SENNUR ABLA’YI (SEZER) KAYBETTİK

sennur_sezer_0

Sennur ablayı kaybettik. Çok üzgünüm. Öncelikle Adnan Özyalçıner’in, devrimci kamuoyunun, edebiyat camiasının, “Görülmüştür” takipçilerinin ve Evrensel ailesinin başı sağolsun.

Sennur Sezer, kelimenin gerçek anlamında bir aydındı. İyi bir şairdi, yazardı. Onunla birçok kez kesişti yollarım. Adnan Yücel Sanat festivalinde şiir seçici kurulunda beraberdik. Aynı festival kapasmında İstanbul’da düzenlenen bir panelde beraber konuşmacı olduk. Sonra ilişkimiz devam etti. Hapishaneler konusunda çok duyarlıydı. Bir grup arkadaşla beraber kurduğumuz sitesine katkı sundu. Hapishanelerde İşkence- hak ihlalleri konusunda onunla paylaştığımız mektuplar hakkında yazılar yazdı.

En son kitabım “Şair Kapıları”na bir şiiriyle katkı sundu. Kitap yayınlanınca, mütevazı davranıp kutlama yolladı. “Kitaba bakmaya doyamıyorum Adil” diye yazmış, beni onurlandırmıştı.

Saygıyla anıyorum.

Adil Okay

Not: Sennur ablanın bize gelen bir tutsak mektubunu (Deniz Tepeli’nin) ona iletmemizden sonra yazdığı makaleyi paylaşıyorum.

Bence bir ülkenin durumunu anlamak için ceza ve tutukevlerine göz atmak yeterlidir. Cezaevlerinde nerde olduklarının farkında olmayacak kadar dünyadan kopmuş ruh hastaları, değil kendine bakmak, en önemli ve zorunlu gereksinmelerini yapamayacak kadar sakatlanmış ya da el kullanma yetilerini yitirmiş ya da felçli bedensel engelliler ve benzeri hastalar, kanser çeşitleriyle gün sayan, son günlerini yakınları arasında geçirmesi insani olacak ağır hastalar varsa, ve bu hastaların sayısı yüzlerle ifade ediliyor, TBMM’de dile getirilmesine karşın bir şey yapılmıyorsa… O ülkede demokrasiden pek kolay söz edilemez, insan haklarından da.

İnsanların doğayla ilişkileri önemlidir. Cezaevlerinde küçük farelerle (fındık faresi ) tutukluların kurduğu dostluğun bir zamanlar epey karikatürü yapıldı, öyküsü de yazıldı. Kuşların, kedilerin cezaevine sokulmasıyla ilgili yasaklar vardır herhalde. Ama yeşilin yasağına bir yerde rastlamadım. Yalnızca Can Yücel’in bir şiiri var bu konuda. Sardunyaya Ağıt. Koğuştaki bir saksı sardunyanın, esrar yetiştirilebilir ya da saksıya zulalanabilir ihbarıyla alınıp götürülmesi:

Ankara Kadın Kapalı Cezaevinden (Sincan) gelen bir mektup ve fotoğrafta benzer bir öykü var. Bahçede ya da havalandırmada boy atmış iki sap karahindiba ya da sütlüce. Başında dört genç kız. Deniz, Necla, Meryem, Hicran… Fotoğrafın arkasında isimlerinin yanında artık o cılız yeşilliklerin de kalmadığını bildiren bir satır: “Ve yolunan otlarımız. Kimilerinin tekmeler sonrası sararıp kuruduğu görülüyor. Diğerleri de daha da boy attı. Ama artık yoklar. En son hepsini yoldular.”

Bir tutam bile sayılamayacak yeşillik hepsi hepsi. Nedir ki mesele? Logar kapağının aralığına rüzgarın taşıdığı toz toprak ve orada yeşeren otlar. “Derken gardiyanlar sabah sayımı ve havalandırma kapısını açmak için geldiler. Ancak havalandırmadaki tuhaf hareketlilik dikkatimizi çekti. Sohbeti kesip oraya yöneldiğimizde gördüğümüz şuydu: Bir gardiyan otlarımızı şiddetle, öfkeyle durmaksızın tekmeliyordu! Öfkelenmiştik. Ve şaşırmıştık. Hem de benzerlerini ve çok daha fazlasını defalarca yaşamış, görmüş, dinlemiş ve okumuş olmamıza rağmen çok şaşırmıştık. Boyları bir karış bile bulmayan topu topu beş altı kök ota karşı bu öfke ve bir insanın böyle basit, zavallı, sevgisiz, şuursuz hale getirilmesi yine de şaşırtmıştı bizi. ‘Ne yapıyorsun sen?!! Ne yapıyorsun?!! Ne!!’ ‘Küçücük ottan ve istiyorsun?!! Ne zararı var?!!…’ ‘Yasak!’ dedi. Sadece bu: Yasak. Bir yandan da tekmelemeye devam ediyordu. Bildiği tek kelime ve yapabildiği tek hareket bunlarmış gibi mekanik bir uyumla ve mesleki kariyerinin zirvesindeki en mühim işi yapıyormuş gibi büyük bir azimle yapıyordu bunları. (…)

Gardiyanlar sayelerinde ‘Dirlik düzenlik kurtulmuş’ havasıyla çekip gittiler, biz de öfke ve şefkat dolu olarak hemen yeşillerimizin başına toplandık Hırpalanmış, ezilmiş, kırılmışlardı. ‘Yeşil ölümle dalaşta’ydı. Zozan Heval yaralarını inceledi, başlarını kaldırdı onların okşadı. İçine sevgi sözcüklerini kattığı ikinci can sularını verdi. Ve sonraki günlerde yeşillerimiz yeniden canlandılar, kimileri kırıldıkları yerden de dikelip büyümeye devam ettiler. Yeşillerdi. Yaşıyorlardı. Böyle olacağını biliyorduk. Biliyorduk. Kayalıkta çiçek, uçurum kenarında ağaç, çölde vaha, dünyada cennet olacaktı biliyorduk, çünkü olmuştu da. Kendi tarihimizden biliyorduk bunu. Sadece aynı mekanda farklı zamanda, farklı zamanda aynı mekanda yaşananlardan da değil, binlerce yıl öncesine kadar milyonlarca yıl boyunca sürmüş kadın eliyle yaratılan demokratik doğal toplumdan sadece acıların değil, ondan çok önce var olan özgür toplumun kaydını düşmüştük tarihe. Doğa annemizden aldığımız toplumsallaştırma, yaşatma, yaratma becerilerimizle insanlık tarihinin yüzde 98’i eşit yaşanmıştı. Bugünün yüzde 51’le azınlığı olsak da yarının özgür dünyasını ellerimizle kuracağımıza yüzde 100 inanıyorduk.”

Eğer insanlara bunca direnç veriyorsa ve güzel gerçekleri hatırlatıyorsa o otlar, nerde olurlarsa olsunlar yolunmayı hak etmiş sayılabilirler. Ne dersiniz?

Sennur Sezer

Kaynak:

288 kez okundu.

Check Also

SÜRGÜNLÜK VE ETNOLOJİ – Engin Erkiner

            Sürgünlükle ilgili incelemeler, bu sürgünlük ülke içinde veya dışında …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir