’li arkadaşların mahkemesinde, kendi ayaklarına pranga takmak isteyen mahkemeye direnen, salona coşku ile girip, siyasi iradelerini dile getiren tutuklular ve dışarıda 400 e yakın insanın desteğini gösterdiği birçok duyguyu aynı anda yaşıyor insan. Daha bir kaç gün önce Ermeni soykırımındaki rolü konusunda Almanya, meclisinde soykırımı kabul eden bir karar almıştı. Tabi bu kararda Almanya soykırımın örgütleyicisi ve destekleyicisi konumundan, sadece bilen ama harekete geçmeyen ülke konumuna geçmişti. Almanya, tanımak için 101 sene beklediği bu soykırımı ATİK’in tarihini dayandırdığı hareket kuruluşundan bu yana tanıyan bir hareketti. Almanya kendi siyasi çıkarları için sustuğu, Türkiye ve Kürdistan topraklarında soykırımın tanınması ve Ermenilerine hak tanınması için mücadele vermiştir.
Tarihin yargılaması önünde yargılanan Almanya, Münih mahkemesinde, iktidar gücünü kullanarak Ermeni ve Kürt halklarını savunan bir örgütü iktidar gücünün önüne çıkarmıştı. Bu düşüncelerin ve eylemin coşkusu içinde, daha önce telefon ile defalarca konuştuğumuz bir tanıdıkla sohbeti başlatmak için sorduğum basit bir soru, günün anlamını ve kafamdaki soruları baştan değiştirmişti. Selahattin’in durumu çok kötü, sanırım dün gece bağlı olduğu makinenin fişini çekecekler dedi. Tüm eylemin coşkusu ve ciddiyeti arasında o anda bir insanın yüzüne düşen mutsuzluğu görebiliyor, her şeyin aynı hızla çevrende dönebiliyor ve karşındaki insan karşılıklı öylece kalabiliyorsun.
Devrimcilerin yaşamdaki duruşları, ilişkileri ve arkadaşlık bağları, sevme fiillerinin yanı sıra siyasal tartışmaların ve gelişmelerin çevresinde de gelişir. Bu yüzden Selahattin yoldaşımı tanımaya başladığım 6 yılın bir siyasi geçmişini anlatabilmek gerekli, işçi sınıfının mücadelesi geliştikçe, bizimde kendi aramızdaki konuşmalarında değiştiği bir süreçti bu aslında. Selahattin Yıldırım’a dair her şeyi söyleyebilme imkanına bu yazıda sahip değilim ama umarım ona dair aklımda olan şeylerin bir kısmını ifade edebilirim. Farklı şehirlerde yaşadığımızdan, uzun telefon görüşmelerinin merkezde olduğu bir konuşmalarımız ve mücadelenin dinamikleri üzerine gelişen bir dostluğumuz da oluşmuştu. Kısa tutulması gerekilen bir yazı da ”en” ile yan yana gelecek bir çok pozitif bireysel özeliklerle tutulabilecek bir dostluğun anlatımı yerine uzun bir siyasi değişimlerle anlatabilmek daha uygundur, işçi sınıfının mücadelesi bu kadar bağlı bir yoldaşın ölümünden sonra kaleme almak bazı şeyleri devrimcinin yapabileceği en asgari şeydir sanırım.
Her şey nasıl başladı?
İşçi sınıfının mücadelesinin özeliğinden biride, mücadele etmek isteyenleri aynı saflara atması ve onlar arasındaki ilişkileri güçlendirmesiydi. TEKEL işçileri Ankara meydanında destansı direnişin ilk dönemleriydi. Berlin’deki bir gazeteci tanıdığım Nick Brauns’un dayanışma için Tekel işçilerini ziyarete gitmesinin ardından konuştuğumuzda, TEKEL işçileri için düzenlenen enternasyonal dayanışmasıyla ilgilenen Dortmund’daki NGG sendikası bir üyesinden bahsetmişti ve onunla iletişimizi önermişti. Selahattin’in beni araması çok uzun sürmemişti.
Ben o dönem Türkiye’deki birçok endüstriyel futbola karşı taraftar grubunun çıkış noktası olan ve burada çıkış noktasının teorik tartışmaların yaşandığı bir alan olan Forza Livorno’da yöneticiydim ve sınıf ile taraftarlık arasındaki konularda deyim yerinde ise kafa patlatıyordum. Bu dönem en önemli tartışmalardan biri, solun genel yargısına karşı taraftar grupların kendilerini ifade etmesinin yollarıydı. Solun genelinin taraftarlık için klişesi, futbolun üç f si ile ifadeler kullanmaya başlaması idi. Hâlbuki türbinlerde önemli bir çoğunluk işçi sınıfına mensuplardı ve yoğun milliyetçi duygularıyla beslenen taraftarlıktan nefret ediyorlardı, Livorno tribünleri gibi siyasi bir taraftarlık özlemi içindeydiler. Sanırım aramızdaki ilk ortak anlaştığımız tez şu idi, yükselen işçi mücadelesi tribünleri de etkileyecekti. TEKEL mücadelesinin toplumsal haklı durumunu tribünlere taşımak için neler yapılabilir sorusu önemli bir soruydu. Çünkü aslında enternasyonal dayanışma karakterinden çıkıp, mücadelenin başka bir alanına girmeye başlamıştık.
Yapılması gerekileni kısa sürede kararlaştırmıştık. TEK-GIDA İŞ’in taraftar gruplarına TEKEL işçileri için dayanışma çağrısını yayınlamasıydı. Taraftar gruplarının beklentilerini ve kullanılan dili bilmemizden dolayı ele aldığımız çağrıyı TEK-GIDA İŞ kendi sayfasında TEKEL işçilerinin de kararıyla kendi adlarına aynı gün yayınlamıştı.1 Selahattin’in TEKEL işçileriyle çıkarsızca kurduğu ve birçok emek verdiği güven ilişkisi işçi sınıfının mücadelesinde bir yeni başlangıç olmanın adımını atmıştı. Taraftar grupları, Ankara deplasmanlarına geldikçe, çadırları ziyarete başlamışlardı ve atkılarını çadırlara asıyorlardı. Tüm Tribünler TEKEL işçileri için dayanışmaya adlı bir çağrıda bu arada sayısız gruba ulaştırılmıştı.
Taraftar gruplarındaki birçok tribün emekçisi insan, TEKEL işçilerin haklı emek mücadelesine kendi tribün kimlikleriyle sahip çıkmışlardı. TEKEL işçileriyle beraber Ankaragücü tribünlerin emekçileri de pankart asmışlardı.2
Taraftar gruplarının işçilerin mücadelesine sahip çıkışlarındaki ikirciksiz sahip çıkma, taraftar gruplarındaki tartışmaları da derinleştirmeye başlamıştı, başka bir tribün başka bir ülke olmadan olabilme şansı yoktu ve endüstriyel futbol kendisini endüstriyel üretim ilişiklerinde işçi ve burjuva ilişkisine karşı da tavır geliştirmek zorundaydı. Türkiye’deki ağır siyasi atmosferinin daha çer tefelisinin olduğu tribünlerde kendisinin varlığının yolu sokak mücadelelerinden tavır alarak geliştirebileceğini de savunur hale gelmiştik. Selahattin ile ortak çalışmamızın ilk adımları taraftar gruplarının işçi mücadelesine verecekleri katkının üzerine yaptığımız tartışmaydı. Bu dönemde kendimce daha önemli olan TEKEL mücadelesinin diğer işçi mücadeleleriyle birleştirilerek geliştirilmesi ve Tekel başta olmak üzerine kapatılmak istenilen fabrikaların işçilerin kontrolüne verilmesi gibi siyasi talepleri içeren yazılarımı Selahattin’e göndermeme rağmen onla çok tartışamamıştık. Tekel mücadelesinin somut sorunları üzerine odaklanmıştı ve mücadeledeki birçok müttefiğinden biri olmuştum.
Tekel mücadelesi kaderi kendi çizgisinde ilerlemeye başlamıştı, Erdoğan hükümeti işçilerin tepkisi karşısında 4C konusunda değişikliğe defalarca gitmek zorunda kalmış, aylarca bu direniş karşısında etkisiz kalmıştı. Selahattin yurtdışından işçileri ziyaret için hükümetin saldırgan siyasetini frenleyebilmek için heyetlerin oluşturulmasında işlerin merkezinde duruyordu. Hükümet TEKEL Mücadelesinin gelişmesi ve dayanışmasının zayıfladığı andan itibaren saldırganlaşmaya başlamış, zor yoluyla mücadeleyi bitirmişlerdi.
Selahattin ile bu sırada daha çok görüşmelere başlamıştık. Türkiyeli bir Stalinist kökenli grubun uzun bir süre militanı olduğunu ve onlardan büyük bir tepki ile ayrıldığını öğrenmiş oldum bu sırada. Örgütün ona karşı aldığı düşmanca tavırdan bahsedince, daha sonra kafamda iyice oturacak olan, bu kadar deneyimli ve mücadeleci yoldaşların bir örgüte katabilecekleri katkının önüne geçildiği noktasında olan görüşümdü.
UPS’in dize getirilmesi
UPS bir dünya devi olarak, bulunduğu ülkelerde sendikal çalışmanın önüne geçmek için her türlü yolu seçen ve bu konuda son derece işçi düşmanı tavır geliştiren bir şirket idi. Tümtis sendikası burada yürüttüğü sendikal çalışma esnasında, şirket sendika üyesi işçileri tespit edip, işten çıkarmıştı. UPS mücadelesinin başından itibaren dayanışma ağının içinde yer alabilmiştim ve Münih’teki sendikallar ile dayanışmanın oluşturabilmesi için de sorumluluk almıştım. Tümtis’in daha evvel kapatılması ile ilgili mahkemesinde, uluslararası kamuoyu oluşturulmasında, Türkiye’nin altına imza attığı İSO kurallarını fiilen de tanıması için Selahattin yoldaşın yapmış olduğu destek vermiş olduğu katkı sanırım ender görülen bir dayanışma örneğiydi. Selahattin’in kişisel yeteneklerini, işçi mücadelesine verdiği katkının niteliğini göz önüne seren bir çalışmaydı.
Tümtis içersinde daha evvel yaşanılan tartışmalarda eski örgütünün işçi sınıfının dinamikleri dışında yapmış olduğu bürokratik bir müdahalenin tepki ile sonlanmasını anlatmaya başlamıştı bu dönemlerde. Parti’nin ve bürokratik müdahalesi konusundaki bu açıklamaları, bizim kendi aramızdaki bürokrasi üzerine olan tartışmaları derinleştirmemize vesile olmuştu. Enternasyonal mücadelenin ayağı olarak Münih’teki Verdi sendikası hem Türkiye’ye bir heyet göndermiş, hem de mücadele için gerekli olan manevi ve maddi destekleri sunmuşlardı. İki alman rapçı, Lea Won ve Crumment, bu dönemde UPS işçileri için şarkı yazmış ve bunu yayınlamaya başlamıştı.3 Münih Sendika binasında 3 defa UPS işçileri için dayanışma etkinlikleri düzenlenmiş, Tümtis başkanı başta olmak üzere çeşitli katılımcılarla paneller de düzenlemişti. Münih’teki Verdi sendikası mücadeleci bir çizgi ile desteklerini sunuyordu.
Türkiye’deki mücadele içinde UPS mücadelesi çok çabuk bir çadır eylemine dönüşmüş, grupların dayanışma için gittiği bir ziyaret alanına dönmüştü. TEKEL mücadelesindeki tecrübeler ile taraftar gruplarına tekrar bir çağrı yazılmıştı. Taraftarları beraber maç yapmaya çağrılmıştı. Taraftar grupları UPS işçilerine kendi coşkuları ve dayanışma mantıklarıyla çadıra gitmiş, üzerinde grev gözcüsü yazan 10 numaralı formaları işçilere vermişlerdi. Artık futbol dayanışmanın bir aracı haline dönüşmüştü. UPS işçilerin belki de en ciddi şekilde basın önüne çıktıkları eylem taraftar grupları ile beraber düzenlenen yürüyüş olmuştu.4 Sadece İstanbul’da değil aynı zamanda İzmir’de de dayanışma gösterilmişti.5
UPS yalnızca Türkiye’deki eylemlerle dize getirebilecek bir şirket değildi, son derece inatçı bir tavır sergiliyordu. Tekel gibi ülke gündemine oturan bir militan mücadele ve onun yaratığı dalga ile yurtdışındaki birçok kurumun katıldığı bir dayanışma olmadığı için UPS mücadelesinin yurtdışı dayanışması sendikaların harekete geçirilmesi üzerine kurulmuştu. Uluslararası sendikalar içindeki birçok sendikacı UPS ile mücadele konusunda şirketten yana tavırlarını alttan alta baskı uygulamaya başlamışlardı. Güç dengelerini UPS yeniden kurmak istiyordu. Münih Verdi sendikası üzerindeki baskıda artmaya başlamıştı.
Bizler ise uluslararası eylem günleriyle UPS’e karşı çeşitli ülkelerde eylemliklere devam ediyorduk. Selahattin bu süreçte bir çok ülkedeki sendikacılarla birebir konuşarak ta mücadelenin yükünü sırtına taşımış gidiyordu. Gelen baskıyı kırmak için sanırım 3. enternasyonal UPS karşıtı eylem6 günü açıklaması yapmıştık. Bu eylem günü çerçevesinde UPS’in yapmak istediği büyük bir şenliğe karşı eylem hazırlığına başlanıldı. UPS’in imajına direk bir örgütlü saldırı başlayacak olması, UPS’in geri adım atmasındaki önemli katkılardan biri olmuştu.
Sendika bürokrasisine dair görüşlerimizi paylaşmamız ise bu dönemde derinleşmişti. Sendikaların görevi ne olmalıdır sorusu net bir cevap bekliyordu. Herhangi bir sendika çalışanının ve yöneticisinin temsil ettiği işçiden daha fazla bir ücret almaması, grevin kaderiyle ilgili tüm can alıcı noktaların işçiler tarafından verilmesi, sendika’nın sadece bir ulak olmasından öteye gitmemesi gerektiğiydi. Bu da aslında sendikal sorunların sadece mücadeleci ve sarı sendikalar denkleminden sıyrılıp çıkartılıp, sendikal hareket içindeki genel bir soruna bakış açısını da beraberinde getiriyordu. Daha evvel dile getirdiğimiz şikayet noktalarını bir siyasi çerçeve içersinde tartışmaya başlamıştık.
Mesela TEKEL mücadelesi esnasında hükümet ile yapılan görüşmelerin canlı yayın ile işçilere büyük ekran ile gösterilmesinden, Türkiye sendikaların hep uluslararası destek bekleyen yapısına kadar birçok noktaya değinmiştik. Hâlbuki kendi dayanışma sorumluklarının görmezden gelen bir tutumları da vardı. Örneğin İran’da hapiste bulunan sendikalılar için Türkiye’deki sendikaların bir kampanya başlatmaması, İran konsoloslukları önünde eylemlere geçmemesi son derece kötü bir noktaya işaret ediyordu. Bilhassa Türkiye’deki dayanışma etkinlikleri İran üzerinde daha etkili bir rol oynayabilirdi. Selahattin bir enternasyonal işçi mücadelecisiydi. Emeğin kazanımları ulus tanımazdı onun için. UPS mücadelesi çok önemli bir noktaya işaret ediyordu, hem enternasyonal dayanışma son derece güçlü bir şekilde yürümüş hem de taraftar gruplarının desteğiyle işçi mücadelesine dair yeni kazanımları da katmıştı.
Prada’ya karşı mücadelenin zorlukları
Prada gibi enternasyonal bir şirketin sömürü şartlarında çalıştırdığı işçiler içinde bir dayanışma noktasında hem fikirdik. Önümüze lakin somut engeller çıkmaya başlamıştı. UPS den farklı olarak Prada’nın alanı olan deri ve tekstil işçileri Almanya’dan ve Avrupa’nın birçok ülkesinden 3. dünya ülkerine taşınmıştı. Bu alanda çalışma yapan sendikalar ulaşabilmeğimiz alanlarda yok idi. Çalışma olarak bu alandan sorumlu sendikaya gittiğimizde, sanırım bir kaç kalem ve eşantiyon ile çıkmıştım.
Türkiye kökenli sendika çalışanının bol nasihatleri ve onun mücadele için vakti olmadığından bahsetmelerini dinlemiştim. Çalıştığı alanı herhangi bir şirketin büro işleri mantığıyla yürüten sendika sekreteriyle böylesi bir çalışma yapılamayacağı belliydi. Prada önünde Münih’te eylem yapmaya başlamıştık bu süreçte ve bu konuda desteğe ihtiyacımız vardı. Prada işçilerinin mücadelesine destek veren bir yurtdışı siyasi hareketi bu konuda istekli olduğunu söylemişti zaten bize. Selahattin bana güvendiği bir değerli arkadaşı bu konuda tanıştırmış ve konuşmaya başlamıştık. Bu yurtdışında faaliyet gösteren örgütlenmenin tabanındaki kişileri ortak Prada için mücadele çağırmalarım, bir iki yerde dernekleri ziyaret ederek de, bir işe yaramamış. Fiili olarak işe sahiplenmek istemeyen bir sendika bürokrasisi ve kitlesinin işçi sınıfı mücadelesine kendisini çok hazır hissetmediği bir yurtdışı hareketi ile bu mücadelenin çok erken sınırına gelmiştik. Sakarya tribünlerinde Prada işçileriyle dayanışma pankartı da yerine almıştı.
Bu deneyim ile Selahattin ile mücadelenin eksik kaldığı noktayı konuşmaya başlamıştık. İşçi sınıfının partisinin mevcut olmamasıydı. İşçi sınıfının mücadelesine katkıda bulunacağı düşüneceği her mücadeleye ve örgüte destek verecek kadar sekterlikten uzak bir çizgi çizmişti Selahattin, buna rağmen Türkiye kökenli yurtdışı örgütlerin sınıf mücadelesinin hakkını vermediği konusunda hem fikirdik. En basit örneğiyle buradaki Alman kurumlarına ulaşmakta ve onları harekete geçirmekte hep eksik kalındığı noktasında gene hemfikirdik. Almanya’da olacak bir sınıf partisinin burada yaşayan herkesi içinde kapsayan bir ortak örgütlenme olduğu konusundaki tartışmalarımızı somutlaştırmaya başlamıştık. Tartışmalarımızı Parti, devrimci program gibi konulara dönüştürmeye başlamıştık.
Selahattin bu dönemde Türkiye’deki sendikaların Uluslar arası dayanışmaları için yapılan çalışmalarda biraz daha geriye kendini geriye çekmişti. Sendikal bürokrasiye olan güvensizliği artmıştı artık. Sendikal bürokrasisinin kendi yürüttüğü mücadeleye destek aradığını ama bu sırada işçi mücadelesindeki bürokratik yöntemleri de güçlendirdiği konusu düşünmeye başlamıştı. 1 Mayıs için Taksim meydanının açılması için Avrupa’dan bir çok heyet için gitmesi için yıllarca çalışma yürütmüş, yükselen işçi mücadelelerine elinden geleni sonuna kadar kullanmış birisi artık, can alıcı bir noktaya gelmişti. Belirli bir tıkanma vardı ve bu nasıl alışılırdı?
Greif mücadelesi ve kırılma anı
Greif fabrikasının işçiler tarafından ele geçirilmesi her ikimizde de bir heyecan yaratmaya başlamıştı. Neredeyse bu mücadelenin her adımını tartışmaya başlamıştık. Greif işçileri için taraftar gruplarından halkın takımı ve çarşı ziyaret de bulunmuş onlara desteklerini sunmuştu. Greif’in ama Rıdvan Budak yönetimindeki sendikaya baş kaldırması ve DİSK içinde başlattığı tartışma ile bu mücadele ile dayanışma sınırlı hale gelmeye başlamıştı.
İşçi sınıfının mücadelesinde yer almak isteyen her örgütün etrafında örgütlenmesini düşündüğümüz bu mücadele, kısa sürede büyük tartışmaların içinde yer almıştı. Sendika bürokrasisi ile yapılması gerekilen mücadele nasıl olmalıydı? Sendika içinde anti bürokratik akımların varlığında ve bunun gerekliği konusunda konuşmalarımız sürdürülüyordu. Strateji olarak hemfikir olduğumuz bu konuda, taktiksel olarak dönem dönem farklı düşünüyorduk. Adımların zamanlanması konusunda tartışıyorduk. Devrimcilerin böylesi bir dönemde yapması gereken bir tartışmayı yürütüyorduk aramızda artık. Aynı dönemde Münih’te dayanışma eylemleri de düzenleniliyordu.7
Selahattin’in de katılımıyla NRW eyaletindeki eylemlerde gerçekleşiyordu.
Rıdvan Burak işçi sınıfının azgın bir düşmanıydı ve ona karşı atılacak adımlar daha vurgulu olmalıydı ve Greif işçilerin kendi fabrikasında vermiş olduğu mücadele birçok dersi kendi içersinde taşıyordu. Teorik tartışmalar noktasında artık işçi mücadelesinin ortak çıkarlarından yola çıkan mücadele yoldaşlarından, işçi sınıfının partisi, bunun enternasyonal karakteri noktasını net bir şekilde tartışıyorduk. Bununda aslında yürütülen işçi mücadelelerine enternasyonal desteğin sorunlarıyla da alakası vardı.
Türkiye işçi sınıfının genellini ilgilendiren mücadelelerde 1 Mayıs Alanının açılması veya TEKEL işçilerin mücadelesinin yaratığı dalgalarda enternasyonal dayanışma da buna bağlı olarak güçlü bir noktaya gelebilirken, UPS, Prada gibi mücadelelerde Sendikaların harekete geçirilmesi olarak gelişiyordu mücadele. Sendikal bürokrasisinin enternasyonal kurumlarını harekete geçirmek mümkün olsa da, tabanda politik ve mücadeleci işçi örgütlenmeleri ve onların içinde bulunan siyasi yapılanmalar olmayınca, mücadele çok çabuk sönebiliyor ve sınırlarına ulaşıyordu. Yani zaten Uluslararası sendikal birlikler vardı, ama bunların içinde mücadeleci çizgiyi oluşturmak sadece bürokratik kurumlar arasındaki yazışmalarla mümkün değildi, Türkiye’de bir mücadeleci çizginin iyice ortaya çıkması gerektiği gibi, yurtdışında da mücadeleci işçi grupları da oluşmalıydı.
Almanya’da ortak tecrübe edebileceğimiz işçi sınıfının deneyimleri yok denilecek kadar az idi. UPS, TEKEL, GREİF gibi yoğun deneyimleri içinde taşıyan mücadelelerin sayısı daha az idi. Enternasyonal sorumluluk işçi sınıfında mücadelede yoğrulan bir kazanımdır ve bunların derinleşmesi ise enternasyonal bir devrimci dünya işçi partisinin kurulmasına katkı ile olabilecekti. Selahattin işçi mücadelelerine enternasyonal katkının ne olabileceğini ve önemi konusundaki netleşmeyi sağlamış, bunu da çevresindeki insanlara göstermişti. Öğrendiklerimiz buna dairdi ondan.
Sohbetimiz bu noktada onun yaşamına dair noktaları anlatmaya dönmüştü. Kendisini Türk milliyetçiliğine karşı panzehir olarak kurduğu yarı ironi yarı ciddi Çorum kimliği vardı. Hititlerden bu yana medeniyeti etkilemiş bir il olan Çorumluluk üzerine epey esprileri de vardı. Çorum da bir ilginçlik olduğu doğruydu. İsmail Beşikçi ve İbrahim Kaypakkaya gibi iki ismi ortaya çıkarmış, ikisi de Türkiye’deki şovenizme karşı net bir şekilde Kürt halkının yanında yer almıştı. Cenazesinde kızıl bayrağa sarılı tabutun yanına Kürdistan renklerini vasiyet etmesi de belki de böylesi bir geleneğin mirasıydı. Selahattin kendisine ”Kollege” (İş arkadaşı) söylemini hitap biçimi olarak kabul etmişti. Cep telefonumda Selahattin kollege olarak kayıtlı.
Bu esnada öngöremediğimiz beklemediğimiz bir aşılması gereken engel çıkmıştı. Beyinde tümör çıkmış ve bu hastalığa karşı mücadeleye başlamıştı. Artık telefonda uzun konuşması mümkün değildi ve çabuk yoruluyordu. Hastalığına karşı dinlenmesi ve kazanması gerekliydi. Mücadeleci insanların da hastalıklarını da yenebileceklerine olan bir optimist beklentiyle bu süreci atlatmasını bekledim. Tekrardan sohbetlerimize devam edebilmek için.
Dünya işçi sınıfı mücadeleci bir yoldaşını 16 Haziran gecesi uzun süredir mücadele ettiği beyin tümörüne karşı verdiği mücadelenin sonunda kaybetti. Cenazesi alkışlar, konuşmalar ve şiirler eşliğinde defin edildi. Ailesine, dostlarına, yoldaşlarına övünülecek bir mücadeleci geleneği de arkasında bırakarak.
475 kez okundu.